»15 Temmuz« ve Avrupa
Darbe girişimi ve sonrasına Avrupalı emperyalist güçlerin yaklaşımı
Eylül 2016 itibariyle azalmış olsa da, son aylarda Avrupa’daki burjuva medyası neredeyse her gün Türkiye ile yatıp kalkıyor, manşetlerinde sürekli Türkiye ile ilgili haberler yer alıyor, hatta kimi günler iki veya üç haber aynı anda sayfalarda ve ekranlarda yer buluyor. Görünüşte burjuva medyası AKP rejimini ve bilhassa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef tahtasına oturtuyor.
Özellikle F. Almanya’daki burjuva medyası Türkiye’deki gelişmelere son derece sert eleştirilerle yaklaşıyor, ama aynı zamanda da Türkiye’nin oynadığı »anahtar role« dikkat çekiyor. Siyaset arenasında da benzer bir durum söz konusu. Bugün dahi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinin yöneticileri AKP hükümetini eleştiriyor, uygulamalarının »demokrasiye zarar verdiğini« söylüyor, Erdoğan’ın »diktatörleştiğine« dikkat çekiyorlar.
Örneğin BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin 33. Eylül ayı İnsan Hakları Oturumlarında söz alan Fransa ve İsviçre temsilcileri AKP rejimini sert bir dille eleştirdiler. Olağanüstü hâl uygulamalarının hâlen devam ettiği Fransa’nın temsilcisi, Türkiye’nin »bireysel ve basın özgürlüğünü askıya aldığını« vurgulayarak, Türk hükümetine »temel özgürlükleri« koruma çağrısı yaparken, »endişeli« olduğunu belirten İsviçre hükümeti temsilcisi, Türkiye’yi »temel insan haklarını esas alarak hareket etmeye ve aynı zamanda bağımsız yargıyı esas almaya« davet ediyordu. Aynı günlerde Erdoğan’ın bir resmini ve ateşlenmiş rokete benzetilmiş minareleri başlığına taşıyan F. Alman »Der Spiegel« dergisinin Türkiye özel sayısı, Erdoğan’ı »diktatör« olarak nitelendirerek »bir ülke özgürlüğünü kaybediyor« başlığını atıyordu.
15 Temmuz’daki darbe girişimini ve sonrasını Erdoğan’ı ve AKP rejimini eleştirerek ele alan burjuva medyası ve siyasetçilerin bu tavrı Avrupa toplumlarında da karşılık buluyor, kamuoyunda yaygın bir Türkiye karşıtlığı ortaya çıkıyor. Aynı şekilde Avrupa toplumsal ve siyasî solu içerisinde de Türkiye konusunda belirli bir şaşkınlık ve kafa karışıklığı mevcut. Bilhassa reformist sol, aynı burjuva medyası gibi, Avrupa’nın »despotik bir devlet başkanı karşısında çaresiz kaldığı« yanılgısına düşüyor. Yapılan kimi sol yorumlarda, AB’nin »otoriterleşen Türkiye’ye daha fazla baskı uygulaması gerektiği« veya »Erdoğan’a Almanya’ya giriş izni verilmemesi« türünden söylemler yer alıyor. Erdoğan’ın Avrupalı hükümetlere yönelik sözleri ve tersinden Avrupalı politikacıların Erdoğan karşıtı söylemleri temel alınırsa, bu pozisyonlara hak vermemek elde değil.
Ama, Avrupa ve Türkiye arasındaki ilişkiler sahiden de »kopacak derecede« kötü mü? Kimilerinin belirttiği gibi, AB’nin patroniçesi Merkel ile Erdoğan arasında bir »düello« mu söz konusu? Avrupalı emperyalist güçler neden böyle davranıyor ve sahiden var olan eleştiri görüngüsünün ardında neler yatıyor? Darbe girişimi ve sonrası emperyalist merkezlerde nasıl ele alınıyor? Bu ve benzeri soruların yanıtlarını bulabilmek için, güncel durumu F. Almanya-Türkiye ilişkileri özelinde bir irdeleyelim.
Türkiye’nin vazgeçilmez önemi
Erdoğan’a karşı sert bir söylem tutturan, hatta hakaret derecesinde sert eleştiriler yönelten aynı burjuva medyası, Türkiye’nin mülteci »krizinde« oynadığı rolü ve jeopolitik anahtar pozisyonunu öve öve bitiremiyor. Aynı şekilde Federal Hükümet de Türkiye’nin »mülteci krizinin aşılmasında verdiği hizmetin büyüklüğünden« bahsediyor, F. İçişleri Bakanı »insan hakları konusunda tüm dünya için hakim olamayız« diyerek, Avrupa’nın Türkiye’ye »son derece muhtaç olduğunu« vurguluyor. Federal Cumhurbaşkanı Gauck ise, »Türkiye’nin milyonlarca mülteciyi ülkeye kabul ettiğini unutmamalıyız« diyerek hükümetin yaklaşımlarına destek çıkıyor.
Türkiye’nin kabul ettiği Suriyeli (ve diğer ülkelerden gelen ) mültecilerin Türkiye tarafından »mülteci« statüsünde görülmedikleri ve Cenevre Mülteci Konvansiyonu ile Ek Protokolün tanıdığı temel haklardan mahrum bırakıldıkları, büyük bir bölümünün Türkiye’nin farklı kentlerinde herhangi bir destek olmaksızın yaşamak zorunda kaldıkları, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlere ulaşamadıkları Federal Hükümet tarafından gayet iyi bilinmesine rağmen, hâlâ Türkiye’nin »mültecilere insanî ve insan haklarına uygun davrandığı« iddia ediliyor. Aslına bakılırsa bu siyasî bir naiflik göstergesi değil. Tam tersine, bu yaklaşım »dünya piyasalarına, hammadde ve enerji kaynaklarına engelsiz ulaşım« talep eden yeni düzen kurucularının stratejik önceliklerinin bir ifadesidir. Çünkü Türkiye’nin F. Alman emperyalizmi için vazgeçilmez önemi bulunmaktadır.
Emperyalizm açısından Türkiye’nin jeopolitik anahtar pozisyonunu anlayabilmek için dünya haritasına kısaca bakmak yeterli olacaktır: Türkiye, Karadeniz ve Akdeniz arasında, Kafkasların, Ortadoğu’nun ve Merkez Asya’nın piyasalarına, hammadde ve enerji kaynaklarına geçişi sağlayan yegane köprü konumundadır. Rusya deniz kuvvetlerinin Akdeniz’e geçmesi için gereksinim duyduğu Boğazların sahibidir. Dünyanın en önemli enerji transfer merkezlerinden birisi olarak, AB’ni Rus doğal gazından bağımsızlaştıracak »enerji çeşitliliğini« olanaklı kılabilecek ve modernize edilmiş savaş aygıtıyla Ortadoğu’nun »yeniden düzenlenmesinin« jandarmalığını yapabilecek bir NATO ülkesi. Özellikle F. Alman silah tekellerinin yardımıyla semizlemiş olan Türk askerî-sınaî kompleksi, F. Alman Silah İhracat Yönetmeliğinin etki alanında olmaması nedeniyle, yönetmeliğin kısıtlamalarını aşmak isteyen silah tekellerinin en önemli yardımcısı. F. Alman ürünleri için ucuz üretim mevkii olan Türkiye, aynı zamanda genç nüfusuyla yüksek kâr vaat eden bir pazar. Ve Avrupa’yı »mülteci akınlarından« koruyan bir tampon bölge.
Kısacası Türkiye, ABD’nin yanında ve onunla rekabette dünya çapında »düzen kurucu güç« olmak ve dünya piyasalarına, enerji ve hammadde kaynaklarına engelsiz ulaşmak isteyen F. Alman emperyalizmi için, salt »silah kardeşi« olmaktan çok daha fazla stratejik öneme sahip. O açıdan ne Federal Parlamento’nun kabul ettiği »Ermeni Soykırımı Tasarısı«, ne burjuva medyasının ve hükümet politikacılarının Erdoğan’ı eleştirmesi, ne de Erdoğan’ın, »Almanya Türkiye’nin başarılarını kıskanıyor, onun için teröristleri destekliyor« suçlaması, F. Almanya-Türkiye ilişkilerini belirleyen etmenler değildir. Gerek İncirlik Üssü’ne Alman Tornadoları ve havadan yakıt ikmal uçaklarının kalıcı biçimde konuşlanmasını sağlayacak hava üssü inşaatı, gerek Şansölye Merkel’in Suriye politikasında Erdoğan’ın »güvenli bölge« talebini desteklemesi ve TSK’nin Suriye operasyonunu »selamlaması«, gerekse de Ege’de ortak askerî operasyonlar düzenlenmesi, ilişkilerdeki »limoniliğin« asıl nedenlerinin başka şeyler olduğunu gösteriyor.
Emperyalist güçler ve işbirlikçi hükümetler arasındaki her işbirliğinde olduğu gibi, Avrupalı emperyalist güçler ile AKP rejimi arasındaki işbirliği de çıkarlarının farklılaşabileceği belirli kurallar çerçevesinde yürümektedir. Duruma göre işbirlikçi ülke hükümetinin ilişkilerin yönünü ve kriz dönemlerinde de hızını tayin edebilmesi, bu kuralların doğasında vardır. Kimi zaman farklılaşan, hatta birbirinin zıddı olabilen çıkarların söz konusu olması, emperyalist güçler ile işbirlikçiler arasında uzun vadeli ortaklaşmayı engellemez. Karşılıklı olan bağımlılıklar devam eder.
F. Almanya-Türkiye ilişkilerine bakıldığında, F. Almanya mülteci sorunu karşısında Türkiye’den daha avantajlı durumda. Kaldı ki mülteci sorunu, AB’nin sınır rejiminin militaristleştirilmesi ve Avrupalı emperyalist orduların yurtdışı görevlerine gönderilmesinin meşrulaştırılması için bir araç olarak kullanılmaktadır. Gerek Türkiye’nin AB’ne Yakınlaştırılma Süreci, gerekse de mülteci sorunu ile ilgili olarak AB ve Türkiye arasında varılan uzlaşı sonuç itibariyle, başta F. Alman emperyalizmi olmak üzere, Avrupalı emperyalist güçlerin stratejik çıkarlarının korunmasının birer aracıdırlar. F. Almanya için Türkiye’nin AB’ne Yakınlaşma Süreci içinde tutulması, Türkiye’nin F. Alman emperyalizminin etki alanı içinde tutulması için bir zorunluluktur. Diğer taraftan AKP rejimi açısından da AB ve özellikle F. Almanya’nın yanında durmak, yaşamsal bir zorunluluk hâline gelmiştir – çünkü Türkiye ekonomisinin bel kemiği hâline gelen Gümrük Birliği ve AB desteği olmaksızın, Türkiye ekonomisinin ayakta kalması olanaksız olacaktır. Salt iktisadî veriler, Türkiye’nin F. Alman emperyalizminin yanında durması zorunluluğunu kanıtlamaktadır: 2015 verilerine göre F. Almanya toplam 13,2 milyar Dolarlık ithalat hacmi ile Türkiye’nin bir numaralı ihracat pazarıdır.
Asıl çelişkiler
Tüm bunlara rağmen geleneksel »silah kardeşleri« arasında ihtilaflar ve çıkar farklılıkları söz konusudur. Aynı Obama yönetimi gibi, F. Alman emperyalizmi de »Erdoğan’sız bir AKP« istemektedir. Erdoğan’ın mutlak boyunduruk altına girmekte tereddüt etmesi ve hükümranlık haklarını AB’ne devretmeyi reddetmesi, F. Alman emperyalizminin »Erdoğan karşıtlığının« temel nedenidir. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra »seçilmiş hükümete« sahip çıkan açıklamaların bu kadar geç yapılmış olması, Erdoğan’a ve AKP rejimine verilen »sınırını bil« mesajlarıdır. Aynı şekilde darbe girişiminin baş tetikçisi olduğu ortaya çıkan Gülen hareketi konusunda gerek F. Almanya’nın, gerekse de ABD’nin gösterdiği tavırlar, emperyalist güçlerin bu faşizan-tetikçi örgütü hâlâ yedek güç olarak gördüklerinin ve zamanı geldiğinde tekrar kullanmaktan imtina etmeyeceklerini kanıtlamaktadır. Darbe girişiminin ardından AKP rejiminin eski koalisyon ortağına yönelik operasyonları bu nedenle Avrupalı emperyalist güçlerce eleştirilmektedir.
Aslına bakılırsa, gerek ABD emperyalizmi, gerekse de Avrupalı emperyalist güçler bir taşla bir kaç »kuş vurmuşlardır«: darbe girişimi sonrasında hem Erdoğan ve başında bulunduğu AKP rejimi, hem Ergenekoncu Kemalist cephe, hem de Gülen hareketi esir alınmıştır. Ne Obama yönetimi, ne de Gülen hareketinin en yaygın örgütlenme ağına sahip olduğu F. Almanya hükümeti bu hareketi dağıtmak istememektedirler. Özellikle F. Alman emperyalizmi, F. Almanya’da yüzlerce örgüte sahip olan Gülen hareketine karşı herhangi bir hukuksal girişimde bulunmamaktadır, ancak bu şekilde de örgüt üzerinde olan kontrolünü artırmıştır. Aynı şekilde ABD de Fetullah Gülen’i Türkiye’ye teslim etmeyerek, elinde bir şartlı rehin olarak tutmaktadır: hem AKP rejimine, hem de bizzat Gülen hareketinin kendisine karşı.
Emperyalist güçlerin »Erdoğan’sız bir AKP« istemelerinin ardında yatan bir diğer neden de, AKP rejiminin dış politikadaki maceracı tutumu ve realiteleri tahlil etmedeki hataları sonucu »güvenilmez bir partner« hâline gelmesidir. »Stratejik derinlik« ile başlayan AKP dış politikası, fiyasko ve izolasyon ile sonuçlanmıştır. Avrupa’nın boğuştuğu krizleri ve ABD’nin »Pasifik Stratejisi« çerçevesinde askerî potansiyelini Ortadoğu’dan oraya çekmesini bölgesel hegemonya sağlamak için gören AKP rejimi ciddî bir yanılgıya düşmüştür. Erdoğan Türkiye’si gerek Ortadoğu’da İsrail, Hamas, FKÖ, ABD ve AB için, gerekse de Rusya, İran ve Kafkas ülkeleri için »güvenilmez« kategorisine girmiştir. Aynı şekilde Irak ve Suriye’deki çözülme emarelerini »genişleme umuduyla« değerlendiren AKP rejimi, bunu Sünni yayında öncü güç olabilme hayalleriyle bağlantılı kılmıştı. AKP bu noktada da yanılmıştır. Bu yanılgılar temelinde geliştirilen dış politika da sonucunda emperyalist stratejileri zedeleyen, hatta bu stratejilere ters düşen bir çizgiye girmiştir. Nihayetinde bunun sorumlusu olarak Erdoğan görülmektedir.
Avrupa’daki burjuva medyasında yer alan yorumlara baktığımızda, Avrupalı emperyalist güçlerin hâlâ Erdoğan’ı ehlileştirilmesi gereken bir unsur olarak değerlendirdikleri sonucuna varabiliriz. Darbe girişimine verilen geç yanıt ve 15 Temmuz sonrası sürece yönelik sert eleştiriler bunu kanıtlamaktadır. Erdoğan’ın ve AKP rejiminin darbe girişimi ile ağır bir yara alması ve OHAL’e, tek başına hükümet olmaya, yabancı sermayenin sıcak para akışıyla desteğine rağmen ciddî bir meşruiyet krizi içerisine girmesi, Avrupalı emperyalist güçler tarafından yeni koşulların dikte edilmesi için bir fırsat olarak algılanmaktadır. Buna direnmeye çalışan Erdoğan ve AKP rejimi her geçen gün emperyalizme olan bağımlılığın ne derece derin olduğu görmekte ve batağa daha çok saplanmaktadır.
Stratejik partnerliklerin yeniden düzenlenmesi
Erdoğan ve AKP rejimi darbe girişimi sonrasında kendisini dayatan stratejik partnerliklerin yeniden düzenlenme sürecinde güçlü kalmaya yönelik hamleler yapmaktadır. Erdoğan’ın başkanlık sistemi projesini – şimdilik – rafa kaldırması, iktidarı, doğrudan veya dolaylı olarak diğer burjuva partileri olan CHP ve MHP ile paylaşmaya yanaşması, hem geniş bir parlamenter desteğe sahip hükümet oluşturularak, yeniden düzenlenme sürecine güçlü bir »temsilîyet« ile girmeyi sağlama, hem de, salt basit bir personel değişiminden ibaret olmayan »devletin yeniden yapılandırılması« sürecini gerçekleştirme çabalarıdır. Ve aynı zamanda dış politikadaki izolasyonu kırma denemesidir.
Erdoğan ve AKP rejiminin bu hesabı istenilen sonucu verebilir, çünkü stratejik partnerliklerin yenilenmesi hem emperyalist güçlerin, hem de Türkiye’deki işbirlikçi oligarşinin işine gelmektedir. Ayrıca yapılan teklif emperyalist güçler için hayli çekicidir: Kürt karşıtlığı ve milliyetçi mutabakat temelinde diğer burjuva partilerinin desteği alınarak iç politik meşruiyet konsolide edilebilecek, yabancı sermaye akışına açıklık sürdürülecek, neoliberal iktisat politikaları tüm hızıyla devam edecek ve toplumsal direnişe aman verilmeyecek. Böylelikle otoriter yönetimle gerekli olan »istikrarı« sağlayan, paramilitarize edilmiş güvenlik güçleriyle hem kendi halklarına, hem de gerektiğinde komşu ülkelere karşı askerî şiddet kullanmaktan çekinmeyen bir rejim inşa edilmiş olacak. Emperyalist güçlerin stratejik partneri ve vurucu gücü olmaya, ulusal ve uluslararası tekellerin çıkarlarını korumaya ve Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesinin bekçiliğini yapmaya hazır bir rejim oluşturulacak. Jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik önemi ölçülemez değerde olan bir ülkeyi yöneten böylesi bir işbirlikçi rejim, emperyalist güçlerin vazgeçemeyeceği bir partner hâline gelebilir. Türkiye’deki işbirlikçi oligarşinin hesabı bu varsayımlar üzerine kuruludur.
Görüldüğü kadarıyla F. Alman emperyalizmi bu varsayımların gerçekçi olduğundan hareket etmektedir. Bu nedenle Türkiye’deki askerî-sınaî kompleksin geliştirilmesine hız verilmektedir. Bunu bir kaç örnekle kanıtlayabiliriz: Airbus tekeli TUSAŞ ile askerî uçak ve Roketsan ile roket üretimine devam ederken, Rheinmetall tekeli Makina Kimya Endüstrisi kurumuna silah mermileri ürettirme kararını aldı ve Ethem Sancak’ın sahibi olduğu BMC şirketi ile zırhlı araç üretimi üzerine anlaştı. MTU Friedrichshafen tekeli Türkiye’de üretilen »Altay« tankının dizel motorunu gönderiyor, Rheinmetall ise 120 mm’lik top borusunu. Bununla birlikte F. Hükümet AKP rejimine çeşitli konularda siyasî destek çıkıyor: örneğin F. Parlamento’nun aldığı »Ermeni Soykırımı Kararı« açıkça izafileştirildi ve Avusturya gibi bazı AB ülkelerinin muhalefetine rağmen Türkiye ile olan »ticarî, siyasî ve kültürel ilişkilerin derinleştirilmesi« gerektiği savunuluyor.
Ancak tüm bu destekler, F. Alman emperyalizminin aynı ABD emperyalizmi gibi, Erdoğan’ı ve AKP rejimini mengenesi altına aldığını ve baskısını artırdığını gizleyemiyor. Emperyalizm için çekici bir teklif hazırlayan rejim, dış politik izolasyondan kurtulmayı ve stratejik partnerlikleri yenilemeye çalışırken, hem emperyalizme daha da bağımlı hâle geliyor, hem de değirmende ufalanan buğday taneleri misali ABD emperyalizmi ve Avrupalı emperyalist güçler arasındaki çıkar çelişkilerinin arasına sıkışıyor. Ağır darbeler alan ve içeriden büyük hasar gören işbirlikçi oligarşi yaralarını sarmaya çalışırken, daha fazla açık veriyor ve aynı zamanda da içeride devlet terörünü artırarak, dışarıda ise militarist çılgınlığa yönelerek tüm bölgeyi tehlikeye sokuyor.
Bu gelişmeler ışığında Erdoğan’ı eleştirdikleri için hâlâ Avrupalı emperyalistlere güvenen liberal kesimler ise fena yanılıyorlar. Avrupa’daki burjuva medyasının ve Avrupalı hükümetlerin Erdoğan karşıtlığı, Türkiye ve Kürdistan’daki emekçilerin, ezilen ve sömürülenlerin lehine olan bir karşıtlık değildir. Geçerliliğini koruyan tek gerçek, emperyalist stratejilerin ve işbirlikçi oligarşik diktanın ancak devrimci, demokratik ve sosyalist bir alternatifin oluşturulması, güçlendirilmesi ve yığınları sarması ile geri püskürtülebileceği gerçeğidir. Bunun içinse Türkiye işçi sınıfının devrimci güçlerinin oluşturacağı Devrimci Cephe ile Kürdistan Özgürlük Hareketinin ortak çıkarlar temelinde ortak mücadeleyi örmesi bir zorunluluktur.
***