“Bir İnsanda Bütün İnsanlığı Görebilmek“

“Bir İnsanda Bütün İnsanlığı Görebilmek“

“Çılgınca bir coşkuyla,  sınırsız sevgimizi açığa vuracağımızı zannederiz bazen. Yaşadığımız ülkeye, çocuğumuza, yakınımıza, sevgilimize maddi dünyaya sığmaz bir tarifle ifade etmeye çalışırız sevgimizi. Ama bu sevgiyi dillendiriş, mutluluk içerip içermediğiyle ilişkilendirilmez çokça. Evet; sevgi mutluluk içermeli, bir insanda bütün insanlığı görebilmeliyiz…  Değer verdiğimizi çılgın bir ritüelle anlık yüceltebiliriz.  Ama bütün insanlığı sevme bireysel sevgiyi besleyen ana kaynakken, konuyu buradan kavramak zor gelir nedense.

Toplumsal pratikte sevgi bulanık, dağınıktır. Sisler üzerinde yüzer. Eşitlikçi içerikte ahlak disiplini oluşturamayan insan, toplumsal pratiğinde de kendini aşamaz …  Çokça bütün insanlığa değer veren hümanizma her alanda söylenir durur da;  kanlı savaşların, etnik kırımların, bir halkın yaşam alanlarının tümden yok edilmesinin, gelir adaletsizliğinin, işsizliğin, çocuğunu okutamamanın, toplumsal yaşamdaki hoşgörüsüzlüğün v.b.  bir yığın sorunun tüm insanlık üzerinde yarattığı travmayı kendi üzerimize alınmayız…  Sokaklar çilekeş yaşam öyküleriyle dolu. Cinsiyetçi saldırılar gündelik yaşamın bir parçası nerdeyse. Ortalama birçok insan için yaşamı, yaşamlarını tehdit eden unsur olarak görülür bu. Gelecek için parlak hayaller kurulur da, bunun için sokakları kuşatmak, yürekten yüreğe bağ kurmak kaçınılmaz bir seçenek olarak ortaya çıktığında, o bireysel egoizm bir kabuk gibi sarar benlikleri…  Yaşanmışlıkların iç dünyasına yolculuk zordur, risklidir. Sorumluluk yükler bireye… Onun için severiz, çok severiz de, bunu mutluluğa dönüştürecek süreçlerinde elimizden bir şey gelmez!..  Unutmamalı ki insanla ilgili her şeyi kucaklar sevgi. Yaşam bir ‘sevgi denemesidir’ aslında…

Olayların dizilişi belli bir mantık içinde birbirini yaratması, birbirleriyle ilişkisi içinde gerçekleşmiştir. Bazı şeylerin ortaya çıkması belirli bir bütünsellik içinde gerçekleşir. Böyle bir nedensellik içinde yaşamda olup bitenlere bir anlam katmak, sorgulamak, nedenini aramak düşünce ve ahlaki olgunluğa ulaşmada belirleyici etkiler de yaratacak kuşkusuz.”

* * *                                                                                                

Balıkçı kayıkları ve yolcu gemilerinin denizde bıraktığı köpüren kıvrımlı izleri seyretti. Denizden kıyıya doğru, tadını yıllardır bildiği serin sağlık dolu bir hava esiyordu.  Az önce sevgi üstüne okuduğu satırları  düşünerek geçti eski  hükümet konağını. İlçenin incir mevsiminde köşe başlarına siyah-beyaz incirlerini sergileyen üreticilerin özendiren davetlerini geride bırakarak, belediye önünden iskele yönündeki daracık kaldırımda yürümeye çalıştı. Bankaları geçip balıkçılar sokağına gelince, trafiğin usandırıcı yoğunluğu sürse de, balık tezgahlarına açılan alanda rahatlamıştı. Belki binlerce kez geçmişti bu sokaktan. Balıkçıların çaprazında ‘Terzi Ahmet’ levhasını da binlerce kez görmüştü. Ahmet’in “gel çayımı iç” davetine bu kez hiçbir gerekçe üretmeden girdi dükkanın kapısından. Bu dükkanın kırk yılı aşan öyküsünü biliyordu aslında. Bir yapı ötede denizin yumuşak esintisine, hoyrat olmayan dalgaların kıyıya çarpmasıyla oluşturduğu sese yabancı değildi. Makinenin başında yaşamını iğne deliğinden geçirme çabası içindeki Ahmet’i selamlarken, bu caddenin yıllar önceki durumunu anımsamaya çalıştı.  Rafları pala pırtıyla dolu eski, onarılması gereken giysiler düzensizce oraya buraya serpiştirilmiş, köşede sürekli açık ufak bir televizyon ve konukların oturması için konulmuş bir sandalye…  Bu ufacık dükkanda kocaman kara gözleriyle ayrımsız herkese gülümseyebilen terzi, hayatın en acımasız yerinden omuzlarına yüklediği paya razılanmıştı…

Bir dağ köyünün kara yağız delikanlısıydı Ahmet. Yaz günlerinde ulu çam ağacının fısıltısıydı babasından anımsadığı. Güneş gibi ılık, apaydınlık dokunuşu kalmıştı hatırında.  Kocakır’ın çeşmeleri gürültülü seslerle akıyordu. Yazın sarısını görmeden düştüler yola. Ovalarda işçilik ettiler, cırcır böceklerinin çağırdığı türkülerle uyudular… On ikisine gelmeden büyüdü Ahmet. Denizi gördü sonra bir yakını aracılığıyla. Sevdi denizden esen pürüzsüz rüzgarı. Sabahın erken saatlerinde balıkçıları bekleyen cılız kediler gibi sığındı liman kentine. Köyü ile bütün geçmişi; baharın erken yeşilinde kıra bir rüzgar gibi koşması, cılız ve eski  kiremit damları ve bir yaz sabahının dilsiz küçük pencerelerin zoraki gülümseyen parıltıları arasında bom boş sokakların insansız uğurlamasıydı.

Çalışıyordu Ahmet ne iş bulursa. Sonra terzi çırağı olmaya karar verdi. İşten arta kalan zamanında terzilik öğreniyor, kendi işliğini kurma hayaliyle, güneşin kırmızı ışıkları daha vurmadan cama yollara düşüyordu. Tezgaha usta olarak oturduğu gün ayakları yere basmıyordu sevincinden. Top top kumaşlar dizmişti raflara. En iyilerinden bir takım geçirmişti sırtına. Terzi Ahmet’ti artık… İyi terziydi. Yıllar geçtikçe daha da pişti işinde. Güzel giyiniyordu. Nede olsa kendi işiydi… Köyüne gidiyordu sık da olmasa. Gözleri dokunuyordu bazen kızların gözlerine. Nedenini kestiremediği, orada başlayıp biten ilgilere üzülüyordu. Sevgi, özlem ve acının sınırı yoktu. Köyünün lekesiz gökyüzünde akıp dağılan gülüşü hep özledi.

Kalabalıklaştı Ahmet. Çocukları büyüdü. Uyku dışında, işinde geçirdi zamanını. Denizin ılık rüzgarı gönlünü okşadı, soğuklar hançer gibi saplandı yüreğine. Her şeyin belli bir sırası var. Başladığı gibi sürmüyor yaşam. Denizin hırçın, boz rengi yıllarca yaladı pencereden yüzünü… Bir gün şafağın pembeliği  beyaza  dönüşmeden yürüdü dükkanına. Ayaklarının eskisi gibi basmadığını fark etti. O gün makinenin pedalını çevirmedi ayakları. Sonra geç kalmışsın dedi doktor. Yatması gerekiyordu hastanede. Masrafını sordu ilkin. Sigortaya borcu vardı. Kendi olanaklarıyla ödemesi güçtü. Çoluk çocuk ne yapar… Tedaviye başladı Ahmet. Aklı estikçe gitti hastaneye. Her gidişinde raflardaki kumaş topları eksildi. Israrlı uyarılara rağmen yatmadı hastanede… Bir gün güneşin renklerini fark edemedi. Yatağından kalkamıyordu. Hastaneye götürüldüğünde sağlığından çok tek düze sürüp giden yaşamın zorluklarını düşünüyordu… Döndüğünde yaşamı farklıydı artık. Kamu haklarından yararlansın diye, sonradan yok saydıkları bir de rapor tutuşturdular eline.

‘Yanlış tedavi ettiler beni’ diyordu. ‘Kırk yıllık emeğim var benim. Ödeyemedim diye sigortamı yaktılar.Topu topu iki yıl sigortam gözüküyor. Bunca yılda emekli olamaz mı insan?..’  Tırnakları parmaklarına gömülmüş, eski bir giysiyi zor kavrıyor eli. Destek olmadan yürüyemiyor. Sabah sandalyesine oturunca kalakalıyor öylece. Sırım gibi kara yağız Ahmet bir cüceye dönüşmüş nerdeyse… ‘Yüzde altmış rapor alabiliyormuşum’ diyor.’ Belki malulen bir şey yapılabilir…’ Nefes alıyorsan umudunu yitirmezsin…

Verimli toprakların üzerindeki yeşil kentin daracık sokağında yarım asırlık terzi; nemin, soğuğun ve yoksulluğun saldırısına direnemedi. Çevresindekilerin kısıtlı ilgisine rağmen, Sosyal Devlet’in(!) tüm olanakları sakat kalmasını önleyemedi. Bir insanın yaşam savaşı şaşkınlık belirten gözlerle bitmemeli… Sabahın erken saatlerinde adımlarını sürüyerek işliğine varan insan, yorgunluğunu yüklediği gövdesiyle, okşayıcı bir kucaklayışla barışık olmalı. İpeksi bir karşılamayla varmalı evinin kapısına akşamları. Bunca yıllık emeğin biriktirdikleriyle karanlığa terk edilmemeli. Gece bastırınca çıldırtan bir suskunluğa gömülmemeli…

Bireysel kurtuluş ıstırap vericidir. Utanılasıdır bazen…  Yaşam bir sevgi denemesidir. Bir insanda bütün insanlığı üretebilirse sevgi, mutluluğa dönüşecektir…