“Süreç” ve Yeni Politik Durum

“Süreç” ve Yeni Politik Durum

Tüm yayınlarımızda devletin çözüm süreci olarak adlandırdığı süreci sözde “çözüm süreci” olarak adlandırdık. 28 Şubat 2015 “Dolmabahçe Mutabakatı”ndan itibaren ise, AKP Hükümeti ve devletin bu süreçten başka bir şey anladıklarını, Türkiye ve Kürdistan barış ve demokrasi güçlerinin ise bu sürece farklı bir misyon yüklediklerini aktarmaya çalıştık. 1 Mart 2015 tarihli 7. sayımızda konuyla ilgili yazının sonunu şöyle bağlamışız: “Bize göre Türkiye “Barış ve Demokratik Çözüm Süreci” açısından hassas bir döneme girmiştir. AKP, yine ayak sürüyerek bu ortak açıklamayı seçim sürecinde kendi çıkarına kullanmaya çalışacak, Emek, Barış, Demokrasi ve Özgürlük Güç’leri ise bu sürecin “Müzakere Yol Haritasına” uygun bir şekilde gelişmesi için mücadelesini sürdürecektir. Bu anlamda mücadele yeni bir aşamaya yükselmektedir. Politika Gazetesi olarak barış ve demokrasi mücadelesinde elde edilen bu kazanımı selamlıyor, başarıya ulaşması koşullarında kazananın tüm Türkiye halkları ve işçi sınıfı olacağının önemine vurgu yapıyoruz.

Gelişmeler bu yönde oldu. “Tarafsız” Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu gelinen aşamanın AKP açısından bir getirisi olmayacağını anketlerden izleyince masayı devirdi, süreci fiilen durdurdu. Seçim kampanyası boyunca söylemde ve pratikte terörize edici, provokatif icraatlar geliştirdi ve yüzlerce saldırı, cinayet ve bombalamalar ile söylemlerini de pratikleştirdi. Konunun iki yanı var. Bir yanı, HDP’nin yüzde on barajını aşmasını engelleyip tek parti iktidarını güçlendirmek ve kendi hükümdarlığını oluşturmak. Bunun için HDP’yi hedef almak. Diğer yanı ise bundan da önemli. T.C. Devleti ve onun doktrini kesinlikle Kürt ulusal sorununun çözümüne açık değildir. Böyle bir niyeti yoktur. Onun için sürece sözde “süreç” demekten kendimizi alıkoymadık. Tek amaçları döneme uygun olarak AKP iktidarını sağlamlaştırmak ve bunu yaparken Türkiye’nin en temel sorunlarının başında olan Kürt ulusal sorununu kendi amaçları anlamında çözmek idi. Kendi amaçları da, Kürt halkının ağzına bir parmak bal çalmak yoluyla oy desteğini almak, bu arada da Kürt Özgürlük Hareketi ve onun politik oluşumu PKK’yi tasfiye etmekti.

AKP Hükümetini ve T.C. Devleti’ni rahatsız eden bir diğer önemli konu da Kürt Özgürlük Hareketi’nin, Türkiye işçi sınıfı hareketinin devrimci güçleri ve Türkiye’nin çok geniş barış ve demokrasi güçleri ile ilişkilenmesi idi. Bu gelişme sadece Kürt halkının zaten verilmek istenmeyen haklarının verilmesinin ötesinde Türkiye’nin bir bütün olarak demokratikleşmesi ve anti-kapitalist bir mücadeleye evrilmesi tehlikesini kendileri açısından içinde barındırıyordu. Bunun ötesinde Türkiye’nin geniş barış ve demokrasi güçlerinin Kürt ulusal sorunun çözümüne sahiplenmesini getiriyordu. Bu gelişmeler Türkiye egemen sınıfları ve onların temsilcisi politik güçlerin planlarına aykırı idi. Onun için bu sorunu önce “havuç” yöntemi ile kandırarak çözmeye çalışmayı denediler, bu olmayınca da gerçek yüzlerini ortaya çıkardılar.

Seçim kampanyalarında verilen sinyallerin işareti Suruç Katliamı ile verildi ve düğmeye basıldı. IŞİD senaryosu bu strateji değişikliğini perdelemek için yaratılan bir gerekçeden başka bir şey değildi. Keza, ilk gün Rojava civarında boş arazilere birkaç bomba atma ve metropollerde daha sonra serbest bırakılan figüranları gözaltına alma dışında IŞİD’e karşı herhangi bir “operasyon” yürütülmemiştir. IŞİD’e karşı sözde operasyona 4 adet F16 uçağı katılırken ve “operasyon” 2 saat sürerken, PKK’ye karşı operasyonlarda Kandil bölgesine ve Medya Savunma Alanlarına 40 uçak, Türkiye içindeki gerilla mevziilerine karşı ise aynı anda 30 uçak havalanmış ve bombardımanlar 5 saatin altında gerçekleşmemiştir. Bu uçaklar sadece kendi beyanlarında belirttikleri gibi dağlardaki mevziileri bombalamıyorlar. Kandil bölgesinde ve Türkiye Kürdistanında köylerin etrafını, mezraları, yerleşim birimlerini lazer güdümlü bombalar ile ateş altına alıyor, kimi yerlere yangın bombaları atıyorlar.

T.C. Devleti bir kere daha Kürt halkına gerçek yüzünü ve niyetini göstermiştir. Türkiye’de de geniş bir kamuoyu artık durumun farkındadır. Gelişmelere, sadece egemen basının çarpıtılmış haber ve yorumları ile bakmamaktadır. Kürt halkına karşı girişilen yıldırma, imha ve işgal politikalarına karşı çıkmaya başlamışlardır. Bu olgu, geçmişten farklı olarak Türkiye kamuoyunda sağ duyulu, demokrat nüfusun Türkiye Kürdistanındaki gelişmeleri hissetmeye başlamasını sağlamaktadır. Bu yeni bir durumdur. Evet, ortada bir devlet politikası vardır ve bu politika doğrultusunda devletin statükocu güçlerinin en şahin kanadı ile AKP’nin bir bölümü uzlaşmıştır. Seçimlerin yarattığı irade hiçe sayılmış, devlet olaya el atmıştır. MHP’nin, AKP’nin işlerini kolaylaştırıcı destek vermesi, Aydınlık gazetesinin AKP’nin politikalarını desteklemesi, İlker Başbuğ ve çevresinin son dönemlerde görüntü vermemesi bu gelişmenin sinyalleridir.

Türkiye’nin AKP hükümetleri döneminde, özellikle son yıllarda İran ile girdiği çarpık ticari ilişkiler, IŞİD ile geliştirdiği yasadışı ticaret, Güney Kürdistan ile oluşturulan ticari koridorlar özellikle Erdoğan ve yakın çevresi için tehlike arz ediyor. “17-25 Aralık Soruşturması” olarak adlandırılan ve 4 bakanı içeren dosyalar, Erdoğan ile oğlu arasında geçen telefon konuşmalarının tapeleri hasır altı edilmiş gözükse de Erdoğan ve kurmaylarının tepesinde Demokles’in kılıcı gibi duruyor. PKK’ye yüklenen ama daha sonra gerekli önlemlerin alınmadığı ortaya çıkan karakol baskınları, Roboski katliamı, yüzlerce faili meçhul cinayet, MİT TIR’ları gibi daha onlarca yasadışı olay Erdoğan ve kurmaylarını, devletin üst kademelerindeki bürokratları ürkütüyor. Her ne pahasına olursa olsun kontrolü elden bırakmamak için iktidara sıkı sıkıya sarılmak ve bu amaç için ölümüne mücadele etmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Bu sebeple ABD ile uzlaşarak ve bugüne kadar direttikleri noktalardan taviz vererek aralarındaki çelişkileri asgariye indirerek, kendilerini korumaya almaya çalışıyorlar. Suriye politikalarına bağlı olarak İncirlik pazarlığı bunun sonucudur.

ABD ve diğer emperyalist merkezler Türkiye’de, Erdoğan’ın politik hareket ve etki alanının sınırlandırıldığı bir AKP - CHP koalisyonunu kurguluyorlar. Abdullah Gül’ün bu konuda bir rol üstlenmesini ön görüyorlar. Erdoğan ise kendisine yönelik bu tehlikeye karşı AKP - MHP veya MHP destekli AKP azınlık hükümeti ile ülkeyi erken seçime götürmek istiyor. Ya tam kazanırım, ya da bugünden daha kötü olmaz diye düşünüyor. Ancak durum hiç de öyle görünmüyor. Kürt halkına karşı saldırıların bu denli yoğunlaştığı, Türkiye devrimci güçlerine karşı baskı ve terörün arttığı, işçi direnişlerinin geliştiği bir ortamda seçim yapmanın koşulları yoktur. Bu koşullarda ne seçim kampanyası yürütülebilir, ne de seçim sandıkları kurulabilir. Bu olanağı zorlamak ülkeyi bir iç savaş ortamına sürüklemek demektir.

Türkiye’de “barış ve demokratikleşme sürecinin” tekrar ve bir üst aşamasında yürütüleceği, işçi sınıfı hareketi üzerindeki baskıların kaldırılacağı, yayın yasağı, internet sitelerinin kapatılması, basın organlarına müdahale edilmesi gibi uygulamaların kalkacağı, polis, asker ve resmi-sivil paramiliter güçlerin terör uygulamalarını kaldırdıkları, görece daha demokratik bir siyasi toplumsal ortama ihtiyaç vardır. Tüm barış ve demokrasi güçlerinin bu düşünce ile iktidarın iç savaş politikalarına karşı durması, komşu ülkeler ile barışı savunması ve ister Koalisyon, isterse de erken seçim, tercihleri neyse, onun toplumsal koşullarının yaratılması için güçlerini birleştirmeleri çok önemlidir. AKPMHP savaş koalisyonu bu ülkeyi iç savaşa sürükler. Kürt özgürlük hareketi ile Türkiye işçi sınıfının devrimci güçlerinin bağlaşıklığı temelinde oluşacak en geniş Barış ve Demokrasi Bloku ve onun geliştireceği yığınları kapsayacak direniş ise bu ülkenin sorunlarının çözülmesinde önemli bir ileri adımı ifade eder.


Konuyla ilişkili diğer makaleler