“SOL” Liberalizme Karşı

“SOL” Liberalizme Karşı

Sosyalist sistemin çökmesi, Türkiye Solu’nun 1980 sonrası yaşadığı dağınıklık ve likidasyonla üst üste gelince ülkemizde sol düşünce, çok farklı burjuva bakış açılarının etkisine açık hale geldi; bir anlamda onların istilasına uğradı. Bu “istilacı” etkilerden biri, devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm ve onunla at başı giden milliyetçilikti. “Sol” görünüm altında dahi olsa Kemalist bakış açılarının eleştirisi, “Politika”nın geçmiş sayılarında ele alındı; bundan sonra da alınmaya devam edecek. Biz bu sefer başka bir bakış açısına, sol liberalizme değinmek istiyoruz.

Sol liberalizm, Kemalizm gibi derli toplu ve net bir teorik çerçeveden çok, geçmiş sosyalist deneylerin başarısızlığına duyulan tepkiler, varılan acele ve sığ yargılar, devrimci atılımlara inancın kaybolması, sosyalist düşüncenin doğruluğuna olan militan inancın zayıflaması, geçmiş hatalar karşısında Marksist anlamda bir özeleştiri yerine bir bütün olarak Marksist teoriyi ve geçmişteki devrimci duruşumuzu suçlama gibi yaklaşımlarla karakterize olan bir tavırlar bütünü durumundadır. Bir kısmı sosyalist örgütlerin dışında olan aydın çevrelerde (Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler, H.Berktay gibi akademisyenler, eski Taraf gazetesi yazarları..) büyük ölçüde “merhum” TBKP hareketinde, kısmen de ÖDP ve kendini “yeni sol” diye adlandıran çevrelerde, kısaca oldukça geniş bir yelpazede bu tür tavır ve reflekslere rastlamak mümkündür. Yazımızda bu kesimi, tüm bu genişliği ve belirsizliği içinde dahi olsa, karakterize eden kimi ortak noktaları vurgulamayı ve onlara karşı net bir Marksist tavrı tanımlamayı amaçlıyoruz.

“Sınıf bakışı olmasın da ne olursa olsun”

Birinci ortak özellik, Marksizm’in özünü teşkil eden sınıfsal bakışın reddedilmesidir. Geçtiğimiz günlerde eski sosyalist Oya Baydar, “TC tarihi boyunca hep ezilen Kürtler, Hristiyanlar, Aleviler ve Müslümanlar olmuştur” şeklinde bir formülasyon yaptı. Ezildiği tespit edilen kesimler doğrudur; ancak “ufak bir detay” eksiktir: İşçi sınıfı, yoksul köylülük ve sol hareket!.. 90 yıl boyunca solun ve işçi hareketinin nasıl vahşice bastırıldığına geçmiş sayılarda değindik; daha da değineceğiz. Bu temel gerçeği, ilk doktora çalışmasını “Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi” üzerine yapmış eski bir akademisyenin unutması çok manidardır. Kafalarındaki egemen yaklaşım şudur: “Çağdaş gelişmeler ışığında klasik anlamda bir işçi sınıfı kalmamıştır. Toplumsal muhalefet bundan böyle esas olarak dışlanmış etnik, dinsel, mezhepsel ve cinsel kimliklerinin belirleyiciliğinde sürmektedir. Düzene karşı muhalefetin ana yörüngesi böyle algılanmalı ve örgütlenmelidir.”

Bu çarpık algı Türkiye ile sınırlı değildir. Hepsinin ardında emperyalizmin kirli elleri bulunan etnik ve mezhepsel çatışmaların dünyanın gündeminde baş köşeye oturması, sol düşüncede de bu deformasyonu ve algı kirliliğini getirmiştir. Kimi siyasal makalelerde, Meksika’nın güneyinde sosyalist bir yoksul köylü hareketi olduğu herkesçe bilinen “Zapatistalar” dahi “yerel ve etnik bir Kızılderili hareketi” olarak tanımlanabilmektedir. Bu inanılması zor cahilliğin arkasında, emperyalizmin sosyalizm ve sınıf gerçeğini unutturma çabasının olduğu aşikârdır.

Bilimsel-teknolojik devrim sonrasında işçi sınıfının bileşiminde büyük değişiklikler meydana geldiği açıktır. Klasik mavi yakalı kol emekçilerinin oranı, genel ücretliler içinde düşmekte, hizmet ve otomasyona dayalı sektörlerde çalışan beyaz yakalıların oranı ise hızla artmaktadır. Bu durum, oldukça yeni sömürü biçimlerini de ortaya çıkarmaktadır: Geçici işçilik, part-time çalışma, evden iş yapma, yarışma usulü projeler, internette el konulan gizli emek...vs. gibi. Yeni olan, gerçekten üzerinde düşünülerek özgün mücadele yöntemleri geliştirilmesi ve teorik olarak derinleştirilmesi gereken bu olgular 1800’lerden beri vurgulanan ana gerçeği, yani “kapitalist sömürü ve ücretli emekçiler sınıfı” gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Ücretli emekçi kimdir? Marx’ın yıllar önce belirttiği gibi, “işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan ve üretim araçları üzerinde hiçbir mülkiyeti olmayan insan”dır. Seattle’dan Wall Street’e, Atina’dan diğer Avrupa başkentlerine kadar, milyonları kapsayan anti-kapitalist eylemlerin kalbinde yer alan ana gerçek hala budur, ve bu olmaya devam edecektir.

Durum böyleyken, “yenilik” adı altında sınıf gerçeği ile karşı karşıya getirilen “kimlik devrimciliği”nin anlamı nedir? İnkar edilen kimlikler; Kürt, Ermeni, Roman, Alevi, Çerkes, Laz, kadın, eşcinsel... Türkiye’nin 90 yıllık kanayan yarasıdır ve sosyalistler, yıllar boyu yok sayıldığı için mağdur olan tüm bu kesimlere el uzatmak, onlarla ortak bir demokratik muhalefet örgütlemek zorundadır. Ancak gerek sorunun kaynağının tespitinde, gerekse önerilen çözüm yönteminde Marksistler olarak farklılığımızı ortaya koymak zorundayız: Dışlama ve “ötekileştirme”nin kaynağı “insan tabiatı” ya da “insan ruhunda farklı olana tahammül edememe dürtüsü” gibi soyut olgular değil, tamamıyla burjuva bir proje olan “ulus-devlet”in bir toplum dizayn etme ve yönetme çabasıdır. Türkiye burjuvazisi ve egemen bürokrasi, tıpkı Avrupa’daki sınıfdaşları gibi, iktidara geldiğinde ülkeyi oluşturan ve yüzyıllardır bir dışlanma olmadan beraber yaşayan değişik renkleri acımasızca budamış, toplumu daha kolay yönetmek ve insanları kendine daha güçlü bağlarla bağlayabilmek için soyut bir “Türk kimliği” yaratarak dışlamayı kurumsallaştırmıştır. Çözüm de bu burjuva devletin yıkılarak yerine enternasyonalist temelde bir sosyalist devlet kurulmasıdır. Bu doğrultuda yürürken, sınıfsal kökeni ne olursa olsun ayrımcılıktan mustarip her Kürt ferdi ile birlikte yürüyeceğiz; ama önceliğimiz sağ partilere yıllardır oy depoluğu yapmış ağalar ve aşiret reisleri değil, Amed’in, Botan’ın, Dersim’in yoksul köylüleri ve emekçi gençleri olacaktır. Çerkes kimliğinin özgürlüğü için mücadele ederken ana kaygımız MİT’in saflarını dolduran, ya da TC’nin Kafkasya’daki kirli tezgâhlarına alet olan Çerkes faşistleri değil, Anadolu’da diğer halklarla onurlu bir gelecek için mücadele eden Çerkes ilericileri ve demokratları olacaktır. Ermeni halkının tarihsel acılarını paylaşıp 1915 utancını lanetlerken, ana müttefikimiz Etyen Mahçupyan, ya da Markar Esayan gibi burjuvazinin ve emperyalizmin dalkavukları değil, sevgili Hrant gibi konuya sosyalizmin kardeşlik penceresinden bakabilen Ermeniler olacaktır. Ve nihayet, kadının ezilmişliğine karşı mücadele ederken, ana kaygımız kocalarının servetiyle sürdürdükleri tatlı hayat içinde yozluğun ve ahlaksızlığın çukuruna batmış zengin kadınların “dramı” değil, kapitalizme ve erkek egemenliğine karşı direnen, alnının teriyle ve onuruyla yaşayan milyonlarca emekçi ve aydın kadın olacaktır.

Ezilen kimlikler olgusu, emek-sermaye çelişkisini ve sınıfsal yaklaşımı ortadan kaldıramaz; aksine ancak onunla eklemlendiği ve beraber ele alındığı zaman bir çözüme kavuşabilir. Bu temel gerçeğin dışındaki her yaklaşım, birer göz  boyamadan başka bir şey olamaz.

Barış ve çevre mücadelesinin özü sınıfsaldır

TKP ve TİP’i “birleştirme” adına başlayan, ve onları “birlikte likide etme” süreci olarak sonlanan TBKP sürecinde, en çok öne çıkan ifadelerden biri “dünya barışı tehlikedeyken sınıf mücadelesi ikinci plana düşer” şeklindeydi. Milliyetçilerin kendi suçlarını örtbas etmek için kullandıkları “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” sloganına çok benzeyen bu ifade (kökleri SBKP’nin 20. Kongresiyle başlayan sağa kayma sürecine dayanmakla birlikte), TBKP sürecinde her iki partinin de devrimci değerlerini yok etmek ve reformizme rahatça yelken açmak için kullanılan bir formül olmuştu. Bugün ise durum meydandadır. Sosyalist sistemin yıkıldığı 1992’den bu yana, emperyalizmin körüklediği yöresel savaşlarla, Balkanlardan Ortadoğu’ya, Orta Asya’dan Afrika’ya tüm insanlık bir kan banyosuna batmış durumdadır. Bu durum, en kör gözlere bile şu gerçeği sokmalıdır: Sınıf mücadelesinde kaybeden, barışı da kaybeder. Sınıf mücadelesi, “barış” adına bastırılması, ikinci plana atılması gereken bir olgu değil, aksine yükseltilmesi ve zafere yönlendirilmesi gereken bir alandır. Sosyalist sistem ayakta kalabilseydi ve tüm ülkelerde sosyalist hareket gücünü koruyup artırabilseydi, emperyalizm bu kadar fütursuzca ve utanmazca savaş tezgâhlarına girişemezdi.

Aynı olgu çevre mücadelesi için geçerlidir. Kemal Atakan arkadaşımızın bir önceki sayımızdaki yazısında isabetli bir şekilde belirttiği gibi, Almanya’da Yeşil hareket, burjuva politikalarıyla bağını koruyarak ve komünist hareketi dizginlemek amacıyla geliştirilen bir manipülasyon içinde doğmuş, gelişmiş ve bugün, sınıf mücadelesi gerçeğine sırt çevirerek tam anlamıyla sıradan bir düzen partisi haline gelmiştir. Buna karşılık, özellikle (başta Latin Amerika olmak üzere) Üçüncü Dünya ülkelerinde gelişen birçok çevre hareketi anti-kapitalist bir ekseni benimsemiş, Amazon yağmur ormanlarının korunmasından Bolivya’daki su hareketine kadar, emekçileri kapitalist tekellerin aç gözlülüğüne karşı harekete geçiren güçlü birer manivela olarak sol toplumsal muhalefete eklemlenmiştir. Sendikalarla, köylü hareketiyle, yerel emekçi insiyatifleriyle, kısaca sınıf mücadelesiyle bütünleşmeyen bir çevre hareketinin değil başarıya ulaşma, var olma şansı dahi olamaz. Bugün de ülkemizde HES’lere karşı verilen mücadele, enerji tekellerinin aç gözlülüğüne karşı emekçi köylü hareketiyle omuz omuza yürümek zorundadır.

Liberaller: “Emperyalizm mi? O da nesi?”

Liberal mantığın en çok teklediği alanlardan biri emperyalizm olgusudur. Savundukları ana mantık şudur: “Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra dünyada tek sistem vardır. O da serbest pazar ekonomisine dayanan parlamenter demokratik sistemdir. Bu, hava ve su gibi verili bir durumdur. Tüm çözümler bu sistemin içinde aranmalıdır. ‘Emperyalizm’le mücadele adına bu sistemin dışına çıkmayı isteyenler, Saddam ya da Esat gibi izole bir diktatörlük peşinde koşan otoriter milliyetçilerdir. Putin, Çin, Şanghay Beşlisi... vs gibi oluşumlar da bu totaliter eğilimin son kalan temsilcileridir.”

Ortadoğu ve Balkanlar gibi bir coğrafyada yaşayan bir aydının “emperyalizm” olgusuna gözlerini kapaması ve onu görmemesi için ya kör, ya da profesyonel bir yalancı olması gerekir. Sorulması gereken sorular şunlardır: Son 10 yıl içinde birkaç kilometre güney doğumuzdaki Irak’ta 1,5 milyon sivili kim öldürdü? Hangi “globalizm” ve “serbest piyasa düzeni” adına bu vahşet kulak ardı edilebilir? Bu vahşeti lanetlemek ve ona karşı direnmek “totaliterlik” ve “milliyetçilik” midir? Filistin halkına 50 yıldır bu acıları yaşatan kimdir? Petrol tekellerinin ülkesini 100 yıldır yağmalamasına “dur” deyip o geliri halkı için kullanan ve ABD’ye kafa tutan bir Chavez “totaliter milliyetçi “olarak mı görülmelidir? Emperyalizmin saldırısına karşı direnen Esat ve onu destekleyen Putin’i lanetleyen liberaller, bu güçlerin çökmesi durumunda ülkeyi ele geçirecek olan kelle avcısı İslami faşistleri hangi “liberal prensip” adına içlerine sindirecekler? Arkasında El Kaide’nin olduğu herkesçe anlaşılan Reyhanlı katliamı ertesinde sol liberal Ufuk Uras’ın, “bu cinayet, sonu yaklaşan diktatör Esat’ın son çırpınışlarıdır” diyerek hedef saptırdığı ve böylece emperyalizmi akladığı, gerçek netleşince de suskunluğu seçtiği hatırlardadır. Bu tavrın, aslında liberal ideolojinin soldaki “son çırpınışları” olduğunu ne zaman anlayacaklar?

Sorular artırılabilir. Ancak gerçek şudur: Sosyalist sistemin çöküşünden sonra emperyalizm maalesef “hava gibi” yaygınlaşmıştır. Ancak bu zehirli bir havadır ve insanlığın nefes almasını engellemektedir. Şu an dünyayı saran bu zehirli bulutu mümkün olduğu kadar yerden delmek, parçalamak ve nefes alınacak alanlar açmak bir insanlık görevidir. Sosyalistler bu doğrultuda (sosyalist olmasalar dahi) emperyalizme karşı direnen tüm unsurlarla, kendi bağımsız tavırlarını koruyarak, ittifak yapabilirler ve yapmalıdırlar. Bu süreçte “emperyalizm yoktur, globalizme karşı çıkanlar da gerici milliyetçilerdir” diyen liberaller de, emperyalizmin bu hayasızca saldırısının yedek tekerlekleri olmaktan öteye gidemeyecektir.

Bu çarpık mantık, ülkemizdeki düşünsel yaşamda, özellikle “Kemalizm” konusunda bir tür “liberal terör” yaratmıştır. Yukardaki mantık doğrultusunda liberaller, “anti-emperyalist mücadele” ya da “ulusal bağımsızlık” diyen herkesi kolaylıkla Kemalist, ulusalcı ya da Ergenekoncu diye damgalamakta, bu da tam anlamıyla “atın izi ile itin izinin karıştığı” bir ideolojik bulanıklık yaratmaktadır.

Anti-emperyalist olmak, Kemalizm de değildir, ulusalcılık da. Emperyalizme karşı çıkmak, değil sosyalist olmanın, demokrat olmanın temel şartlarından biridir. Sosyalistler Kemalizmi “emperyalizme karşı çıktığı için” değil, tam aksine, ona gerçek anlamda karşı çıkmadığı, onunla perde arkasından uzlaştığı, ve ülkeye kapitalizmi getirerek emperyalizmle bütünleşmenin yolunu açtığı için eleştiriyorlar. Perinçek ya da Ergenekon’cu generaller gibi “anti-emperyalizm”den bahseden sahtekarlar ise, dünyanın ABD’ye en bağımlı ordusu olan Türk Silahlı

Kuvvetlerinin emperyalizmle 70 yıllık utanç verici işbirliğini örtbas eden, ve (aslında emperyalizm kendilerini gözden çıkardığı için) yurtseverliği kendi faşist planları için kullanan yalancılardır. Aynı şekilde bugün MHP’lilerde dahi bir “anti-emperyalist” üslup yer yer gözlenmektedir. Ama bunun da özü bellidir: 1990 öncesinin aksine, ABD’nin artık kendilerine ihtiyacı yoktur ve onları dışlayan politikalar geliştirmektedir. Bu gericiler de, kapitalizmi, faşizmi ve ırkçılığı bir an bile tartışma konusu yapmaksızın, sırf ABD’ye olan “küskünlükleri” üzerinden sözde bir “anti-emperyalist” görüntü geliştirmektedir. Ancak yarın şayet ABD sola karşı kendilerini “göreve” çağırırsa, kuyruklarını kıstırarak ve koşa koşa onun emrine girecekleri de bugünden bellidir. Tıpkı geçmişte ABD’de eğitim görmüş ağababaları Abdullah Çatlı gibi.

Dolayısıyla tavrımız net olmalıdır: Nasıl Tayyip’in Kemalizm’e karşı çıkması bizi tepkisel olarak Kemalist yapmamalı ise, Ergenekon’cuların ve MHP’nin “anti-emperyalist” soslu yalanları da bizleri emperyalizm olgusunun önemini görmekten alıkoymamalıdır.

Halen ülkemizde “anti-emperyalizmi” kullanan milliyetçi-Kemalist söylem ve “demokrasi”yi diline dolayan emperyalizm işbirlikçisi liberal söylem, tahterevallinin iki ucunda yer alan iki gerici güçtür ve yarattıkları “kayıkçı döğüşü” ile tüm siyasal-düşünsel hayatımızı esir almakta, aslında aynı efendiye, emperyalizme ve onu işbirlikçisi yerel gericiliğe hizmet etmektedir. Bu sahte ikilemi kırmak, her iki ucu da teşhir etmek, ve gerçek yurtseverliği ve gerçek demokratlığı bilinçlere çıkarmak sosyalistlerin görevidir. Bunu başarmanın temel şartı da her iki alanda, hem resmi ideoloji olan Kemalizme, hem de işbirlikçi liberal ideolojiye karşı mücadeleyi diri tutmak ve yükseltmekten geçer.


Konuyla ilişkili diğer makaleler