100’lerden Biri: Kemal Tayfun Benol

100’lerden Biri: Kemal Tayfun Benol

Yeni tuttuğumuz gazete ofisini temizleyeceğiz. Bekle ki gelsin Tayfun. Sonra elinde yeni tarz bir temizlik kovasıyla geldi. İşimizi kolaylaştırır, “baksana çok güzel” diyerek gülümsüyordu. Niye geç kaldın bile diyemedim. El ele temizledik ofisi. Çok becerikli olduğumuza karar vermişti.

Hep çalışkandı Tayfun

İlk sayısı çıktı gazetenin. 28 Kasım 2014. Gazete postalayacağız. Gelin görün ki her şey el yordamı. Yenibosna’da matbaadayız. Paketliyoruz can hıraş. Bir yandan da gülüyoruz acemiliklerimize. Güle oynaya paket yapınca, hele ki Tayfun’un kılı kırk yarar özeni de eklenince işe. Postane’nin kapanmasına beş kala gittik. Almadılar postayı. Malum yanımda Tayfun var ve geç kaldık. Ne ofise getirebiliyoruz ne de matbaaya geri bırakmak içimize siniyor. İlk sayı ve heyecanlıyız. Karar verdik ve “24 saat açık tek postane var” dedi Tayfun. Kendimizi Atatürk Hava Limanı’nda bulduk. İnsanların “bunlar ne taşıyor” bakışları altında – biraz da küstahça acıyarak- postane görevlisini zorla ikna edip, toplu kargo yaptırdık. Sanırım bir ilktir. Hava Limanı’nın orta yerinde, poşetlerin üzerine oturup kargo formu dolduruyoruz. Bir yandan da açlıktan adım atacak halimiz yok. Bir baktım Tayfun elinde iki sandviç ve çayla geldi. “Yahu Ayla, burası çok pahalıymış” diye hayıflanırken yemeğimizi yedik. Ofise döndüğümüzde dokunsalar ağlardık yorgunluktan. “Nasıl hallettik ama”nın sevincini görmeliydiniz Tayfun’un gözlerinde.

Sevinçli bir adamdı Tayfun

Bir gün, Feryal Öney’den Bingöl’ü dinlemeye çalışırken bilgisayar da, ses sorununu çözemedik bir türlü. Koşarak gitti ve elinde bir hoparlörle geldi. Armağan etti. Nasıl sevindirdiğini anlatmak çok zor insanlığının.

İnsanlığıyla şaşırtan, sevindiren, şımartandı Tayfun

Kemal Tyfun BenolTelefonu en çok açılmayan, bizi buna alıştıran, ağız dolusu kahkahaları kulaklarımızda çınlayan, sırt çantasında dünyayı taşıyan, hep yükü ağır, dışardan bakıldığında vurdumduymaz gözüküp, bir o kadar naif, bir o kadar gördüğü haksızlığa karşı öfkelenen, çocuklar/ı için, ezilen, tüm sömürülenler için dünyayı ayağa kaldırabilecek kadar güçlü bir insandı.

Bir şarkı mırıldanırken sesinin güzelliğini keşfedeceğiniz, son derece mütevazi, hiç bir anlamda kariyer derdi olmayan, yaşamın gönüllü emekçisi, titiz, gurme düzeyinde lezzet düşkünü, ancak bir kuru ekmeği paylaşırken de kendinizi ziyafette sanacak kadar neşeliydi.

Ben hiç kızgın rastlamadım. Maaşları ödenmeyen işçiler için, kurucularından olduğu İnşaat İşçileri Sendikası’nın eylemlerinde, patrona karşı hak arayışında görmeliydiniz onu.

Gözüpek bir adamdı Tayfun

Tanıdığınız anda fethederdi sizi. Bütün yaralarınıza sızıverir. Dostluğu, yoldaşlığı gösterir. Derdiniz derdi, sevinciniz sevinci olurdu. Onu tanıyıp, hayatın bir noktasında arkanızı dönüp gitmeniz pek mümkün değildi. Mutlaka bir yerlerden çıkar. Omuzunuza dokunan bir insan sıcağı, bıraktığınız yerden devam edebileceğiniz kocaman bir yaşam olurdu.

Dostunu da düşmanını da iyi seçerdi. Kin duyduğu bir dostluk görmedim ama yaşamınca düşmanıyla sınıf savaşımını şiar edinmiş bir kavrayışın temsilcisiydi.

Ofis balkonuna kediler gelir. Bilirler ki Tayfun oradaysa sosis partisi vardır. O yokken geldiklerinde esprisi yapılır. “Tayfun yok. Biz verelim” diye.

Oğullarının babası, arkadaşlarının Tayfun Abi’si olmak büyük mutluluğuydu. Gençler, hemen etrafını sarardı. Her biriyle evlat sıcağında sohbetlerinin tanığı olmak, Eşini kızdırdığında duyduğu huzursuzluğu yüzünde görmek, yaramaz çocuk edasıyla eve gidişlerini, en yakınındaki dostluklarına emeğini görmekti Tayfun’u tanımak.

Güzel insandı Tayfun

9 Ekim akşam saatlerinde aradı. Duymadım ilk kez, Ankara’ya giden otobüste bir kişilik yer olduğunu söylemek için aradığını sonradan öğrendim. Otobüsle gittikleri için, bizden erken yetiştiler mitinge.

İnşaat İş’ten, Tekin, Erol, Serdar, İsmail’le Tren Garı’ndaydı. Onları görmek, onlarla mücadele içinde olmak yaşamının en büyük coşkularındandı. Saat 10.20 gibi Metro’dayız ve Tayfun’un olduğu noktaya ulaşmak için geçecek süre en fazla 10 dakika. İstanbul’dan aranıyoruz. Gar’da patlama olmuş. Yaralılar varmış dendi. Ulus’ta inecekken geçti metro, Sıhhıye’yi de pas geçti. Kızılay’da indik mecburen. Olay yerine doğru yürümeye başladık. Miting dağılmış, dağıtılmıştı. Korkunç bir durum olduğu insanların yüzlerinden anlaşılıyordu. Tayfun’u aramaya başladık. Çalıyor ama açmıyordu. Bazen de meşgul çalıyor seviniyorduk bir an. Ateş düşmüştü sanki içimize. Alana giremiyor. Tayfun’u aramaktan başka bir yol bulamıyorduk.

Jeoloji Mühendisleri Odası’na gittik. Orada olabilecek tüm arkadaşları aradık. Bir tek Tayfun’a ulaşamıyorduk. Bir de yanlarında olduğunu öğrendiğimiz Tekin ve Serdar’a da ulaşamadık bir türlü. Normalde Tayfun duymuyordur. Yaralılara yardım ediyordur diye düşünmek isterken, hiçbirine ulaşamamak endişelendiriyordu bizi.

HDP Genel Merkezi’ne gittik. Olayın vehameti artıyor. Gördüklerimiz, duyduklarımız gittikçe huzursuzluğumuzu artırıyordu. Ayakta tedavi gören yaralılar geliyordu. Üstleri kan içinde, onu da geçin et parçaları yapışmıştı. Vahşetti yaşanan. Kriz Masası oluşturulmuş, yaralı, ölü ve kayıp listeleri geliyor. Hepsine bakıyor, Tayfun’u bulamıyorduk listelerde. Bu durum iyi miydi? Kötü müydü? Bilemiyorduk bile.

Saatler sonra, İsmail, Tekin ve Erol’u kaybettiğimizi öğrendik. Tayfun ve Serdar’dan hiç bir haber yoktu hâlâ. Endişenin yerini umutsuzluk almaya başlamıştı. Eşi ve oğluna ulaştık Ankara’da. Bekliyorduk bir ses, bir haber olsun diye.

O haber saat 17.00’den sonra geldi. Teyid edilmemişti henüz ama kaybetmiş olabilirdik Tayfun’u. İnanamıyorduk. Nasıl olurdu bu? Tayfun bir yerden çıkacaktı. Her zaman olduğu gibi.

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne getirilen eks listesinde adı vardı. Acı bir şekilde teşhis ettik Tayfun’u. Yaşamanın en çok anlamını yitirdiği anlardan biriydi.

Tayfun’un katledilmesi ve bizim yaşıyor olmamız arasındaki zaman on dakika. O yoktu artık aramızda. Hiç yaşıyor olmaktan utanma duygusu yaşadınız mı bilmem. Ama ben o an yaşadım.

Serdar’dan haber yoktu ama Tekin, Erol, İsmail ve Tayfun’u kaybetmiştik. Umut yoktu ama umut etmek istiyorduk. Adli Tıp önüne gittik. Mahşer yeriydi. Herkes yakınını hatta yakınlarını arıyordu. Battaniyelere sarılı halde bekleşiliyordu. Az görülür bir travma yaşanıyordu Ankara’da. Ankara kan içindeydi. Ankara çığlık, Ankara öfke, Ankara acı içindeydi. Ankara ayaktaydı. Ezilen, sömürülen ve insanca yaşam isteyenlerin soğuk bedenlerini arıyorduk. Tarifsizdi yaşananlar. Yaşadıklarımız.

Beraber gittiğimiz, Emek Demokrasi ve Barış Mitingi’nden Tekin ve Tayfun’un cenazelerini alarak döndük İstanbul’a. Defnettik binlerle...

Tayfun, o 100’lerden sadece biriydi. Her biri için benzer acıyı hissetmemek insanım diyen kimse için mümkün değil. Bu insanların bıraktığı yerden elbet bu kavga sürecektir. Sözümüz olsun onlara.

Sözümüz olsun Tayfun

Seni duygusallığın dibine düşmeden anlatmak mümkün mü bilmiyorum. Gerekli mi onu da bilmiyorum. Ama sana dair aktardıklarım bir komünist insan tarifidir. Seni özel kılan, sınıf içinde ve sınıf mücadelesinde süren yaşamının bir katliamla bizden alınman.

Sen bir komünisttin. Yel değirmenlerine karşı savaştığını söyleyenlere ders olsun. Bu toprakların katliamlar güncesinde seni de aldılar bizden.

Bu kez geç kalmadın Tayfun. 10.04’te oradaydın. Mücadelen uğrunda öldürüldün.

Yaşamımız boyunca seni beklemek düşecek bize. Senin beklediklerini gerçekleştirmek için, sana özlemimizi, yokluğunu, sevgilerini, geride bıraktığın ne varsa yüreğimize iliştirip, devam edeceğiz. Ah be Tayfun. Sen zamansızdın. Biz de zamanda değiliz bu günlerde... Çocuğun olan Politika’yı büyütmek bize düşen...

Unutmayacağız... Asla Unutturmayacağız!


Konuyla ilişkili diğer makaleler