28 Şubat Dolmabahçe Açıklamasını Doğru Okumak

28 Şubat Dolmabahçe Açıklamasını Doğru Okumak

28 Şubat, Cumartesi günü, Dolmabahçe Saray’ında Kürt Özgürlük Hareketi adına HDP heyeti bir açıklama okudu. Basına “Ortak Açıklama” olarak yansıtılan aslında bir “Ortak Açıklama” değildi, devlet ve hükümet açısından “Utangaç bir Ortak Açıklama” idi. Kürt Özgürlük Hareketi’nin açıklaması Hükümet ve Devlet temsilcilerinin de bulunduğu bir ortamda Sırrı Süreyya Önder tarafından okundu. Devlet ve Hükümet temsilcileri de onay verir pozisyonda bulundular. Abdullah Öcalan tarafından hazırlanan 10 Maddelik metnin bu mekansal ortamda ve katılımcıların bileşimi ile kamuoyuna açıklanması, özünde Devlet ve Hükümet tarafının da bu açıklamaya uyma konusunda irade beyanı anlamına gelir. Dolmabahçe Sarayı kapılarının bu açıklama için açılması, tüm ulusal ve uluslararası basının davet edilmesi ve TV programlarının kesilip canlı yayına geçilmesi devletin bir organizasyonudur. Kötü mü? Hayır. Bütün bu olan Kürt Özgürlük Hareketi’nin canıyla, kanıyla, on yıllardır süren mücadelesinin sonucudur. Devlet diz çökmüştür.

Pekiyi, devlet görüntüde bu koşulları kabul edip, gerçekte ne yapmak istemektedir? Asıl önem verilmesi gereken nokta budur. Devlet, devamlılığını sürdürebilmek, Hükümet ise kurumsallaşmasını pekiştirmek için Kürt Ulusu ile barışa ihtiyaç duyuyor. Samimi mi? Bizce hayır. Ama samimi olup olmaması durumu değiştirmiyor, çünkü zorlu savaşımlar ile bu noktaya ulaşan ve süren özgürlük mücadelesi yeni yöntemler ile sürecini geliştiriyor. Silahlı gerilla mücadelesi birtakım insanların duygularını tatmin etmek için başlamadı. Siyasi mücadelenin bir biçimi olarak, var olan gereksinim üzerine uygulandı. Şimdi bu süreci gerilla mücadelesi olmadan sürdürme koşulları ortaya çıkarsa, Kürt Özgürlük Hareketi doğal olarak gerilla mücadelesinde ısrarlı olmayacaktır. Gerilla mücadelesi amacına ulaşmış olacaktır. Fakat devlet ve hükümet açısından durum böyle değildir. Devlet aslında Kürt Ulusal Sorunu’nu adil, demokratik ve barışçıl olarak, samimi bir biçimde çözmek istemiyor. Sadece ve sadece işbirlikçi oligarşinin sınıfsal hedefleri konusunda engel teşkil eden etmenlerini ortadan kaldırmak istiyor. Kuşkusuz ki, bu zihniyetle dahi yapıyor olsa, yaşanan süreçler toplumun bilincinde değişiklikler yaratıyor, devlet de kendine göre verdiği tavizler ile, istemeden de olsa, göreceli de olsa, uygulamalarında değişime uğruyor. Toplumsal hareketler böyle sonuçlar doğurur, değişimler gerçekleştirir.

Hükümet daha ilk günden açıklamayı çarpıtma yönüne gitti. Abdullah Öcalan PKK’ye silahsızlanma çağrısı yaptı dedi. Bu doğru değildi. Abdullah Öcalan, mealen, 10 maddelik yol haritası temelinde müzakere süreci başlar ise, PKK’yi silah bırakmayı görüşmek üzere Kongre toplamaya davet ediyorum dedi. Ardından, bu gerçeği dile getiren HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş hedefe kondu. Daha sonra ise, KCK Yürütme Kurulu ve PKK Başkanlık Konseyi hedef alınarak, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından “bizim teröristler silahları betona gömmek istemiyor” açıklaması geldi. Mesele, silah bırakma meselesi değildir. Kürt Özgürlük Hareketi bu adımı atmayı göze almasa zaten diyalog sürecine girmez ve müzakere sürecinde ısrarlı olmazdı. Şimdi olması gereken ve KCK’den HDP’ye ısrarcı olunan konu şudur; Madem ki ana muhatap olarak Abdullah Öcalan’ı kabul ediyorsun, neden Abdullah Öcalan’ın serbest halde diyalog ve başlayacak müzakerelere katılmasına yanaşmıyorsun? Veysi Sarısözen bu konuda, bu hafta Özgür Gündem Gazetesindeki köşe yazısında şöyle diyordu; “Eğer Öcalan şu anda Kandil’de olsaydı, siz Öcalan’la yine aynı masada oturacak ve on maddeyi müzakere edecek miydiniz ?’ Bu soruya ‘evet’ diyorsanız, neden Öcalan’ı hala İmralı’da tutuyorsunuz? Bu soruya ‘hayır’ diyorsanız, o zaman nasıl olur da dağdakilerin silah bırakıp ovaya inmesini ve size güvenmesini bekliyorsunuz?

Savaşı başlatan taraf Kürt Özgürlük Hareketi olmamıştır. Bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, Türk Ulusu yaratma sürecinde, Kürt Ulusu yok sayılmış, yok edilmek istenmiştir. Baskı, terör ve sömürü ile Kürt Ulusu asimile edilmek, Türkleştirilmek istenmiştir. Hepimiz “Mahrumiyet Bölgesi”, “Mecburi Şark Hizmeti”, “Doğu’ya Sürgün” kavramlarının günlük yaşamda kullanılageldiği koşullarda büyüdük. Bu kavramlar gökten zembille düşmedi. Türkiye’nin doğusu, gerçekten bir sömürge olarak mütalaa edildi. Bugün bile, polisler, savcılar, öğretmenler, devlet memurları “doğuya sürgün edilmekten” korkmaktadırlar. Bunun bir sebebi vardır. 1983’de “Olağanüstü Hal Bölge Valiliği” ile Türkiye Kürdistanı’nın sınırlarını çizen ve oraya “Sömürge Valileri” atayan bizzat bu devlettir. Kürt Özgürlük Hareketi, bu koşullarda, Kürt Halkının, Kürt Ulusu’nun varlığını sürdürmek, haklarını savunmak ve özgürlüğünü elde etmek için, devletin saldırıları karşısında, savunma amaçlı bir gerilla mücadelesi başlatmak zorunda kalmıştır. Bu mücadeleyi yürütenler onbinlerce şehit vermişlerdir. Ve aynı Hareket, adil, demokratik ve barışçıl bir çözüm olanağının koşullarını yaratmak için, Devlet de bu yönde diyaloğa hazır olduğunu ilan ettiği için tek taraflı ateşkes sürecini başlatmıştır. Devletin bu yaklaşımını bir irade beyanı olarak kabul etmiştir. Samimiyetini test etmemiştir. Bu olgu asıl olarak süreç içinde kendini gösterecektir.

Kürt Özgürlük Hareketi tek taraflı ateşkes uygulamasını sürdürürken, Devlet yeni Kalekollar, Askeri amaç güden barajlar inşa etmeye devam ediyor. Hatta devam ediyor nitelemesi dahi yanlış, asıl olarak bu inşaatlara tek taraflı ateşkes süreci uygulamaya geçince başladı. Çünkü, tek taraflı ateşkes uygulaması olmasaydı, bu inşaatları gerçekleştirmesi zaten mümkün olamazdı. Gerilla bunları engelliyordu. İnsansız Hava Araçları’nın keşif uçuşları devam ediyor. Tespit edilen eski gerilla mevziileri ve ateşkes sürecinde oluşturulan gerilla üsleri havadan ve karadan bombalanıyor. Bu örnekler sıcak savaşın tek taraflı sürdürülme gerçekliğidir.

Hükümet tarafından, HDP’ye yönelik uygulanan yaptırımlardan hiç söz etmeyeceğiz. Ancak “Yeni İç Güvenlik Yasa Tasarısı” ne demek oluyor? Sınıfsal harekete ve özgürlük hareketine yönelik olduğu açık olan bu yasa tasarısı ile Türkiye’nin tümü “Olağanüstü Hal” Kanunları ile yönetilecek. Bu yasa ile Hükümet 2002 yılından itibaren kendini “demokratik adımlar” atıyor kandırmacası sürecinde uygulamadan kaldırdığını söylediği tüm kanun ve kararnameleri tekrar, hatta fazlasıyla yasalaştırıyor. Bu kanunun gölgesinde “Çözüm Süreci” ve müzakere sürdürmek mümkün müdür? Eğer müzakereler başlar ise bu kanun da onun bir parçası olacaktır. Anayasa’nın kendisi müzakerenin bir ögesidir. 10 maddeden bir tanesi “demokratik bir Anayasa” içeriğini taşıyor. Yani mesele sadece Kürt Ulusal Sorunu’nun çözümü doğrultusunda adım atmak değil, Türkiye’nin demokratikleştirilmesi için topyekün adımlar geliştirmektir. Bu sürecin böyle bir özelliği vardır. Dolayısıyla, Türkiye ve Kürdistan’ın barış ve demokrasi güçleri müzakere sürecinin gelişmesinden yüzde yüz yanadır, bunun sonucunda ülkede barış ortamının tesis edilmesinden de yanadır. O anlamda kendi tabirleriyle ifade edersek “ Top devlet ve hükümetin kucağındadır “.

Müzakereler yoluyla, savaşın ön koşulları ortadan kalktığında kuşkusuz ki Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye ve Türkiye Kürdistanın’da silahlı mücadeleyi  sonlandıracaktır. Bu konuda da kimse Kürt Özgürlük Hareketi’ne akıl öğretmeye kalkmamalı. Muhatap kim ise en doğru kararı verme yetkisi de ondadır. Onun dışında söylenen her söz teferuattır, gereksizdir ve amiyane tabiri ile “hariçten gazel okumaktır”. Bundan da herkesin kaçınması ve Kürt Özgürlük Hareketinin iradesine saygı göstermesi gerekir.

Müzakereler sonucunda Kürt Özgürlük Hareketi’nin silahlı mücadelesinin bir olasılık olarak son bulması ülkede sınıf savaşımının son bulması anlamına gelmiyor. Kürt halkı, özgür iradesi ile birlikte yaşamaktan yana tavır belirliyor ise ve onu temsil eden Hareket bu irade doğrultusunda politika geliştiriyor ise bu aşamadan sonra ana görev, Türkiye’de burjuvazinin sınıf iktidarına son vermek olacaktır. Kürt Özgürlük Hareketi de bütün güçlerini ve olanaklarını, Türkiye İşçi Sınıfının Devrimci Hareketi ile birlikte bu amaca kilitleyecektir. Kısacası, müzakere sürecinin olumlu olarak gelişmesi ve sonucunda silahlı mücadelenin sona ermesi, Türkiye’de iktidar mücadelesinin, sınıf mücadelesinin daha da güçlenmesi demek olacaktır. Devlet ve Hükümet’in rüyalarına giren asıl korku budur. Onun için “bizim teröristler” nitelemesini terk edemiyor, pek de terk edebilecek gibi gözükmüyor.


Konuyla ilişkili diğer makaleler