Afrin, Şeker ve Seçimler

Afrin, Şeker ve Seçimler

Afrin, Afrinlilerindir

Ortadoğu’da, özelde Suriye’de son yedi yıldır süren bir savaş. Gelinen nokta, Suriye’yi işgal eden güçlerin başta ABD olmak üzere oluşturdukları işgal alanları. Kendilerine  ait bölgeler edinmelerinden sonra işgallerini meşrulaştırıcı söylemler geliştirmeleri. Bütün bunlar Suriye’de bulunmalarını meşrulaştırma çabaları.

Esad’ı iktidardan alacağız diye ülkeyi kan gölüne çevirenler bugünlerin ağlarını ilmik ilmik ördüler. Ortadoğu’daki emperyalist çıkarları için  bölgedeki diktatörler onlar için güzel bahane oldu. Demokrasi söyleminin arkasına sığınarak önce ülkeleri teröristlerin işgaline terk ettiler, sonra da bu terör örgütlerini bahane ederek  işgal ettiler.

ABD ve Batı dünyasını  kendine rakip olarak gören Rusya, bu gelişmelerden payını almak için zaten var olduğu Suriye’de  savaşın 3.yılında devreye girerek bölgedeki savaşın boyutlarını değiştirdi. Esad ve İran’la kurduğu ittifakla, ABD ve Batıya karşı pozisyon aldı. Cenevre  toplantılarına karşı Soçi’yi İran ve Batı bloku ile ilişkileri Suriye’deki Kürtler yüzünden bozulan Türkiye ile organize etti. Türkiye’nin  batı ile kopma noktasına gelen ama aslında hiç kopamayacak durumunu Suriye’de kendi lehine çevirmeye çalışan Rusya , bu güncel durumu fırsat bilerek daha savaşın ilk yıllarında sorun yaşadığı Türkiye’nin Suriye’de hareket etmesinin önünü açtı.

Esad’ın iktidarını sağlama almak , emperyalizmin taşeron savaşçıları İslamcı  çeteleri yenilgiye uğratma adına, bölgede sünni gruplarla ilişkileri iyi olan Türkiye ile dönemsel ittifak yapmakta bir beis görmedi. Doğu Guta ve İdlib sorununu bu şekilde halledebilirdi.

Tam da bunun üzerine içerde sıkışan ve kendisine düşman olarak seçtiği Kürt gruplar üzerinden siyaseti tahkim etmek isteyen AKP, Rusya’nın kendisine  olan ihtiyacını iyi gördü. Rus kontrolünde olan Afrin’i  istedi. Enerji kaynaklarından uzak Afrin’nin Türkiye’nin denetimine verilmesinde ABD ve Rusya açısından bir sakınca yoktu. Devletin bekasını ve sınır güvenliğini bahane ederek  daha önce kullandığı ÖSO’yu da yanına alarak 20 Ocak 2018’de başlattığı askeri operasyonla, bugün Afrin merkeze ulaşmaya çalışan işgal girişimine başladı.

Söylem, “İşgal değil Afrin’i Afrinlilere, asıl sahiplerine  teslim etmek” oldu. Bu, harekatın meşruluğunu sağlama adına kullanılan bir argüman idi. İçerde, Afrin’de sadece PYD/PKK’lı  “teröristlerin” olduğu algısını yaratmaktan başka bir adım değildi. Suriye’nin toprak bütünlüğünden bahsedenler bugün ağız değiştirerek kendi kontrollerinde Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin yerleştirilebileceği bir coğrafya, Suriye’de kontrol edebilecekleri bölgeler yaratmaktan başka bir amaçları olmadığını itiraf etmiş oldular.

Bu niyeti Fırat Kalkanı operasyonu ile Azez, El Bab bölgesine atanan kaymakam, hakim ve jandarma komutanları ile okuyabiliyoruz. Kendisinin kontrolünde idarecilerinin Türkiye’den atandığı bir alan.

Peki bu Afrin’de kimler yaşar ? Afrinliler kimlerdir ?

Suriye‘de savaşın başladığı günden 2016’ya kadar kendi öz savunma güçlerini oluşturarak bölgeye savaşın ulaşmasını engelleyen Afrinliler , bölgeyi  diğer  kantonlarla birlikte  geliştirdikleri yönetim modeli ile  Suriye’nin en istikrarlı yeri haline getirmişlerdi. Kantonlarda oluşturulan yönetim modeli  Ortadoğu coğrafyasının hiç tanımadığı bir modeldi. Buradaki tüm paradigma yerle bir olmuştu. Çünkü halklar hep birlikte kurdukları meclislerde  kendi kendilerini yönetiyorlardı.

Kimileri devrim dedi  kimileri değil dedi . Çok önemli değildi bu tartışmalar  ama farklı bir yaşam sunuyordu. Bu model tüm Ortadoğu’nun  aklını karıştırabilirdi. Bu yüzden kontrol altında tutulmalı zaman zaman terbiye edilmeliydi. Bu yöntemle  Suriye’de  en istikrarlı bölgeler haline geldiler. Afrin de bunlardan biriydi. ÖSO ve İslamcı örgütlerin saldırılarını püskürtmeyi başarmış  ve orada yaşayan Kürtler, Türkmenler, Çerkesler, Araplar ve Ermeniler birlikte yönettiği bir kanton oluşturmuşlardı. Ayrıca Halep’ten, El Bab ve Rakka’dan kaçanlar da buraya, savaşın ulaşamadığı Afrin’e göç etmişlerdi.

2012’de siyasi kavgalarla Afrin’den ayrılmış PYD’ye rakip aktörler de var. Ama kitlesel bir çoğunluğa hitap etmiyorlar. Onlar da bugün Türkiye’nin yaptığı “Zeytin Dalı Harekatını” bir işgal harekatı olarak görüyorlar.

Eğer amaç Suriye’nin toprak bütünlüğü ise ve Afrin’i  Afrinlilere teslim etmek ise zaten Afrinliler kendi şehirlerine bu zamana kadar sahip çıktılar. Ama sadece bu değil, harekatı meşru kılmanın ve gelecekteki Suriye masasında yer edinmenin  bir argümanı ise -ki sahadaki gerçeklik onu gösteriyor-, o zaman bu harekattan barış çıkmaz.

Rusya ve ABD tarafından Afrin’de yalnız bırakılan Kürtler, kendi kaderlerini bu iki büyük gücün dışında inşa etmeleri gerekiyor. Bugün koşulların getirdiği olanakları kullanma adına ortaklıklar kurmak, ittifaklar oluşturmak gereklidir. Ama nihai kurtuluş bu değildir. Çünkü emperyalizmin hedefleri Suriye ile bitmiyor bu bölgede. ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’un  görevden alınması ve yerine CIA başkanı  Pombeo’nun  getirilmesi yeni cephelerinden açılacağının işaretidir.

Başkan Trump ile Tillerson’un İran konusunda ters düşmesi, Tillerson’un görevden alınmasına neden oldu deniyor. Yeni açılacak cephenin, Başkan ile aynı düşünen Pombei’nin Dışişleri Bakanı yapılmasıyla İran olacağı görülüyor.

Ortadoğu’da politikalar sık değişiyor ama stratejiler hiç değişmiyor. Kısa veya uzun vadeli hedeflerde şimdilik İran var. Sonrası mı?  Bilemeyiz ama pek çok şey söyleyebiliriz. Bugün Münbiç için yapılan anlaşmanın arkasında da ABD’nin İran politikalarını arayabiliriz.

Türkiyeli sosyalistlerin  tam da burada sadece demokrasi ve barış söylemleri ile değil, bu bölge halklarının  kurtuluşunun sınıfsal olduğunu söylemeleri ve işçi sınıfıyla güçlü bağlar kurmaları gerekiyor. İşçi sınıfı ile kurulamayan bağ ve örgütlenemeyen işçi sınıfı ülkemiz ve  Ortadoğu halklarının geleceğini daha da karanlık günlere taşıyacaktır. Artık tüm gücümüzle alanlarda demokrasi ve barış derken, bu istemlerin sınıf savaşımı ile bağını kurmak asıl işimiz olmalı ve bu yönde sınıf içinde çalışmaya yoğunlaşmamız gerekiyor.

Komünistlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin ve tüm ilerici güçlerin, sınıfın sesini yükseltip emperyalizmin ‘yaşamsal’ çıkarları için olan söylemleri tersine çevirerek “Afrin gerçekten Afrin’de  yaşayan halklarındır“ söylemini yükseltmek gerekiyor. Bu savaşta toprağa düşen canların, yoksul asker evlerine gönderilen çamurlu postalların, sermayenin çıkarları ve yüksek karları için olduğunu korkusuzca haykırmamız gerekiyor.

Özelleştirmede Sıra  Şeker Fabrikalarında

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) 21 Şubat 2018 tarihli Resmi Gazete ilanıyla  şeker fabrikalarının satışı için ihaleye çıktı. AKP hükümeti özelleştirmenin son halkalarından biri olan şeker fabrikalarının da zarar ettiği gerekçesi ile satılacağını duyurdu. Aslında süreç  2007 yılında başladı. Anayasa Mahkemesi’nin yürütmesini durdurduğu  kamuoyunda CARGİLL YASASI olarak bilinen tarım arazileri üzerine kurulan tesislere af getiren düzenlemenin kabul edilmesiyle başladı. Bir gecede Amerikalı gıda şirketi CARGİLL’e  sağlanan bu ayrıcalık şekerin başına geleceklerin işaret fişeği idi.

1960 yılında ülkemizde faaliyete başlayan bu şirket 1986’dan sonra kendi adı ile faaliyet göstermeye başladı. 2004’de ABD Başkanı Bush’un dönemin başbakanı Erdoğan’a  “siz neden ülkenizde CARGİLL’e sorun çıkartıyorsunuz “ sitemi ile süreç başladı.

Peki CARGİLL sorunu neydi ?

ABD merkezli çok uluslu şirket, içinde Türkiye’nin de bulunduğu 63 ülkede faaliyet gösteriyordu. Tahıl ticareti alanında dünyanın 2. Büyük şirketiydi ve yıllık geliri 150 milyar dolardı. Peki CARGİLL’in Türkiye’deki sorunu neydi? 1997’de Bursa Orhangazi‘de, İznik gölü kenarına 90 milyon dolarlık fabrika kurmuştu. Mısır nişastasından şeker üretiyordu. Fakat Türkiye nişasta bazlı şeker üretimini yüzde 15 kotayla sınırlamıştı. Bush kotanın kaldırılmasını istiyordu. Şeker pancarı üreticileri bu kotanın kendilerine zarar verdiğini ve tamamen yasaklanmasını istiyorlardı. Bu isteği dile getiren çiftçiye “Ananı da al git” denmişti.

Yine bir ABD – Türkiye görüşmesinden sonra, yani bir ay kadar önce yapılan ve sadece 3 kişinin ayrıntılarını bildiği, devlet kayıtlarına bile geçmeyen görüşmeden hemen sonra şeker fabrikalarının ihaleye çıktığı haberi gündeme düştü.

TC döneminde inşa edilen 25 fabrikanın 14 tanesi böylelikle satışa çıkarıldı. Geriye kalan 11 fabrikanın akıbeti ise şimdilik meçhul. Satışa çıkarılan fabrikalar ile Türkiye fabrikaları satmıyor, şeker üretiminden çekiliyor ve piyasayı uluslar arası şirketlerin tekeline bırakıyor.

Nişasta bazlı şekerin sağlık boyutu sağlıkçılar tarafından tartışılıyor. Sağlıkçı olmadığım için bu konu üzerinde fikir yürütmeyeceğim. Ama biliyoruz ki Avrupa’nın neredeyse tümünde NBŞ üretimi sağlık gerekçeleri ile yasaklandı.

Özelleştirmenin getirdiği yıkımı SÜMERBANK’tan, TEKEL’den ve pek çok alandan biliyoruz. TEKEL’in özelleştirmesi ile tütün üreticisinin ve işçisinin yaşadığı mağduriyetin aynısı şekerde yaşanacak. Hükümet dışındaki çevrelerin tepkisi gittikçe büyürken hükümet kanadı ısrarcı görünüyor.

Sosyalistlerin, devrimcilerin müdahilliği ise zayıf kalıyor. Bir türlü direnişi örgütleyecek argümanları geliştiremiyoruz. Çünkü ona uygun örgütsel perspektif ile çalışılmıyor. İlk özelleştirme hamlelerinin yapıldığı dönemde sadece özelleştirilen merkezlerde boy göstermemiz direnişleri uzatmada etkili olduysa da asıl yapmamız gereken diğer sektörleri destek için örgütleme görevlerini gerçekleştiremediğimiz için direnişlerin lokal kalmasına sebep oluyoruz. Kuşkusuz ki bu eksikliğimizin nedenleri var. Bu da sınıf içinde siyasi örgütlenmenin ve dolayısıyla ona bağlı olarak hangi işkolu sendikası olursa olsun, o sendikanın işyeri örgütlenmesindeki zayıflığımızdır. Bu konuda öncelikli olan işçiler ve emekçiler arasındaki siyasi örgütlenme olmalıdır. Hem işyerlerinde, hem de işçilerin yaşam alanlarında, aileleri arasında örgütlenme olmadan bu görevin yerine getirilmesi mümkün değildir.

Eğer direnişi diğer alanlarda örgütleyebilseydik bugün durum çok daha farklı olabilirdi. Sermayenin saldırısına karşı topyekün bir kalkışma tüm yaşam alanlarımızın korunmasının sigortası olabilirdi.

Ama hiçbir zaman geç değildir anlayışı ile bugün şeker direnişine sahip çıkılmalı ve gelecekte sırada olan ÇAY-KUR gibi kurumların işçi ve üreticilerinin bu direnişe katılması sağlanmalıdır.

Bizlere, sosyalistlere, komünistlere, devrimcilere düşen görev, bugün bu direnişi yükseltmektir. Emek ile sermayenin kavgasının tarafları netleştirilmeli mücadele yükseltilmelidir. Bu mücadele bugün laikliği sahiplenmekten daha elzem ve hayati bir mücadeledir.

Her zaman söylediğimiz gibi; Kapitalizm sağlığa zararlıdır. İnsanlığa zararlıdır ve bir an önce bertaraf edilmelidir.

Seçimler

2019’a giderken AKP’nin etekleri zil çalmaya başlamıştır. Gelecek seçimi kazananama korkusu  AKP’yi daha saldırgan yapmaya başlamıştır. Fethullahçı kalkışmayı bahane eden AKP hükümeti seçimlere de OHAL koşullarında gitme kararında ısrarcıdır. Referandumda resmiyette az bir farkla kazanan iktidar partisi AKP, 7 Haziran seçimlerinin tekrarını yaşama korkusu yaşıyor. Çünkü aslında referandum sonucunun HAYIR çıktığını hepimizden daha iyi biliyor. Bu yüzden 2019 seçimlerinde yeniden iktidar olmanın yolunu ittifak politikalarıyla açmaya çalışıyor. Seçim kanununda yapılan değişiklikler ile Türkiye’nin faşist partisi MHP ile yollarını birleştirdi. Rabia işaretlerinden Kurt işaretlerine dönüldü. Kürt halkı potansiyel düşman ilan edilerek meclisteki temsilcileri değişik bahanelerle tutsak edildi.

Referandumda uyguladıkları ötekileştirici politikalarını bugün güncelleyerek yerli ve millilik üzerinden yapmaya çalışıyor, yeni taktikler geliştiriyorlar. AKP ittifak dışında kazanma ihtimalinin olmadığını görüyor. Bu yüzden sağ seçmeni bir araya getirmeye çalışıyor. Cumhur ittifakı diye adlandırılan oluşum ile milliyetçi oylara oynuyor.

İşte bu yüzden hem MHP’yi baraj altından kurtarmak, hem de iktidar olmak adına seçim kanununda yaptığı değişiklik ile  ittifak ortaklarından birinin kazanması ile diğeri de kazanmış oluyor.

Ama henüz sağ oylarda bu birliktelik sağlanamamış durumda. En büyük engel olarak Saadet Partisi görünüyor ve etkin bir muhalefet izliyor.

CNN’de bir tartışma programında İsmail Saymaz’ın  yandaş yazarlardan AKP’nin ve ittifakın sesi, aynı zamanda savaştan medet umup seçim puanı hesabı yapan  Abdulkadir Selvi’ye söylediği “bu yasa düşünülerek hazırlanmış bir yasaya benzemiyor” yorumuna, Selvi’nin “yanılıyorsun aslında çok ince düşünülüp hazırlandı” söylemi manidardır.

Çünkü yasa her türlü hukuksuzluğa açık bir düzenlemedir.

Seçimlerde barıştan, demokrasiden, özgürlükten ve sosyalizmden yana olanların cephesinin nasıl örgütleneceği ise hala muammadır. Seçimlere odaklı devrimci siyasi faaliyet yürütmenin özünde bir örgütlenme ve propaganda aracı olarak görülmesi gerektiği konusunda zihinler açık değildir. Bu konuda fabrikalarda, üretim alanlarında, köyler dahil tüm illerin emekçi yerleşim bölgelerinde tabandan yerel siyasi çalışmaların önemi anlaşılmış değildir. Aslında birliklerin pratikte oluşabileceği en gerçekçi alanlar işyerleri, semt ve mahallelerdir.

Bu soruların cevaplarını gelecekteki belirsiz bir güne bırakmadan, hemen bugün yanıtlanmaya başlamalıdır. Yarından tezi yok bu zor ama sonuç alıcı çalışmaya girişilmelidir. Emekçilerin ve işçilerin cebinden çıkan her kuruşun savaş ekonomisine yitip gitmesine, köylülerin yoksullaşıp göçe zorlanmasına, milyonların sağ ittifaklara rehin bırakılmasının önüne geçilmelidir.

Bizler sosyalistler ve komünistler olarak, işçilere, emekçilere, köylülere, yoksullara güç ve güven vererek, geleceğimizi ellerimize almamızın zamanı gelmiştir. Bundan başka da bir kurtuluş yoktur. Cesaretli ve yaratıcı olmayı becerebilirsek gelecek bizlerin ellerinde şekillenecektir.


Konuyla ilişkili diğer makaleler