Alman Komünist Partisi DKP Tezleri

Alman Komünist Partisi DKP Tezleri

Alman Komünist Partisi - DKPAlman Komünist Partisi’nin 21. Kongresi 14-15 Kasım 2015 tarihlerinde gerçekleştirildi. Bu kongreye sunulan tezler Ekim 2014’de tartışmaya açılmıştı. Dünyanın yeni koşullarında komünistlerin yaklaşımları konusunda önemli tezler içeren bu belge bir yıldan uzun bir süre ayrıntılı biçimde tartışıldı. Tartışılan bu tezlerin bazı başlıklarını bu sayımızda Politika okurlarıyla paylaşmak istedik. Kongrede onaylanan son halini de önümüzdeki sayılarda yayınlayacağız.

***

Alman Komünist Partisi DKP’nin 21. Parti Kongresine sunulan Yönlendirici Karar Tasarısı DKP Eylemde – Bilanço çıkartmak, yeni olanı anlamak, fırsatları değerlendirmek için – Tekellerin gücüne, savaş politikalarına ve sağa kaymaya karşı Parti programımızın kabul edildiği 2006’yı takip eden yıllarda sosyalizmin, Sovyetler Birliği’nde ve reel sosyalizmin diğer ülkelerinde karşı devrimin zaferine yol açan çöküşünün ve yok edilişinin uzun vadeli uluslararası sonuçları daha da belirginleşmiştir.

Aynı zamanda üretici güçlerin sınıf ve toplum yapısında yeni değişimlere yol açan hızlı gelişmelerini görmekteyiz. Bunlar ve kriz sonuçları işçi sınıfının bilinç gelişimi, örgütlenme ve mücadele gücü üzerinde müthiş etkide bulunmaktadırlar. Ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişki daha da sertleşmektedir.

Dünya, savaşların, iç savaşların ve emperyalist devletlerin askeri müdahalelerinin dramatik bir artışı ile karşı karşıyadır. Sermayenin ana ülkelerinin, ama özellikle ABD ve NATO ortaklarının saldırgan politikaları, kriz ocaklarını körüklemekte ve alan yangınlarının ortaya çıkması tehlikesini artırmaktadır.

Bu ülkeler yeni savaşlar için silahlanmaktadırlar. Ve kendilerini askeri araçlar ve mültecilere karşı sert politikalarla koruma altına almaktadırlar. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı artmakta, açık faşist partilere destek artmaktadır.

Dünya çapında 50 milyondan fazla insanın mülteci olmasının nedeni savaşlar, kovuşturmalar, doğanın talan edilmesi ve çevrenin yok edilmesidir. Çevrenin korunması ve dünyanın ısınmasına karşı mücadele kâr getirmediği müddetçe ikincil önemde kalmaktadır.

Sermayenin merkezlerinde de yoksul ve zengin arasındaki uçurum derinleşmekte, toplumsal çelişkiler sertleşmektedir. Özellikle kadınlar sömürüden, yoksulluktan ve bunların sonucunda da toplumsal yaşamdan dışlanmadan etkilenmektedirler. Mücadele ile elde edilen sosyal kazanımlar geri alınmakta, demokrasi kısıtlanmakta, siyasal ve işçi hakları tehdit altındadır, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde sağ güçler ve faşistler mevzii kazanmaktadır.

Bu gelişmeler 2008 krizinden bu yana daha da sertleşmişlerdir.

Bunlar biz komünistler için görev çağrısıdır. Yeni gelişmeleri analiz etmeliyiz. Buna uygun özgül bir stratejiye ve bugün Komünist Partisi üyesi olunmanın ne anlama geldiğine dair ortak bir anlayışa gereksinimimiz vardır. Uzun süredir tartışılan sorunlara birlikte bulduğumuz yanıtlara bağlı kalmak istiyoruz; diğerlerini tartışmaya devam edeceğiz.

Savaş tehlikesi artmaktadır

Tekelci kapitalist emperyalizm çağının tümüne özgün, dünyanın tekeller ve emperyalist güçler arasında yeniden paylaşım mücadelesi keskinleşti. Etki alanları, Pazar payları ve tedarik yollarının kontrolü üzerine verilen emperyalist savaşlar, kapitalizm içi rekabetin sonuçlarıdır. Kapitalizmin yasal, eşitsiz gelişiminin, koşulları sürekli değiştirdiğini; koalisyonları dağıttığını, yenilerinin kurulmasına yol açtığını göstermiştir.

Gerçi uluslararası ekonomik bütünleşmeler ve transnasyonal örgütlü üretim bazı sermaye grupları için savaşa girme yatkınlığı önündeki eşiği yükseltebilirler, ama sonunda gerilimlerden, militaristleşmeden ve savaştan koruyamazlar. Kapitalist sistem var olduğu müddetçe, politikanın diğer araçlarla devamı olan savaşın bir tehdit olarak kalması devam edecektir.

Genel olarak 1989/1990 kesintisinden bu yana acımasız bir tekelci dünya pazarı rekabetinin hızlandığı kanıtlanmıştır. Kaide olarak ABD ve NATO ortaklarınca teşvik edilen savaş tehlikesi ve savaşlar, o zamandan beri artmıştır: Yugoslavya’dan Afganistan’a, Irak, Libya, Suriye ve Mali’den Ukrayna ve Venezuela’ya kadar.

Büyük bölgeler emperyalist güçlerin – özellikle öncü güç olan ABD’nin – tasavvurlarına göre yeniden sınıflandırılmak ve onların iktisadi ve stratejik gereksinimlerine göre yeniden yapılandırılmak istenmektedir. Dünya çapındaki kriz senaryosu 21. Yüzyıl’ın başlangıcından bu yana emperyalist »tek kutuplu« dünya savunucuları ile »çok kutuplu« dünya savunucuları arasındaki karşıtlık tarafından belirlenmektedir.

BRICS-Grubu ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) çelişkilere rağmen ABD, NATO ve AB’nin egemenlik istemlerinin önüne set çekilmesine bir katkı sağlamaktadırlar. Bu, Rusya’nın, NATO’nun doğuya ilerlemesini sınırlama girişimleri için de geçerlidir. Küresel strateji açısından tehlikeli ihtilaflar ortaya çıkmaktadır. ABD “Pasifik gücü” olarak ortaya çıkmak istemekte ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin askeri olarak kuşatılması çabalarını artırmaktadır.

Alman emperyalizmi daha fazla saldırganlaşıyor ve militaristleşiyor. Bu eğilim 1945 sonrası döneme göre yeni bir nitelik kazanmıştır. Alman emperyalizmi AB’nin dozen ve yönetici gücü olarak rolünü genişletmek istemekte ve AB’ni dünyadaki etki alanları ve hammaddeler için verilen mücadelede kullanmaktadır. Federal Ordunun savaş yetisi silahlanma projeleri ve Afganistan’dan Merkez Afrika’ya kadar yurt dışı görevleriyle artırılmaktadır. Militarizm, toplumun tümüne nüfuz eden bir olgudur. Bu olgu, askersel sanayi kompleksi ve politik erk tarafından geliştirilmektedir.

Alman halkının Almanya’nın başlattığı iki dünya savaşının sonuçlarından elde ettiği deneyimler ve barış hareketinin on yıllarca süren mücadelesi, Alman politikalarının militaristleştirilmesinin önünde engel teşkil etmektedir. Bu nedenle »Büyük Koalisyon« ve onları destekleyen kitle medyası, halkın militarizm lehine »yeniden eğitilmesi« ve manipüle edilmesi için verdikleri çabaları artırmaktadır.

Sömürü artmaktadır

Dünya ekonomisi zengin kapitalist ülkelerin burjuvazilerinin kronik birikim fazlası krizini aşma usullerince belirlenmektedir. ABD emperyalizmi, Dolar’ın hâlen söz konusu olan üstünlüğünü kullanarak, ekonomik gücü ile para basma kombinasyonuna güveniyor. Alman emperyalizmi, tüm dirençlere rağmen, AB’ne sert tasarruf politikaları dayatıyor. Kronik dengesizlikler bu şekilde sadece derinleştirilmektedir.

1990’lardan bu yana »transatlantik serbest ticaret« projesi geliştirilmiştir. TTİP / CETA görüşmeleri ile proje tekrar kuvvetlendiriliyor. Bu, kapitalizmin öncü ülkelerinin gelişmekte olan eşik ülkeler karşısında olan ekonomik üstünlüklerini sağlamlaştırma denemesidir. Çok uluslu tekeller »yatırımların korunması« kisvesi altında yasal müdahale yaklaşımlarından kurtulmak ve çalışma koşullarının düzensizleştirilmesini hızlandırmak istiyorlar.

BRICS-Grubu ülkeleri kendilerine ait bir Kalkınma Bankası kurarak, uluslararası alanda hareket eden tekellerin rekabetine korumasız maruz kalmamak için araçlar yaratmaya başladılar. Bu ülkeler bu şekilde kesinlikle anti-emperyalist olmuyorlar ve kesinlikle anti-emperyalist hedeflere sahip değiller, ancak konum alışları ve icraatlarının büyük bölümü itibarıyla nesnel olarak öyledirler.

Alman emperyalizmi, Almanya’yı daha kriz başlamadan yüksek emek üretkenliği koşulları altında bir düşük ücret ülkesi hâline getirmeyi başarmıştır. Bu, zayıf bir direnç ve büyük ölçüde sendikaların katılımı sağlanarak gerçekleştirilmiştir. Bu, Almanya’nın AB’nin güney çeperindeki ülkeleri, AB ve Euro’yu kullanarak ihracat merdanesi altında boyunduruğuna sokmasının ön koşuluydu.

Almanya’da da yoksul ve zengin arasındaki uçurumun derinleşmesi, kitlesel yoksulluk ve kentlerde sefalet mahallelerinin oluşması gerçeği ile karşı karşıyayız. Bir çok büyük kentte kirası ödenebilecek durumda olan konut bulunamaz durumda. Ülkemizin bir çok bölgesinde çocukların yoksullaşması kitlesel bir olgu hâline geldi.

Özellikle kadınlar çoklu ayırımcılığa maruz bırakılmaktadırlar. Kadınlara daha düşük ücret verilmekte ve mesleki gelişmelerinde engellemelerle karşılaşmaktadırlar. Yoksullaşma ve güvencesizleştirme özellikle kriz dönemlerinde kadınları son derece olumsuz etkilemektedir. Ataerkil yapılar ve kadına karşı şiddet hâlâ gündemdedir. Kadınların bu durumdan kurtulmaları ekonomik koşullarının kötüleştirilmesiyle zorlaştırılmaktadır.

Tekeller ve sermaye, güvencesizlikle elde ettikleri rekabet avantajlarını daha da geliştirmek istiyorlar. Düzensizleştirmeyi hızlandırıyorlar. Yeşiller ve SPD, geleneksel sermaye partilerinin yanı sıra bütünüyle bu rotaya geçmişlerdir. Ajanda 2010 gibi sosyal ve demokratik haklara yönelik esaslı saldırılara karşı sendikalar yeteri kadar mücadele vermemişlerdir. 80’li yılların sonuna kadar işçi sınıfının sisteme bağlanması, Avrupa’da sosyalizmin var olması nedeniyle de sosyal tavizlerle »satın alınabilirken«, bugün güç dengeleri değişmiştir. Egemen sınıf saldırıya geçmiştir.

Bu gelişme, işçi sınıfında yapısal değişikliklere yol açan, sınıfın sınai çekirdeğini küçülten ve madenler ve çelik sektörleri gibi mücadeleci sektörlerin sayısını azaltan yapısal değişimlerin ardından gelmiştir. Bugün bu eğilim işçi sınıfının kadrolu personel, taşeron işçiler, düşük ücretliler, güvencesizler ve işsizlere bölünmesiyle kitlesel bir biçimde güçlenmektedir. İşçi sınıfının giderek büyüyen bir kesimi bütünüyle üretim sürecinden dışlanmakta, yoksulluğa itilmekte ve yaptırımlarla disipline edilmektedirler. Bu saldırılardan özellikle kadınlar olumsuz etkilenmektedirler.

İşçi sınıfının, özellikle işçi hareketi arasındaki görüşlerin oluşmasında belirleyici olan kesimlerinin bilincinde çıkarlarının tekelci sermayenin çıkarlarıyla aynı olduğu inancı hakimdir. Ancak bağımlı çalışanların çalıştırıldıkları tekelin veya mevkiinin rekabet çıkarlarına boyun eğmeleri, reel olarak onları daha bağımlı kılmaktadır. Diğer taraftan ise sosyal olarak dışlananların giderek daha büyük kesimleri siyasi yaşama, hareketlere ve mücadelelere katılmamaktadırlar ya da dağınık olarak tek tük katılmaktadırlar. Böylece oluşturulan »iç istikrar« Alman burjuvazisinin ticaret modelinin başarı faktörleri arasındadır.

Güvencesiz istihdama, işsizliğe ve yoksulluğa kayma korkusu şantaja karşı direnci azaltmaktadır. Ezilen ve sömürülenler her gün medya üzerinden yayılan burjuva ve gerici ideolojisinin etkisi altında, esas itibariyle nesnel çıkarlarına ters düşen tasavvurları, düşünce biçimlerini, değer ve yönelimleri kabullenmektedirler. Bölgecilik mantığı ve dayanışmanın kırılması, proletarya enternasyonalizminden arda kalanları zayıflatmaktadır. Bu, körüklenen milliyetçilik ve militarizmle kombinasyon içinde, sınıfı ulusal ve uluslararası çapta bölmeye hizmet eden ırkçı eğilimlerin üremesine ortam yaratıyor.

Sağ tehdit artmakta

Ülkede kitlesel sömürüye, halkın giderek büyüyen bir kesiminin toplumsal yaşamdan dışlanmasına, halkın büyük bir kesiminin reddettiği savaş politikasına rağmen, sessizlik hakim. Bu durumun değişmesine karşı aktif önlem olarak egemenliği güvence altına almanın farklı biçimleri hazırlanmaktadır.

Egemenler açısından burjuvazinin ülke içindeki protestoları ve ayaklanmaları baskı altına almasını sağlayacak gerici bir devlet yapısı gereklidir. Otoriter güvenlik devletine yönelik olan bu gelişme derinleşmekte ve hızlanmaktadır. Demokratik haklar budanmakta, siyasi aktivistler gözlem altına alınmaktadırlar. Devletin baskı organları saldırganlaşmakta ve daha fazla haklar, olanaklar ve araçlarla donatılmaktadırlar.

Federal Ordunun yurt içinde kullanılması denenmekte ve sivil-askeri işbirliği ile olanaklı hâle getirilmektedir. Militarizme, milliyetçilik ve ırkçılık refakat etmektedir. Tekelci burjuvazinin etkin muhafazakâr ve gerici kesimleri sağdan baskı aracı olarak yeniden açık faşist güçleri kullanmaktadırlar. Devlet organlarının işbirliği NSU skandalıyla gün yüzüne çıkmıştır. Burjuvaziye köprü görevini yerine getiren menteşe güçleri AfD içinde de bulunmaktadırlar. Neofaşistlere karşı verilen direniş kriminalize edilmektedir.

DKP’nin rolü ve görevi

Kitlesel yoksulluk, sefalet ve dışlama, militaristleşme, milliyetçilik, savaşlar ve doğanın talan edilmesi insanlığı uçurumun kenarına itmektedir. »Ya Sosyalizm, ya barbarlık« bir var oluş sorusu olmuştur.

DKP, kapitalizmin aşılmasını ve sosyalizmin inşasını hedeflemektedir. Marksist-Leninist bir parti olarak, temel toplumsal çelişkinin sermaye ile emek arasında olduğundan ve kapitalizmin devrim ile aşılması zorunluluğundan hareket eder. İşçi sınıfının siyasi iktidarı eline geçirmesi ve önemli üretim araçlarının toplumsallaştırılması, sosyalizm inşasının ön koşullarıdır.

Bilhassa güncel mücadelelerimizin, kapitalizmle devrimci kopuş stratejisine ve sosyalizme geçiş arayışlarına bağlanması vazgeçilmezdir. Reform ve devrim diyalektiğini dikkate almak, Komünist Partisini, »reform alternatifleri«, »dönüşüm konseptleri« ve »iktisadi demokrasi modellerine« yönelen ve bu farkı silikleştiren örgütlenmelerden farklı kılar. Komünistler, kapitalizmde reformların zorunluluğunun, ama aynı zamanda bunların sınırlarının bilincindedirler. Komünistler »yasal reform faaliyetini sadece genişletilmiş devrim ve devrimi de yoğunlaştırılmış reform olarak tasavvur etmenin esas itibariyle yanlış olduğunu« (Rosa Luxemburg) bilirler. Kapitalizmi aşmak, devrimci bir kopuşu gerekli kılar.

DKP aynı zamanda emekçilerin güncel çıkarları için verilen reform mücadelelerine katılır. İşçi sınıfının bugünkü çıkarları söz konusu olduğunda DKP için önemsiz olan konu olmaz. İşletmelerde ve komünlerde (yerleşim yerleri, semt, kent, kasabalar Ç.N.) »çay suyu için verilen mücadele« anlayışı, komünist siyasetin vazgeçilmez alameti farikasıdır.

İşçi sınıfı, önceden olduğu gibi, - tüm nesnel değişimlere, oluşan yeni bölünme çizgileri ve bağımlılıklara vs. rağmen – sermayenin iktidarına karşı ve sosyalizmin inşası için verilen mücadelede belirleyici olan güçtür. »İşçi sınıfı kapitalist toplumda, konumu nedeniyle toplumsal üretim sisteminde en fazla ve doğrudan kapitalist sömürüye maruz kalan sınıftır.« (...) Onsuz köklü değişimler olanaklı olamayacaktır: »Toplumsal ilerleme ancak işçi sınıfı eylem birliği içinde hareket eder ve ittifaklar kurarsa tasavvur edilebilir. İşçilerin, hizmetlilerin, memurların, güvencesiz çalıştırılanların ve işsizlerin, çırakların ve emeklilerin – milliyetleri ve kökenlerinden, farklı dünya görüşü ve farklı parti üyeliklerinden bağımsız – birlikte etkide bulunmaları zorunlu ve olanaklıdır.« (DKP Programı)

İşçi sınıfı içerisinde sosyalizmin zorunlu olduğu anlayışı olgunlaşmalıdır. Sınıf olarak sınıftan, sınıf için sınıfa dönüşmesi için işçi sınıfının devrimci dünya görüşünün hegemonyası gereklidir. Böylesi bir devrimci sınıf bilincini geliştirmek, sınıfın içinde kökleştirmek ve çoğunluğun bilinci düzeyine yükseltmek, Komünist Partisinin ana görevidir.

Bu ise komünistlerin, işçi sınıfının kendi çıkarlarını kendi eline alması için gerekli yeteneği sağlayacak bir politikanın geliştirilmesi ve propaganda edilmesini gerektirir. İşçi sınıfı sadece mücadele içerisinde kendi durumunu belirleyen toplumsal etmenleri görmeyi öğrenecektir. Bu görev, kapitalizm hakkında sınıfın büyük bir bölümünün düşüncesine hakim olan reformist hayalleri geri püskürtme ve aşma göreviyle kopmaz bir biçimde bağlıdır.

Reform ve devrim diyalektiğini dikkate alan komünist siyaset, her ilerici olguyu ele almak ve insanlarla birlikte eyleme geçmek anlamını taşır. Komünistler bunu yaparken, işçi sınıfının ve halkın haklarına yönelik olan saldırıların münferit, birbirinden bağımsız eylem olmadığını, aksine sermaye ve emek arasındaki temel çelişkinin ifadesi ve sonucu olduğuna dikkat çekerler.

Bugün, kapitalizmin emperyalist aşamasında belirleyici düşman tekelci sermayedir. Sürekli olarak kapitalizm/emperyalizm, kriz ve savaş arasındaki bağlantıyı yeniden görmekteyiz. Bu durumda anti-tekelci bilincin yaygınlaşması, anti-militarist ve anti-faşist hareketlerin güçlenmesi zorunludur. DKP gücünü bu hedeflere yoğunlaştıracaktır. Bunlar, bizim için biri birinden bağımsız, yan yana duran konular değil, aksine egemenlerin saldırılarına karşı, toplumsal ilerleme için verilen mücadelenin biri birine organik olarak bağlı sorunlarıdır.

Antimilitarist mücadelemiz

Biz NATO’nun dağıtılması ve FAC’nin NATO’dan çıkması için mücadele ediyoruz. NATO, en saldırgan emperyalist güçlerin yönetimi altında olan emperyalist askeri ittifaktır. Bu güçler öncelikle ABD, Almanya, Britanya ve Fransa’dır. Ülkemizdeki düşmanımız askersel sanayi kompleksi ve Alman emperyalizmidir.

Emperyalist ülkelerdeki ordular her zaman içe ve dışa yönelik saldırganlığa hizmet ederler. Aynı zamanda her zaman askerlerin gerici ve militarist anlamda gözlerinin kamaşmasına (körleşmesine) hizmet etmektedir. Günümüz koşulları altında ordunun en gerici biçimi, gönüllü profesyonel ordudur. Bu nedenle Federal Orduya karşı mücadele etmekteyiz.

Federal Ordunun ve diğer silahlı güçlerin her türlü yurt dışı görevini ve sivil-askeri işbirliğinin her türlü biçimini reddediyoruz. Bunlar, Alman tekelci sermayesinin ekonomik ve siyasi çıkarlarını askeri şiddetle kollama iradesinin ifadesidir.

Federal Ordunun ülke içinde bir iç savaş gücü olarak eğitilmesine ve görevlendirilmesine karşı mücadele ediyoruz. Federal Ordunun ister kamuya açık yemin törenleri olsun, isterse okullarda, üniversitelerde ve çalışma ajanslarında (İş ve İşçi Bulma Kurumu Ç.N.) Federal Ordu tanıtımı olsun, kamusal alanda her türlü sahne alışına aktif biçimde karşı çıkıyoruz. Federal Ordu “normal” bir iş yeri değildir, Militarizmin / Emperyalizmin okuludur.

Militarizmin alt yapısına (talim alanları v.s.) aktif olarak karşı çıkıyoruz ve onun geliştirilmesine karşı direniyoruz. Öğrenimin, araştırma ve kültürün militaristleştirilmesine, medyada militarizme ve savaş kışkırtıcılığına karşı mücadele ediyoruz. Öğrenim ve araştırma silah üretimine hizmet etmemeli, kültür milliyetçi ve militarist olmamalıdır. Üniversitelerde sivil hükümlerin geçerli olmasını talep ediyoruz.

Sivil korumanın her biçimine, kadınların askeri paramiliter yapılara alınmalarına ve komünlerde yeni erken uyarı sistemlerinin yaratılması gibi militaristleştirmenin diğer biçimlerine karşı mücadele ediyoruz. Federal Polis veya Teknik Yardım Kurumu gibi paramiliter olan veya öyle biçimlendirilen yapıların militaristleştirilmelerine yönelik gelişmeleri yakından takip etmekteyiz.

Silah ihracatını reddediyoruz. Silah ihracatının Alman tekelci sermayesinin ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarını savunmak ve silah sanayinin kârlarına hizmet etmekten başka bir nedeni yoktur. Orada çalıştırılanlara, başka yerlerde yürütülen savaşların kendi işyerlerini güvence altına aldıkları telkin edilmektedir.

İşçi ve sendika hareketinde anti-militarizmin yeniden kök salmasını, sendikaların antimilitarist mücadeleleri desteklemelerini ve özellikle Federal Ordunun yurt dışına gönderilmesine, silah ihracatı ve üretimine karşı aktif olmalarını istiyoruz. Sendikalar ile Federal Ordunun her türlü işbirliğini reddediyor, silahlanma üretimi yerine silahları dönüştürme üretimine geçilmesini talep ediyoruz.

Hedefimiz, bu temel konularda hareketi desteklemek veya başlaması için girişimde bulunmaktır. Barış hareketinin eylemlerine katılıyor ve yaygınlaşmaları için çalışıyoruz. Bu temelde olanaklı olan en geniş ittifakları hedefliyoruz. Aynı zamanda, bu ittifakların içinde ve dışında özgün komünist pozisyonlarımızı savunuyoruz.


Konuyla ilişkili diğer makaleler