Avrupa’da Faşizm – Yeniden Mümkün Mü?

Avrupa’da Faşizm – Yeniden Mümkün Mü?

(Bir tartışmaya vesile olma çabası)

Avrupa ülkelerinde ırkçı-faşist, ultra milliyetçi ve aşırı sağcı burjuva partilerinin uzun süredir devam eden seçim başarıları, bilhassa Almanya’da ırkçı-faşist AfD partisinin son anketlere göre ülkenin ikinci büyük partisi hâline gelmesi, Avrupa’daki toplumsal ve siyasî sol içerisinde özelde antifaşist mücadelenin, genelde siyasî mücadelenin biçimleri üzerine çeşitli tartışmalara yol açıyor. Antifaşist mücadelenin yeniden icat edilmesine gerek olmadığını söyleyenlerden, yeni bir »faşist diktatörlük« tehlikesinin kapıya dayandığını ve bu nedenle »faşizme karşı burjuva-liberal kesimleri de içeren demokratik halk cephesi kurulmasını« savunanlara kadar geniş bir görüş çeşitliliği söz konusu. Özellikle reformist sol içerisinde »sağ popülizme karşı sol popülizme başvurulmasını« savunanların güç kazandığı söylenebilir.

»Sol popülizm ile parlamenter başarılar elde ederek« ırkçı-faşist hareketlerin yükselişinin durdurulabileceğini iddia edenlerin başında Fransa’da Jean-Luc Mélenchon ve Almanya’da Oskar Lafontaine ile eşi Sarah Wagenknecht geliyor. Geleneksel sol-liberal / sosyal demokrat partilerin ötesinde, internet üzerinden örgütlenen kitlesel hareketlerle yeniden sosyal devlet anlayışını hakim kılacak parlamenter çoğunluk yaratılabileceğini ileri süren bu akım, aynı zamanda »göçmen ve mülteci sayısında kısıtlamalara gidilmesinin zorunlu olduğunu« savunuyor. Irkçı-faşist hareketlerin göçmen düşmanı demagojik söylemi üstlenilerek ne denli »sol« olunabileceği pek açık olmasa da, kanımızca hayli açık olan, gerek böylesi iddiaların, gerekse de »yeniden faşist diktatörlük kurulabilir« tartışmalarının genel anlamda sol ve emek hareketi için farklı, ama derin bir tehlikeyi içeriyor olmasıdır. Bu makale ile amacımız, bu tehlikeyi çeşitli açılardan irdeleyen bir tartışma başlatmaktır.

Sıra »Dördüncü Rayh«ta mı?

Bilindiği üzere, Alman faşizmi 1933’de iktidarı ele geçirdiğinde, kurduğu açık faşist terör diktatörlüğü »Üçüncü Rayh« olarak nitelendirmişti. Bugün ise Almanya’daki reformist sol, ırkçı-faşist hareketlerin toplumsal desteğine bakarak, »Dördüncü Rayh« tehlikesine işaret ediyor. Sahiden bu mümkün ve egemen sınıf açısından gerekli mi?

Faşizmi genel anlamında burada tanımlamaya gerek yok herhalde. Komintern’in Georgi Dimitroff tarafından ifade edilen faşizm tanımı bizce hâlen geçerliliğini korumaktadır. Ama kısaca değinmek gerekirse; faşizmi tekelci burjuvazinin en gerici, en saldırgan fraksiyonlarının açık terörist kriz çözme stratejisi olarak nitelendirebiliriz. Fanatik ve militan küçük burjuva hareketi olarak iktidarı ele geçirir geçirmez, tekelci burjuvazi lehine olan adımları atar. Sınıfsal tabanı küçük burjuvazi ise, gerçekleşen sınıfsal içeriği büyük kapitalist tekellerin ve emperyalist burjuvazinin açık diktatörlüğüdür. Parlamenter sistemin ve muhalefet partilerinin, sendikaların ve meslek kuruluşlarının yok edilmesi, buna karşın milliyetçi-şoven bir lider kültü etrafında açık diktatörlüğün kurulması, siyasî karakteridir. Aşırı milliyetçilik, şovenizm, ırkçılık ve militarizm sınıf çelişkilerinin üstünü örtmesine yardımcı olan siyasî araçlardır.

Faşizmin, bilhassa seçimle iktidarı ele geçirdiği durumlarda dayandığı toplumsal taban ilk etapta küçük burjuvaziden, ikinci etapta ise işçi sınıfının demoralize edilmiş unsurları ile lümpen proletaryadan oluşur. Elbette faşizm bu toplumsal tabanın değil, tekelci burjuvazinin belirli fraksiyonlarının çıkarına olan ve ağır kriz ortamlarında sallantılı hâle gelen egemenliklerini stabilize etmeye yarayan bir yönetim biçimidir. Faşist propaganda gerçek amacını, küçük bir azınlığın lehine açık terör diktatörlüğünü kurarak bütün bir ülkeyi sömürmeyi ve fetih savaşlarına kalkışmayı amaçladığını açıkça propaganda etseydi, iktidarı ele geçirmesi için gerekli olan toplumsal tabanı bulması olanaksız olurdu tabii ki. Faşizm bu tabanı demagojik söylemleri, güya iktidar karşıtlığı, ama özünde kapitalist sistemi savunan retoriği ile her yeni krizde daha çok köşeye sıkışan küçük burjuvazide bulmaktadır. Aslına bakılırsa faşist ideoloji bir tarafta agresif antikomünizmi ve sendika düşmanlığı ile küçük burjuvazinin – yoksullaşıp, arasına katılarak imtiyazlarını kaybedeceği – işçi sınıfı korkusuna, diğer taraftan uluslararası mali sermaye ile ilişkilendirdiği Yahudi düşmanlığı ve »elit sınıflar« karşıtlığıyla da, kendisini iflasa sürükleyebilecek rakip büyük sermayeden korunma iç güdüsüne yanıt vermektedir. Faşist ideolojinin, dünya komünist hareketi ile uluslararası finans sektörünü »Siyonizm’in dünyayı ele geçirme planının iki yüzü« olarak gösteren antisemitizmi, tam olarak küçük burjuvazinin korkuları ve korunma iç güdüleriyle uyuşmaktadır. Küçük burjuvazinin bu korku ve korunma kaygıları, faşizmin nihâyetinde, sadece işçi sınıfına karşı değil, kendisine de karşı tekelci burjuvazinin çıkarlarını radikal bir biçimde korumakta olduğu gerçeğini görmesini engellemektedir.

Burada Alman faşist hareketi NSDAP’nin iktidarı ele geçirdiği 1933 seçimlerinde işçi sınıfı arasından da oy aldığı itirazları gelebilir. Doğru, o dönemin özgün koşullarında Alman işçilerinden de NSDAP’ye oy verenler oldu. Ancak bunun en temel nedenlerinden birisi »Nasyonal Sosyalizm« adını alarak, sosyalizme olan sempatiyi ve yüzeysellikten öteye gitmeyen bir devrimcilik demagojisini kullanmalarıdır. Bununla birlikte, bir diğer neden en azından ilk dönemde, istihdam olanakları yaratmaları ve yaratılan zenginlikten pay verme vaadinde bulunmalarıdır. Sınıf sendikacılığını terörle yok ettikten sonra kurulan »Nasyonal Sosyalist İşyeri Örgütleri« ile sendika taklidi yapmış ve bazı tavizlerde bulunmuşlardı. Buna rağmen, dönemin Almanya proletaryasının önemli bir bölümü, bilhassa sanayi proletaryası hiç bir zaman faşizme destek çıkmadılar – aksine Alman Komünist Partisi ve Sosyal Demokrasi saflarında yer aldılar. Zaten çok kısa bir zamanda Alman faşizminin ne denli işçi düşmanı bir iktidar olduğu da kanıtlanmış oldu. Alman faşizmi asıl toplumsal desteğini hayli büyük olan küçük burjuva kitlelerinden sağladı.

Bugün ise, 1970’li yıllardan bu yana yıkım gücü mütemadiyen artan neoliberal dönüşümler sonucunda küçük burjuva kitleler atomize edilmiş durumdadırlar. Kapitalist gelişmenin güncel aşaması, emperyalist merkez ülkelerdeki toplumsal yapının büyük ölçüde işçi sınıfından oluşmasına yol açmıştır. Her ne kadar kısa bir süre öncesine kadar işçi sınıfının dışında yer alan katmanlar üretim süreçlerinde belirli bir imtiyazlı konumda duruyor gibi gözükseler de, sonuç itibariyle güvencesiz istihdamları işçi sınıfınınkinden pek fark göstermemektedir. Üniversite mezunu, üretim süreçlerinin tasarlama, planlama, araştırma ve geliştirme bölümlerinde, masa başında istihdam edilmiş olunması veya finans sektöründe görev yapılması, böylesi katmanların işçi sınıfının parçası oldukları gerçeğini değiştirmemektedir. Gerçi emperyalist merkezlerdeki işçi sınıfının bölünmüşlüğü, sınıf içerisinde çalıştırılma ve ücretlendirilme koşulları nedeniyle çıkar farklılıklarının ortaya çıkması bu gerçeğin diğer yüzüdür, ama aynı zamanda da küçük burjuvazinin kitleselliğinin yok olduğunun bir kanıtıdır.

O açıdan »Dördüncü Rayhın« veya 1933 benzeri bir faşist diktatörlüğün toplumsal destekle kurulabilme koşullarının ortadan kalktığı tespitinde bulunabiliriz. Kaldı ki, günümüzün emperyalist ülkelerinde ırkçı-faşist partileri dahil burjuva partilerinin, her ne kadar »sosyal partnerlik« vb. uygulamalarla sınıf sendikacılığından uzaklaşmış olsalar dahi, hâlâ güçlü bir örgütlenmeye sahip olan emek hareketini açık terörle yok etme gibi bir hedefleri söz konusu değildir, hatta böylesi bir çaba burjuvazi açısından gereksizdir. Çünkü, bir kere Avrupa ülkelerindeki işçi sınıfı ve sendikal hareketi burjuvazinin sınıf tahakkümünü tehlikeye sokabilecek güç ve kitlesellikteki devrimci bir kanata sahip değildir. İkincisi, belirli bir kitleyi belirli bir süre için kandırmak olanaklı olsa da, örneğin Almanya’da sayıları yaklaşık 45 milyonu bulan çalışan sınıfları salt milliyetçilik vb. saiklerle kendi maddi ve toplumsal çıkarlarına bütünüyle ters düşen bir yönetim biçimini sürekli olarak desteklemelerini sağlamak olanaklı değildir. Üçüncüsü, sendikalar bütünüyle ele geçirilmiş olsalar bile, hiç bir diktatörlük – her işçinin arkasına bir polis koyamayacağına göre – sınıf çelişkilerinin sertleşmesi sistemsel bir yasallık olduğundan, toplumsal ve sınıfsal muhalefeti tümden susturabilecek baskı ve terör mekanizmasını uzun bir süre ayakta tutamayacaktır. Doğru, kimi zaman işçiler de çeşitli nedenlerden dolayı faşizmi destekleyebilirler, ancak kendi toplumsal tabanı olmayan bir faşist diktatörlüğün, bu diktatörlüğün politikalarından en fazla zarar gören bir sınıf tarafından uzun bir süre desteklenmesi mümkün değildir.

Ya, darbe veya savaş?

Günümüz Avrupa’sında, bilhassa Almanya’da bir faşist diktatörlüğün seçim yolu ile veya bir darbe ile oluşturulması, sadece toplumsal tabanının olmaması nedeniyle değil, tekelci burjuvazi gerek görmediğinden de söz konusu değildir. Faşizm her halükârda burjuvazi için son derece tehlikeli, kontrol edilmesi güç ve oluşturacağı geniş karşıt cephe nedeniyle burjuva egemenliğini tehdit eden bir unsura dönüşebilecek bir tercihtir. Böylesi bir tercih, örnekleri tarihte görüldüğü gibi, ancak son derece gerilmiş bir kriz ortamında, başka bir yol kalmadığında ve iç ve dış koşulların burjuvazinin sınıf egemenliğini alaşağı edebilecek tehditleri beslediğinde başvurulan bir »ultima ratio«, yani son çaredir. Alman faşizmi iktidarı ele geçirdikten sonra önce işçi sınıfı hareketini yok etmiş, ardından da saldırı savaşını başlatmıştır. Emperyalist ülkelerin proleterleşmiş toplumlarında işçi sınıfı hareketini ortadan kaldırmak olanaksızdır. Savaşlar ise artık sadece vekalet savaşları olarak yürütülmektedir.

Burada Birinci Dünya Paylaşım Savaşı (1914-1918) ve İkinci Dünya Paylaşım Savaşı (1939 – 1945) benzeri, emperyalist güçlerin doğrudan birbirlerine karşı yürütecekleri bir emperyalist savaşın, tarafların dünyayı tümden yok edebilecek veya en azından uzun süre yaşanmaz hâle getirebilecek nükleer silah cephaneleri nedeniyle, gerçekçi bir opsiyon olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Elbette, karşılıklı cepheleşmeler, yeni bir »Soğuk Savaşın« başlatılmış olması, nükleer programları nedeniyle Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) veya İran İslam Cumhuriyeti gibi ülkelere karşı uygulanan yaptırımlar, büyük savaş tehlikesini herkes için görünür kılmaktadır. Ancak ABD emperyalizmi ile KDHC arasında nükleer silah denemeleri çerçevesinde yıllardır süren ihtilafta görüldüğü gibi, restleşmeler ve tehdit etmeler emperyalist güçlerin militarizmi ve silah üretimini körüklemelerinin gerekçesi olarak kullanılmaktadır. Her ne kadar NATO, Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı kışkırtmalarda bulunsa ve sınır yakınlarında ordu manevraları düzenlese de, ne ABD’nde ne de Avrupa’da askerî-sivil karar vericiler arasında nükleer saldırı opsiyonunu ciddî olarak düşünen tek bir kişi yoktur. Nükleer cephaneler bir tarafta »caydırıcılık« politikalarına inandırıcılık sağlamak için bulundurulurken, diğer taraftan da askerî-sınaî kompleksleri ve silah tekellerini güçlendirmek için modernize edilmektedirler.

Genel anlamda bu tespit savaş tehlikesinin yok olduğu sonucuna yol açmamalıdır. Tam aksine, ilân edilmemiş bir »Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşının« yaşandığı emperyalist-kapitalist dünya düzeni her gün hep yeni biçimleri de olan, öncelikle çeper ülkeleri, ama dolaylı yoldan merkez ülkeleri de etkileyen yeni savaşlar yaratmaktadır. Afrika’nın, Ortadoğu’nun ve Asya’nın muhtelif bölgelerinde devam eden savaşlar ve silahlı ihtilaflar günümüz emperyalist-kapitalist dünya düzeninin doğrudan sonuçlarıdır ve emperyalist güçlerin hegemonya araçlarıdır. Ancak ilân edilmemiş »Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşının« sürdüğü gerçeği, belirttiğimiz türden bir dünya savaşının reel bir tehlike olduğu anlamına gelmemektedir. Kaldı gerçekçi olmayan bu senaryo, kapitalist krizden çıkış yolu olma özelliğini yitirmiştir.

Irkçı-faşist partilerin üstlendiği görev

AfD Eş Başkanı Frauke PetryAlmanya’da AfD, Avusturya’da FPÖ veya Fransa’da adını değiştiren Front National gibi ırkçı-faşist, ultra milliyetçi siyasî formasyonlardan hiç birisi, tüm ulus devlet retoriklerine rağmen, bir faşist diktatörlüğün kurulmasını hedeflememektedirler. Böylesi partilerin programlarına ve iktidara geldikleri ülkelerdeki uygulamalarına baktığımızda, sonuna kadar neoliberal politikaları savunduklarını görmekteyiz. Genellikle küçük ve orta ölçekli sermaye fraksiyonlarının desteğiyle kurulan böylesi partilerin temel amaç ve görevleri, etnik imtiyazlar ve emperyalist talandan pay verme vaatleriyle yerli işçi sınıfının olanaklı olduğunca büyük bir kesimini, bu ülkelerdeki burjuva parlamenter sistemini son derece otoriter, baskıcı ve olabildiğince neoliberal hâle getirmek için rızasını vermeye ikna etmek, işçi sınıfının var olan bölünmüşlüğünü ve göçmen işçiler ile mültecilerin varlığını bu rızayı üretmek için enstrümentalize etmektir. AfD, FPÖ veya Front National gibi partiler, Nazilerin propaganda ettikleri gibi bir »ulusal devrimi« veya faşist diktatörlük oluşturmayı değil, verili burjuva parlamenter sisteminde ve hükümetlerde yer almayı hedeflemektedirler. Özellikle Avusturya’daki FPÖ’nün gerek ülke, gerekse de eyaletler düzeyinde iktidar olduğundaki pratiği veya Macaristan’da Viktor Orban hükümeti ile Polonya’da Jaroslaw Kacynski’nin yönetiminde olan PIS hükümetinin uygulamaları, ırkçı-faşist partilerin iktidarı ele geçirdiklerinde faşist yönetime geçiş yapmadıklarını, aksine sermaye yanlısı sosyal kısıtlama, özelleştirme, düzensizleştirme ve esnekleştirme politikaları ve toplumu daha da sağcılaştırma çabalarını uyguladıklarını kanıtlamaktadırlar. Aynı şekilde Fransa’da »Rasseblement National«, yani »Ulusal Toplanma Hareketi« adını alan eski Front National da programatik olarak Euro’yu, AB’ni ve NATO kabullenmiş ve »muhafazakâr bir güç« olarak hükümetlere ortak olmaya hazır olduğunu göstermiştir.

Tüm bu gerçekler, günümüz Avrupa’sındaki reel tehlikenin yeniden açık faşist diktatörlükler kurulması değil, burjuva parlamenter sistemlerinin seçimlerle toplumsal meşruiyet üreten ve aynı zamanda yerli işçi sınıfının imtiyazlar ve pay vaatleriyle ikna edilerek, toplumları daha sağa iten »demokratörlüklere« dönüştürülmesi olduğunu kanıtlamaktadır. Avrupa’yı bekleyen asıl tehlike, emperyalist merkezlerin Macaristan veya Polonya benzeri ve burjuva demokrasisinin içi boşaltılmış, otoriter ve neoliberal rejimlerle yönetilmesidir. Böylesi bir gelişmeyi gazetemizin 38. sayısında yayımlanan »2017: “Demokratörlük” döneminin başlangıcı mı?« başlıklı yazımızda öngörmüştük.

Peki, bu gerçekler Avrupa solu, bilhassa Avrupalı komünistler açısından hangi tehlikeyi içeriyor? En başta »faşizme karşı en geniş güçlerin birliği« adı altında solun, ırkçı-faşist hareketlerin yükselmesine neden olan koşulları yaratan neoliberal burjuva partileriyle ortaklığa giderek, sağ oportünizm batağına daha da batması tehlikesini. Burjuva liberalizmiyle, neoliberal cepheye çoktan geçiş yapmış olan Sosyal Demokrasi veya Yeşiller ile AfD veya FPÖ gibi partilere karşı »halk cephesi« oluşturmak, sadece solun kendi değerlerinden vazgeçmesi sonucunu değil, aynı zamanda neoliberal politikalara karşı çıkan kitlelerin, »elitlere karşı savaş açtıklarını« iddia eden ve kendisini alternatif güç olarak gösteren ırkçı-faşist demagojiye daha fazla kanmasına yol açacaktır. Almanya örneğinde reformist Sol Partinin yeni eyaletlerde kurulan hükümetlere ortak olup, Alman emperyalizminin devlet aklını temsil etmesi nihâyetinde bu eyaletlerde AfD’nin güçlenmesine ve Sol Partinin büyük oy kayıplarına uğramasına yol açmadı mı? Halihazırda »sağ popülizme karşı sol popülizm« yaklaşımı, AfD’yi zayıflatmaktan çok güçlenmesine katkı sunmuyor mu?

Örnekler daha da çoğaltılabilir. Sonuç itibariyle Avrupa toplumsal ve siyasal solunun güncel gelişmeye vermesi gereken yanıt, burjuva liberalizmi ve neoliberal güçlerle muğlak bir »halk cephesi« oluşturup, burjuvaziye hep daha fazla uzlaşı ve taviz sinyali vermek değil, sınıf mücadelesini radikal biçimde yükseltmek, devrimcileşmek ve işçi sınıfının en geniş kesimlerinin çıkarlarını tutarlı bir biçimde savunan gerçek alternatif güç hâline gelmek, proletarya enternasyonalizmini ısrarla savunmak ve işçi sınıfının iktidarını hedefleyen mücadeleyi örmektir. Hiç şüphe yok ki, Avrupa solunun reformizmde ısrarı, iddia edildiği gibi »dönüşümle kapitalizmin sonunu« değil, kendisinin sonunu hazırlayacaktır.


Konuyla ilişkili diğer makaleler