Belirsizlikler dönemi mi?
Emperyalist güçler arasındaki ihtilaflar üzerine
1989/1990 karşı devrimi ile reel sosyalizmin yenilgiye uğratılmasından sonra »tarihin sonu geldi« demagojisi yaygınlaştırılmıştı. Kapitalizmin güya iç çelişkilerini nihaî olarak çözdüğü ve istikrarlı, stabil bir gelişme yoluna girdiği iddia ediliyordu.
Reel sosyalizmin yenilgisi burjuva demagojisinin güçlenmesinin yanı sıra, »anti-otoriter sol«, »dogmatik olmayan sol« veya »yeni sol« gibi reformist ve oportünist akımların gerek işçi hareketi, gerekse de kapitalizm karşıtı hareketler arasında »dönüşümle kapitalizmin aşılabileceği« düşüncesini yayabilmelerine olanak tanıdı. Artık emperyalizm yerine »imparatorluk«, sosyalizm yerine de »başka bir dünya« kavramları kullanılıyor, »yeni sosyal hareketlere« umut bağlanıyordu.
Ancak emperyalist-kapitalist dünya düzeni çok kısa bir süre içerisinde kapitalizmin iç çelişkilerinin tüm şiddetiyle var olmaya devam ettiklerini ve emperyalist saldırganlığın dizginsizleşerek, yeni bir ivme kazandığını kanıtladı. Emperyalist müdahale savaşları ve artık yazılı olduğu kâğıt kadar değeri kalmayan BM Şartına aykırı işgaller dünyanın muhtelif coğrafyalarını yangın yerine çevirdi, milyonlarca insan yaşamını kaybetti, on milyonlarcası mülteciliğe zorlandı. Emperyalist merkezlerde savaş karşıtı hareketler kimi zaman kitleselleşen protesto gösterileri düzenlediler, ancak savaşları engelleyemediler.
Daha sonraları, 2007’de patlak veren ve etkileri hâlen farklı biçimlerde sürmekte olan ekonomik kriz, dünya çapında protesto hareketlerinin yaygınlaşmasına neden oldu. Avrupa’da ve bilhassa ABD’nde yüz binlerce insan sokaklara döküldü, »Occupy« hareketleri yayıldı. Ama bu kendiliğinden gelişen ve kitleselleşen protesto hareketleri de doğal olarak devrimci durumun oluşmasına neden olmadılar. Kapitalizm hâlâ ayaktaydı ve krizine kendi »çözümünü« bulmuştu.
Özellikle Alman emperyalizmi usta manevralarla krizin etkilerini, kriz sonuçlarını AB’nin çeper ülkelerine ve öncelikle bu ülkelerin işçi sınıflarının sırtına yükleyerek, öteleyebildi. Alman burjuva basını ülkenin böylelikle »krizin kazananı« olduğu ilân etmiş olsa da, Almanya işçi sınıfı da büyük hak kayıplarına uğradı, küçük burjuvazi kitlesel biçimde güvencesizliğe itildi ve yoksullaşmaya başladı. Nihâyetinde krizin kapitalist »çözümü« yeni çelişkiler ve krizler doğuruyordu. Kapitalist devletlerin yönetilebilmesi giderek zorlaşıyor, içleri daha çok boşaltılan burjuva demokrasileri yönetim ve temsilîyet krizlerini çözmeye yeterli olamıyorlardı. Oluşan çoklu kriz ortamı, yani ekonomik ve malî krizler, yönetim krizi, kimlik krizi, güven krizi, ekolojik kriz ve sosyal ihtilaflar, emperyalist burjuvazileri daha saldırgan ve daha baskıcı politikalara yönlendiriyor, bunlar ise toplumsal direnç mekanizmalarını tetikliyordu.
Toplumsal direnç mekanizmalarını, Batı’daki sendikal hareketin, reformist sol tarafından da desteklenen sınıf uzlaşmacısı tutumu sayesinde ve devrimci, komünist hareketlerin zayıflığı nedeniyle milliyetçi ve ırkçı-şoven kanallara akıtabilen tekelci burjuvazi, egemen sistemi tehdit etmese bile, gene de kontrol altında tutmakta zorlanacağı bir »AB ve yönetici elitler karşıtlığının« yayılmasını engelleyemedi. Proleterleşen küçük burjuvazi arasında milliyetçi ve ırkçı-şoven tutumların yaygınlaşması, sermaye fraksiyonları arasındaki çıkar çatışmalarının silahları hâline geldi. Özellikle Avrupa iç pazarına yönelik üretim yapan sermaye fraksiyonları, egemen büyük sermaye fraksiyonlarının ihracatı önceleyen politikalarına karşı milliyetçi ve ırkçı-şoven siyasî formasyonları destekleyerek, iktidar yapıları içerisindeki konumlarını güçlendirmeye yöneldiler.
Aynı şekilde emperyalist burjuvaziler arasında da çıkar çelişkileri derinleşmeye başladı. Özellikle Trump’ın ABD başkanı seçilmesiyle emperyalist cephedeki çıkar çelişkileri, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin kurallarını değiştirmeye ve emperyalist güçler arasında cepheleşmelere yol açtı. ABD yönetiminin dış politikasını kısmen öngörülemez zikzaklarla şekillendirmesi, başta Almanya olmak üzere, Avrupa’daki diğer emperyalist güçleri zora sokmaya ve uzun vadeli hesaplarını yeniden düzenlemeye itmeye başladı.
Halihazırda günümüz emperyalist-kapitalist dünya düzenini iki merkez etrafında kümelenmekte olduğunu söyleyebiliriz: Washington ve Berlin! Her ne kadar Alman emperyalizmi, diğer Avrupalı emperyalist güçlerle birlikte dahi, ABD emperyalizmi ile askerî ve siyasî etkinlik açısından – şimdilik – boy ölçüşemeyecek durumda olsa da, ABD ve Alman emperyalizmleri arasında söz konusu olan ihtilaflar, kısa vadede 2020 ABD Başkanlık Seçimlerine kadar bir belirsizlikler dönemine girdiğimizi gösteriyor. Bu dönemde dünyayı nelerin beklediğini yüzeysel olarak tahmin edebilmek için, emperyalist kümeleşmelerin yönelimlerine bakmak gerekecek.
Rus ve Çin Kartları
Görüldüğü kadar emperyalist kümeleşmelerin tetikleyici faktörleri Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelik olan pozisyonlar, ki burada belirleyici olan olgu iktisadî ilişkilerdir. ABD emperyalist burjuvazisi başka hiç bir konuda olmadığı kadar Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı yaptırımlar konusunda anlaşmış durumda. Örneğin Demokratlar ABD Başkanlık Seçimlerinde »Rus hackerlerin manipülasyon yaptığı« iddialarıyla Trump’ın »Ruslardan yardım almasını« skandalize etmişler ve iç politika malzemesi yapmışlardı. ABD Kongresinde 2017 Ağustos’unda »Karşıt Güçlere Yaptırım Yasasını« kabul ederek, Trump’ı sıkıştırmaya çalışmışlardı. Trump’ın yasaya karşı çıkacağı ve böylelikle de »Ruslarla işbirliği« yaptığı iddialarını kanıtlayacağı hesaplanmıştı. Ancak Trump hem bu yasayı onayladı, hem de 2018 Eylül’ünde imzaladığı bir KHK ile seçimlere yönelik manipülasyonları »ulusal acil durum« olarak ilân etti ve Rusya’ya karşı bir dizi yaptırım kararı aldırdı. Aynı şekilde Cumhuriyetçiler ve Demokratlar Kongreye ortaklaşa sunacakları bir yasa üzerine çalışıyorlar. »Amerikan Güvenliğini Kremlin Saldırganlığına Karşı Savunma Yasası« adı verilen yasa ile Rusya’nın uluslararası malî piyasalarla olan ilişkisi sınırlandırılmak isteniyor. Zaten Trump 2018 Ağustos’unda Britanya’daki zehirlenme olayını kullanarak Rusya’nın ABD’li yüksek teknoloji ürünlerine ulaşımını kısıtlamıştı. Kongrede Rus devlet tahvillerinin satışının yasaklanması ve »Nord Stream 2« adlı doğalgaz boru hattının inşasının engellenmesi gibi bazı yeni yaptırımlar tartışıldığını bildiren Newsweek dergisi bu nedenlerle »ABD Rusya’ya iktisat savaşı ilân etti« başlığını atmıştı.
Rusya Federasyonu Avrupa, dolayısıyla Alman emperyalizmi için önemli bir stratejik partner ve ABD’nin yaptırımları sadece Rusya’ya değil, aynı zamanda Avrupa’ya da darbe vurabilecek nitelikte. Bir kere Rusya Avrupalı ülkelerin en büyük doğalgaz tedarikçilerinden. Sadece Almanya doğalgaz ihtiyacının yaklaşık yüzde 40’ını Rusya’dan alıyor. Avusturya, Çek Cumhuriyeti veya Finlandiya gibi ülkeler ise neredeyse tüm ihtiyaçlarını Rusya’dan karşılıyorlar. O açıdan Kuzey ve Baltık Denizlerinden geçen doğalgaz boru hatlarının işlevlerini kaybetmeleri, sadece Rusya’yı değil, enerji açlığı emsalsiz olan Avrupalı ülkeleri de zora sokacak. Diğer taraftan Rusya da Avrupalı emperyalist güçler açısından önemli ve büyük bir bakir pazar. 140 milyonluk nüfusu ve Avrasya Ekonomik Birliğinin taşıyıcı gücü konumuyla Rusya Federasyonu’na yönelik ABD yaptırımları doğrudan Avrupalı emperyalist güçlerin iktisadî ve stratejik çıkarlarını zedelemektedir. Her ne kadar AB de Ukrayna krizi nedeniyle Rusya Federasyonu’na karşı bazı yaptırım kararları almış olsa da, bu yaptırımlar gerek enerji, gerekse de malî sektördeki karşılıklı ilişkileri zedelemiyordu. ABD Rus devlet tahvillerine yönelik yasaklama kararını alırsa, Avrupalı finans tekellerinin Rusya’ya yönelik ihracatı finanse etme olanaklarından yoksun kalacaklar. Bu da Rusya ihracatına yönelik üretime bağımlı olan sermaye fraksiyonlarını zora düşürecek. Aynı şekilde Rusya’da faaliyet gösteren Avrupalı tekeller de etkilenecek. Örneğin Alman Sanayi ve Ticaret Odasının Dış Ticaret Bölümü başkanı Volker Treier, sadece Alman tekelleri sayesinde Rusya’da 270 bin kişilik istihdam yaratıldığını ve bu istihdamın »her halükârda siyasî ilişkileri stabilize etmeye yaradığını« söylüyor.
ABD’li sermaye fraksiyonlarının kendi aralarında çelişkisiz konumlandıkları diğer bir konu da Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı alınan tavırlardır. ABD emperyalizminin Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı geliştirdiği politika, hem iktisadî ilişkiler, hem de askerî stratejiler açısından bir hayli komplike sorunu içinde barındırmakta. Trump yönetimi Çin’i ABD’nin iktisadî ve ulusal güvenliğine yönelik en büyük tehdit olarak lanse etmekte. Örneğin Başkan Yardımcısı Mike Pence 4 Ekim 2018’de Kongrede yaptığı konuşmasında Çin Halk Cumhuriyeti’ni »yayılmacı ve otoriter tehdit« olarak nitelendirmiş ve ABD yönetiminin Çin’e yönelik politikalarını »daha ofansif hâle getireceğini« vurgulamıştı. Aynı şekilde ABD Savunma Bakanlığı silah alımı ve bütçe planlarını Çin ile olası askerî ihtilaflara göre şekillendirdiklerini açıklamıştı. 2018 Ağustos’unda yürürlüğe sokulan »Export Control Reform Act of 2018« (İhracat Kontrol Reformu Yasası) ABD’nin »ulusal güvenliği için kritik önemde olan« yüksek teknoloji ürünlerinin Çin’e ihracatını kısıtlamayı amaçlamakta. Ancak komplikasyonlar Çin Halk Cumhuriyeti’nin ABD’nin önemli ekonomik partnerlerinden birisi olması gerçeğiyle başlıyor. İktisadî çıkarların dayattığı »zorunluluklar« ile »ulusal güvenlik« gerekçeli yaptırımların aynı anda yürütülmesi Washington’da baş ağrısı yaratıyor.
Çin Halk Cumhuriyeti sadece ABD’nin değil, aynı zamanda Avrupalı emperyalist güçlerin de en önemli ticaret partneri. Avrupalılar açısından işin kötüsü, ABD’nin Çin ile olan ihtilafını kontrol edememesi. Gerçi Avrupa’da bazı kesimler Çin Halk Cumhuriyeti’nin yüksek teknoloji ürünlerini, ABD’nde yasak gelirse, Avrupa’dan rahatlıkla tedarik edebileceklerini ve bu nedenle ABD’nin ihracat kontrolünün etkisinin olmayacağını iddia etseler de, ABD’nin Avrupalı tekelleri de etkileyecek yaptırım kararları alabileceğini göz ardı ediyorlar. Çünkü ABD, aynı İran ihtilafında olduğu gibi, Avrupalı tekelleri ABD ve İran piyasası arasında seçim yapmaya zorlayabilir. Ancak böylesi bir zorlama, İran örneğinden daha kötü sonuçlara yol açabilir. Avrupalılar bu nedenle Çin konusunda ABD ile ortak çizgi arayışına girmiş ve dolayısıyla ABD’ne muhtaç pozisyona düşmüş durumdalar.
Karşılıklı Bağımlılıktan, »Hükümran Avrupalılığa«
Alman emperyalizmi, içinde bulunulan dönemi »nadas ve güvensizlik zamanı« olarak nitelendiriyor ve bu nedenle politikalarıyla, ABD ile olanaklı olduğunca işbirliğine dayalı ilişkileri sürdürmenin zorunlu olduğunu göstermeye çalışıyor. Alman devletinin araştırma kurumları Avrupa ve ABD arasındaki ilişkileri karşılıklı bağımlılık ilişkisi olarak tanımlıyor. Sahiden de karşılıklı bağımlılıklar sadece güvenlik siyasetinde değil, çeşitli alanlarda devletler ve toplumlar arasında sıkılaşmış ağlar biçiminde örülü transatlantik ilişkiler biçiminde şekillenmiş durumda. Ancak Berlin ve dolayısıyla Brüksel, Trump yönetiminin iktidarda kaldığı müddetçe bu ilişkileri ABD emperyalist burjuvazisinin tekil çıkarları temelinde yürütmeye kararlı olduğunu düşünüyor. Kaldı ki Trump yönetiminin güncel Rusya ve Çin politikaları doğrudan Avrupalı emperyalist güçleri çıkarları zedelemekte. Bununla birlikte ABD’nin AB üyeleri arasına nifak soktuğundan ve AB içindeki güç dengelerini değiştirmeye çalıştığından hareket ediliyor.
Almanya açısından Avrupa’nın ortak çatı altında ve tek sesle stratejik risk güvenliği politikası geliştirmesi ve dış politikasını ABD’nden bağımsızlaştırması yaşamsal bir zorunluluk hâline gelmiş durumda. Ancak »Avrupa’nın güvenliğinin« ABD’nin nükleer şemsiyesine muhtaç olması, ABD-AB ilişkilerindeki asimetriyi büyütmekte ve »hükümran Avrupalılığı« sağlayacak olan »stratejik otonomi« hedefine ulaşmayı zorlaştırmakta. Bilhassa Polonya ve Baltık ülkelerinin »güvenliklerini« ortak bir AB ordusundan ziyade ABD’nin askerî gücüyle koruma yatkınlıkları, »stratejik otonomi« hedefi açısından zayıflatıcı bir faktör olarak algılanıyor. Böylece, ABD ve Avrupa emperyalizmleri arasındaki çelişkiler, Avrupa’daki emperyalist güçler arasında da çıkar çatışmalarını derinleştiriyor.
Alman ve Fransız emperyalizmleri bu gerçeklerden hareket ederek askerî ve iktisadî alanlarda farklı stratejiler geliştirmeye hız vermiş durumdalar. »Avrupa’nın güvenliği« konusunda atılan belki de en önemli adım, AB’nin NATO’dan bağımsız kendi »caydırıcı gücünü« oluşturma planları, yani Fransa’nın nükleer cephanesini »Avrupa’nın nükleer şemsiyesi« hâline dönüştürme çabaları. Aynı şekilde, Fransa Başkanı Macron’un önerdiği gibi, »Eurobond«, yani »Avrupa devlet tahvilleri« üzerinden ABD-Dolarından bağımsızlaşma adımları atılıyor. Bu şekilde uluslararası sermaye piyasalarının Euro’ya olan güvenleri artırılmak ve Rusya, Çin veya İran ile olan ticareti Euro üzerinde yürütmek isteniyor. Ancak bu, ekonomisi ihracata dayalı Almanya açısından belirli sorumluluk riskleri taşıdığından, henüz tam olgunlaşmamış bir çaba olarak arka plandan yürütülüyor.
Nihâyetinde Almanya ve Fransa »yumuşak balans (denge) politikası« uygulayarak, ABD karşısındaki konumlarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Bu sayede, değişen ihtilaf ve çıkar konstellasyonları (senaryoları) temelinde ve uluslararası kurumları kullanarak ABD’nin etkinliğini sınırlandırma veya en azından etkileme olanağını elde etmek istiyorlar. Hatta ABD’nin belirli siyaset konseptlerine ve adımlarına duruma göre uluslararası meşruiyet kaybettirme denemesi dahi yapılması düşünülüyor. Berlin ve Paris’te umutlar 2020’de yapılacak olan ABD Başkanlık Seçimlerinde Trump’ın kaybetmesine bağlanmış olsa da, hazırlıklar Trump’ın tekrar seçilme olasılığı üzerine yapılıyor. Kısacası emperyalist kümeleşmeler henüz netleşmiş değil ve çıkar durumuna göre kümeler arasında geçişler söz konusu. Bu nedenle belirsizlikler döneminde olduğumuzu iddia ediyoruz. Ama her halükarda belirli olan, bu sürecin dünya çapında ezilen ve sömürülen sınıflara yaramayacağıdır.
İçinde bulunduğumuz belirsizlikler dönemi, çoklu kriz ortamının da etkisiyle merkez kapitalist ülkelerde dahi insanların gündelik yaşamlarını doğrudan belirleyen olumsuzlukları çoğaltmaya aday. Kapitalizme içkin kriz doğurganlığı aşılmış değil. Kapitalizmin doğurduğu çelişkiler, Fransa’da olduğu gibi, hemen her ülkede farklı biçimlerde toplumsal protestolara yol açabilir. 1989/1990 karşı devriminden bu yana emperyalist burjuvazinin yukarıdan dayattığı sınıf savaşı önümüzdeki bir kaç yıl içerisinde ivme kazanacağa benziyor. Baskılar, savaşlar, sömürü ve ekolojik felaketler hiç şüphesiz daha da artacak, sosyal ihtilaflar derinleşecek ve halkların protesto yatkınlığı fazlalaşacaktır.
Temel sorun, devrimci olmayan dönemlerde nasıl devrimci politika uygulanabileceğidir. Kendiliğinden gelişen toplumsal protesto olaylarının nasıl sınıf mücadelesine dönüştürülebileceğidir. Bu soruyu yanıtlayabilmek için kabul etmemiz gereken tek gerçek, reel sosyalizmin yenilmiş olmasına rağmen, hâlâ “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı” içerisinde bulunduğumuz ve sosyalizme ancak devrimle ulaşabileceğimiz gerçeğidir. Bu gerçeği kabul etmeyen her politika, sadece yenilgiye mahkum kalmayacak, kapitalizm karşıtı olduğunu iddia etse bile, burjuvazinin sınıf tahakkümüne hizmetten başka bir şey olmayacaktır.
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht ile on binlerce devrimcinin katledilmesinin yüzüncü yılında hâlâ geçerlidir: Ya sosyalizm, ya da barbarlık!