Çarpışmaya hazırlıklı olun!..
Sonda söyleyeceğimizi hemen başta söyleyelim; Yapısal sorunları gizleyen örtü kalkıyor ve ortaya çıkan manzara gösteriyor ki, Türkiye ekonomisi bir krizle karşı karşıya... Ve yaşanan süreç, bu krizin kaçınılmaz faturası- nın hayli ağır olacağına işaret ediyor...
Türkiye bir önceki büyük krizini 2001 yılında yaşamıştı. Ekonominin savunmasız şekilde dışa açılması ardından, üretim açığının yarattığı döviz bağımlısı dış denge, sürdürü- lemez noktaya ulaşan iç borç dinamiği, çökme noktasına gelen finans sistemi ve diğer yapısal sorunlar, özellikle 1990’ların başın- dan başlayarak Türk ekonomisini adım adım krizin eşiğine getirmişti. Kronikleşen yüksek en asyon, devasa boyuta ulaşan kamu açıklarının Merkez Bankası kaynaklarıyla finanse edilmesi, batık bankaların yükünün devlete yüklenmesi ve siyasi erkin dayatan reform- ları yapmaması sorunları ağırlaştırmış, yine bu dönemde özellikle dış dengeyi olumsuz etkileyen Körfez Savaşı ve nihayet 1999’da yaşanan Marmara depremi zaten var olan kırılganlıkları krize götüren yolun taşlarını döşemişti. 2000’deki büyük sarsıntının ardından büyük kriz Şubat-2001’de patladı. Bir gün içinde finans sistemi çöktü; TL yüzde 40 değer kaybederken Merkez Bankası dövizi frenlemek için 5 milyar doları aşan satış yaptı, gecelik faizler yüzde 6200 seviyesini gördü.
Yangın ancak şok bir programla söndürülebilirdi. Ve başarı, sürekli ertelenen popü- lizm kurbanı yapısal reformların hızla hayata geçirilmesinden geçiyordu. Öyle de oldu; Nisan 2001’de açıklanan ekonomik programla birlikte üretim yeniden artmaya başladı; enflasyon dizginlenirken, bütçe ve dış dengede iyileşme sağlandı. Hızla hayata geçirilen reformlarla finans sistemi görece sağlam bir ya- pıya kavuşturuldu. Ayrıca oluşturulan bağımsız-özerk düzenleyici ve denetleyici kurumlar siyasi yapının ekonomiye müdahalesini asgari düzeye çekerken, oluşturulan güven ortamı da iyileşmeye ivme kattı.
Türkiye’den aldığı davet üzerine Dünya Bankası’ndaki görevinden ayrılarak Ankara’ya gelen Kemal Derviş’in açıkladığı ve yürüttü- ğü “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”, sağla- nan göreli istikrarın güçlendirilmesi ve üre- tim açığının azaltılarak ekonominin rekabet gücünün artırılmasını öngören orta ve uzun vadeli bir dizi kalıcı yapısal reform öngörü- yordu.
Nitekim, programın temel amacında bu konuya açık vurgu yapılıyordu: “Temel amaç, ortaya çıkan güven bunalımı ve istikrarsızlığı süratle ortadan kaldırmak, bu amaçla eski alışkanlıklara bir daha geri dönülmesine imkan vermeyen yeni ve çağdaş kurumsal yapıları oluşturmak, iktisadi etkinliği sağlayacak yapı- sal reformları gerçekleştirmek, makroekonomik politikaları en asyonla mücadelede etkin bir şekilde kullanmak, sürdürülebilir büyüme ortamını temin etmek, kişiler ve bölgeler arasındaki gelir dağılımı bozukluklarını gidermektir...”
İzleyen dönemde uzunca bir süre finans sektöründeki belirgin iyileşme ile mali disipline bağlı kalınırken, üretim tarafında ise de- yim yerindeyse “hiçbir adım atılmadı.” Bir bakıma üretmek, hele de dünya ile -Çin ve ucuz işgücü sunan gelişme yolundaki ülkelerle- rekabet edebilecek bir yapıda sanayi üretimine yönelmek gibi zor (!) bir tercih yerine, üretme- den tüketmek öncelikli tercih olmuştu. Nitekim 2001’den bu yana geçen 15 yılda, deyim yerindeyse gelişmiş ekonomilerin ağzından burnundan para fışkırıyordu ve borçlanmanın maliyeti de nerdeyse yok pahasınaydı. Dahası yol, köprü, rezidans, AVM gibi inşaat yatırımları Türkiye’de (siyasi ve ekonomik açıdan) daha çok prim yapıyordu. Dahası, bu harcamalar kısa yoldan gelir ve servet transferi sağlamanın en önemli ve etkili aracı olarak işlev görüyordu.
İşte geçen 15 yıl boyunca Türkiye ekonomisi bir yandan düşük faizle dışarıdan aldığı borç parayı büyük bir başarıyla (!) toprağa gömerken, bir yandan var olan sanayi kapasitesini küçültme başarısını (!) gösterdi. Var olan sanayi üretimi ise daha fazla ithal girdiye bağımlı hale geldi ve yarattığı katma değer hızla küçüldü. Dolayısıyla da rekabetçi ve yenilikçi üretim yapısına geçemedi.
Ve bu dönemde tamamı özel sektörün üzerine yıkılan devasa bir dış borç yükü oluştu. 2002’de 129 milyar dolar düzeyinde bulunan dış borç stoku, Haziran-2016 itibarıyla 421 milyar dolara, 2005’te yüzde 36’ya kadar gerileyen dış borç/GSYH oranı da yüzde 60’a yükseldi. Bu oran özel sektör borçlarında ise 2002’deki yüzde 18.7’lik düzeyinden, yüzde iki katından fazla artışla yüzde 45’e dayandı. Böylece, özel sektörün döviz borçluluğu tarihinin en yüksek düzeyine çıkmış oldu.
Oysa, Ağustos Böceği hikayesindeki gibi sayılı yaz günleri bitecek ve kış mevsimi kapıya dayanacaktı... Ve işte o gün geldi çattı...
Dünya genelinde olmasa bile, parasal genişlemenin merkezi ABD’de faizlerin artacağı mesajının ardından, gelişen ekonomilerden para çıkışının başlamasıyla da Türkiye ekono- misi açısından tünelin ucundaki ışığın, ger- çekte karşıdan gelen trenin ışığı olduğu net şekilde anlaşılmış oldu...
Fed ve Trump etkisinin küresel piyasalar- da doların yönünü yukarı çevirdiğine şüphe yok... ABD Doları tüm dünyada değer kazanıyor ancak, Türk Lirası açık ara negatif ayrışan ve en ağır hasarı alan paraların başında geliyor. O kadar ki TL’deki değer kaybı, yeni ABD başkanının sınırına duvar öreceğini açıkladığı Meksika’nın para birimini dahi geride bıraktı... Nedeni ise gayet açık... Ekonomik kırılganlıklarına ek olarak AB ve ABD gibi geleneksel müttefikleriyle giderek gerginleştirdiği ilişkileri ve son derece hassas bir bölgede yürüttüğü barışçıl olmayan dış politikası nedeniyle jeopolitik riskleri de giderek artan bir ülke olarak öne çıkıyor.
Başlıca risklerinin neler olduğuna gelince... Açıkça ifade etmek gerekir ki, 1994 krizinden bu yana makro göstergelerin tamamında bu denli bir bozulma ilk kez yaşanıyor ve gelinen noktada manzara şudur...
GSYH büyümesi: Sanayide kan kaybı hızlanmış görünüyor. Büyüme açısından öncü gösterge kabul edilen sanayi üretimi, 3. çeyrekte geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3.2 düşüş kaydetti. Tek başına bu kayıp bile büyümeyi yaklaşık bir puan aşağı çekecek. Tarımda ve hizmetlerde de kayda değer bir can- lılık söz konusu değil. Turizm gelirlerinde düşüş sürüyor, ihracatın büyümeye net katkısı mümkün görünmüyor. Tüketimde daralmaya paralel olarak hem tüketim, hem üretim tarafında kredi talebinde ciddi bir duraklama var. Dolayısıyla, bu yılın üçüncü çeyreğinde GSYH’da büyüme beklemek oldukça zor. Son çeyrekte küçülme gelmesi olasılığı yüksek... Yılın tamamındaki büyümenin ise yüzde 2’yi bulması büyük başarı olur.
Türk Lirası hızla eriyor: Amerikan Mer- kez Bankası’nın (Fed) aralık ayında faiz artışına gideceğine yönelik işaretler eylül ayından itibaren güçlendi. Bu tarihten itibaren de dolar gelişen ülke paraları karşısında hızla değer kazanmaya başladı. Ekonomide büyümeyi hızlandıracağı sözünü veren (böylece en asyon yaratacağı öngörülen) Trump’ın ABD’de başkanlık seçimin kazanmasıyla da en kırılgan para birimleri arasında yer alan TL’deki erime hız kazandı. Dolar/TL 3.50 sını- rına dayanırken, son 15 gündeki kayıp yüzde 11’i, son iki aydaki kayıp ise yüzde 18’i buldu. TL’nin değer kaybının yılsonuna kadar yüzde 25’e ulaşması sürpriz olmayacak. Kurdaki bu hızlı yükseliş, Türkiye’nin dolar cinsinden GS- YH’sını ve kişi başına gelirini de aşağıya çeke- cek.
En asyonda yeniden çift haneye doğru: Her ne kadar tüketim eğilimi zayı asa da dolardaki artışın, ithal girdi fiyatları ve maliyetler üzerinden en asyonu körüklemesi kaçınılmaz... Merkez Bankası’nın hesaplama- larına göre, kurlardaki yüzde 10’luk bir artış, yarattığı geçişkenlikle en asyonu 1,5 puan yukarı çekiyor. Bu hesapla tek başına yüzde 20’lik kur etkisi, bir yıllık vadede kabaca yüzde 3 oranında en asyona neden olacak. Tüketimin daha da daralacağı bu dönemde, yüksek enflasyonla birlikte durgunluk, yani stagnasyona girilmesi ise hayli yüksek bir olasılık...
İşsizlik artışta: Ekonomik aktivitedeki yavaşlama bir yandan işsizlik oranını yukarı çekerken, bir yandan da yeni istihdam yaratılmasını engelliyor. Yaz döneminde konjonktürel olarak tarım, inşaat ve turizm sektörleri başta olmak üzere mevsimsel etkilerle istihdam oranı yüksektir ve işsizlik görece azalır. Bu yıl tablo tersi yönde gelişti. Mayıs ayından bu yana artış seyrini sürdüren işsizlik oranı, ağustosta yüzde 11.3’e yükseldi. Ağustosta 3.5 milyon işsize ek olarak umudu olmadığı için iş aramayan 3 milyon kişi de eklendiğinde geniş tanımlı işsiz sayısı 6.5 milyona ulaşıyor. Bu rakam, küresel krizin etkilerinin en yoğun hissedildiği dönemden bu yana işsizlikte görülen en yüksek seviyeye işaret ediyor. Ekonomide özellikle üçüncü çeyrekten itibaren daha da belirginleşen durgunluk, kaçınılmaz olarak işsizlik oranlarını izleyen aylarda daha da yukarı çekecek. Çarkları yavaşlayan sanayi yoğun işçi çıkarma yoluna gidebilir. Yılsonunda oranın yüzde 13’e ulaşması sürpriz olmayacak.
Bütçe disiplini bozuluyor: Ocak-Ekim döneminde bütçe açığı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 95 artışla 12,1 milyar liraya ulaştı. Üstelik, Merkez Bankası’nın 9.8 milyar liralık kârının bu yılın bütçesine sağladığı olağan dışı gelir kaydına rağmen... Ekonomideki yavaşlama paralelinde vergi gelirlerindeki artış hızının giderlerin altında kalması, bütçe dengesini olumsuz yönde etkiliyor. Ayrıca, iç güvenlik ile içeride ve dışarıda yürütülen askeri operasyonların harcama yükü bütçedeki açığı büyütüyor. Diğer yandan faiz oranlarının yükselmesi de merkezi yönetimin faiz harcamalarını artırarak bütçe dengesini olumsuz yönde etkileyen diğer bir unsur olarak öne çıkıyor. Geçmiş dönemde özelleştir- me, yeniden yapılandırma, orman arazilerinin satışı, vergi affı ve varlık barışı gibi sürekliliği bulunmayan (tek seferlik) ek kaynaklarla gelir sağlanan bütçede bu olanaklar da oldukça zayı amış durumda. Nitekim bu kapsamda son olarak otomotiv sektörüne yönelik ÖTV artışı ile ek kaynak yaratılması arayışına gidildi. Netice olarak, bütçe gelirlerinde artışın yavaşlaması ve giderlerin daha yüksek oranda artmasına paralel olarak bütçe açığı/GSYH oranı da 2013-2015 arasında bulunduğu yüzde 1,2-1,3 seviyelerinden bu yılın sonunda yüzde 1.8 düzeyine ulaşabilir.
Cari açık yeniden kritik seviyeye gidiyor: Başta ham petrol olmak üzere enerji fiyatlarındaki göreli gerileme cari işlemler dengesine olumlu yansımakla birlikte, ihracat ve turizm gibi döviz kazandırıcı faaliyetlerdeki zayıflık cari dengeyi negatif yönde etkilemeye devam ediyor. Yılın tamamında turizm gelirlerinde yaklaşık 17 milyar dolar, ihracatta ise 8 milyar dolar olmak üzere 25 milyar dolara yakın bir düşüş yaşanacağı tahmin ediliyor. İlave olarak Türkiye’ye doğrudan yatırımların zayı aması (2009 kriz yılı hariç 2005 yılından bu yana en düşük giriş) ve kısa vadeli serma- ye hareketlerinde hızlı bir çıkışın yaşanması, cari işlemler dengesinde yeniden ve güçlü bir bozulma yaşanacağına işaret ediyor. Böylece cari açığın 36 milyar dolar seviyelerine gel- mesi ve 2015’te yüzde 4.5 olarak gerçekleşen cari açık/GSYH oranının, bu yılın sonunda yüzde 5’i aşması bekleniyor.
Peki ne yapmalı?..
“Doların artışı bizi niye etkilesin... artış dışarıdan kaynaklı... dolsa ne olur dolmasa ne olur... doların artışı kriz göstergesi değil... Amerika düşünsün, ihracatı azalacak...” Hadi cehalete yormayalım, ama en azından gayriciddi ve laubali bu türden yaklaşımlarla yangının sönmesi mümkün değil. Aksine bu inciler, yangın bölgesine rüzgar taşıyor...
İçeride ve dışarıda gerginlik ve savaş politikaları, Ohal ve KHK’ler ile ülkeyi yönetme hevesleri, son günlerde peşpeşe yapılan EKK toplantıları sonrasındaki; vatan-millet, “bizi yıkmak isteyen dış güçler”, “milli para” hamasi açıklamaları yangının büyüyeceğini gösteriyor.
Öyleyse “çarpışmaya hazırlıklı olun!..”