Daima İleri
‘Faustian pact’ (Faustvari anlaşma) kavramı, ünlü Alman yazar Goethe’nin ‘FAUST’ adlı yapıtından esinlenerek üretilmiş sosyolojik bir söylemdir. Bu yapıtta, başkahraman Faust, dünyevi istek ve arzuları uğruna ‘şeytan’la pazarlıkta ruhunu şeytana satar. Dolayısıyla bu pazarlığa ‘Faust pazarlığı’ da denmiştir. İşte bu Faust pazarlığı, son dönemde Türkiye’nin dış ilişkilerinde ve içte de ‘Saray’la ilişkilerde yaşanmaktadır.
Bu pazarlıklardan ilki, Türkiye’de erki elinde tutanların, diplomasi adına Rusya ile yaptıkları pazarlıklardır. Gerçi ‘şeytan’ denince akla Amerika gelir ama bu kez iş gerçekten de şeytanla pazarlığa dönüştü. Çünkü gerek Suriye ve Irak’ta yalnızlaşan, gerekse iç politikada siyaset, ekonomi ve güvenlikle ilgili sarsıntılar yaşayan ‘Saray’ iktidarı, Rus büyükelçisinin Ankara’nın göbeğinde El-Kaideci bir polis tarafından öldürülmesiyle Putin’in kıvrak ve kurnaz zekasının eksenine giriverdi.
Emperyalist- kapitalist güç ilişkileri böyle bir şey işte..! Durumdan vazife çıkaran Rus mali oligarşisi, Büyükelçi suikastını, son derece soğukkanlı bir taktikle, Türkiye’nin dış politikalarına müdahale etme gücüne çeviriverdi. Bir gecede yeni stratejiler geliştirme ustalığına sahip(!) Saray iktidarı, Ortadoğu’da soluna dönse eski şeytanın, sağına dönse yeni şeytanın eksenine girmek zorundadır artık. Yüksekten atıp alçaktan sürünmek de böyle bir şey işte..!
Bu pazarlıklardan ikincisi ise ülke içinde yaşandı ve daha yaşanacak gibi. Baskı, şiddet ve terör ile kendini köşeye sıkışmış hisseden seküler orta sınıflar, bu iktidar döneminde her türlü özgürlüğü(!) elde eden işbirlikçi tekelci sermaye, toplumu temsil ettiğini iddia eden birçok siyasi parti ve örgüt, korkularından kurtulmak adına, AKP-Saray iktidarına, bu pazarlığın daha başında ruhunu satarak iktidarla birçok konuda uzlaşmışlardır. Bunlar dışında birçok sendika, siyasi örgüt ve kerli ferli sözüm ona aydın geçinen kişiler de ‘’ikbal’’ uğruna bu kervana katılmışlardır.
Bütün bu yaşananlar da –ister istemez- toplumun tümünü olumsuz etkilemiş; özellikle örgütsüz insanlar çaresizlik içinde ya kaderine boyun eğecek ya da kurtuluş için –umudunu yitirmeden- tünelin ucundaki ışığa doğru koşacaktır. Bu durumda bütün görev, örgütlü işçilere, aydınlara, gençliğe, eğitimciler, gazetecilere düşmektedir. Yani demem o ki politik-ekonomik ’’nesnel’’- koşullar tamamen lehimize. Ancak bu duruma doğru yerden müdahale edecek, süreci inançla doğru yönetecek öncü gücü yaratacak ‘’öznel’’ koşulları hazırlamak da bize düşmektedir. Yani tünelin o ucundaki güneş olmak zorundayız.
Komünistlerin görevi, faşist diktatörlüğe evrilen bu koşullarda her türlü birlikteliği, ortak mücadeleyi gerçekleştirmektir. Toplumun tümüne sirayet etmiş korku, panik, kaygı ve çaresizlik duygusunu ancak böyle yok edebiliriz. Bir Meksikalı yoldaşın dediği gibi, ‘’Burjuvazi bizi toprağa gömmeye çalıştı, hatta gömdü de. Ama yanlış yaptı. Çünkü bizim tohum olduğumuzu unutmuştu.’’ İşte kardelenler gibi, baharın, yeniden yeşermenin müjdecisi olarak, Zümrüt-ü Anka gibi küllerimizden yeniden doğarak çoğalacağız. Çoğalıyoruz da…