Devrim yaptığımız zaman çok güzel olacak her şey, çünkü ben devrime güzelliğimi verdim...

Hacer Arıkan

Devrim yaptığımız zaman çok güzel olacak her şey, çünkü ben devrime güzelliğimi verdim...

19 Aralık 2000 Direnişinin 14. Yılı:

“Devrim yaptığımız zaman çok güzel olacak her şey, çünkü ben devrime güzelliğimi verdim...” (Hacer Arıkan)

19 Aralık 2000’de sabahın saat dördünde, tan ağarmadan başta Sağmalcılar olmak üzere, Türkiye’nin 20 cezaevinde devrimci tutsaklar eş zamanlı olarak akıl almaz bir saldırıya maruz kaldılar. Katliama dönüşen, kimyasal silahların, bombaların, makineli tüfeklerin kullanıldığı bu saldırı bugün hala aydınlatılmış değil. Emri kim verdi? Bu kurum ve kişiler yargı önüne çıkarılmalıdır. Devrimci tutsaklar F Tipi Cezaevleri ve Tecrit koşullarının devreye sokulmasını engellemek için Ekim ayında Açlık Grevi başlatmışlardı. Açlık Grevi, devrimci tutsakların baş vurabildikleri en üst direniş biçimiydi. Amaç direnişi bastırmaktı.

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, “Cezaevlerine hakim olmazsak İMF Programlarını uygulayamayız” açıklaması yapıyordu. Sınıf mücadelesini ezmek için içerde tutulan binlerce devrimci tutsak, demek ki o tutsaklık koşullarında dahi mücadelenin gereklerini yerine getiriyor, sınıf düşmanını ürkütüyordu.

19-22 Aralık Operasyonu’na 8 jandarma komando taburu, 37 bölük olmak üzere 8 bin 335 asker, binlerce gardiyan ve binlerce çevik kuvvet ve ölüm mangaları katıldı. 20 bini aşkın gaz bombası atıldı operasyon sırasında. Sıkılan kurşunların sayısı bilinmiyordu. 30 tutsak katledildi, 237 tutsak ağır yaralandı.

Bu direniş, belki de cezaevlerinde birleşik devrimci güçlerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri en büyük direnişti. Konuyu fazla tasvir etmek yerine sözü saldırının muhataplarına, dönemin devrimci tutsaklarına bırakalım.

Hacer Arıkan 26 Kasım 2010 günlü yayınında Agos Gazetesine yaşananları şöyle anlatmıştı; “... Saçlarından tutuşan, yüzleri eriyip akan kadınlar’dan biri olan Hacer Arıkan, operasyon davasının 23 Kasım 2010’da görülen duruşmasında, birkaç gün önce aldığı peruğuyla kamuoyunun karşısına çıktı bu kez. 38 askerin sanık koltuğunda bulunduğu mahkeme salonunda peruğunu çıkardığında, tam on yıl önce toz duman arasında naklen seyre daldığımız katliam görüntüleri arasında “Diri diri yanıyoruz!” çığlıkları kulaklarımızdaydı. Öğrendik ki, kurşunlar, kurbanların bedenlerinden, atış mesafesi ve kullanılan silah tipi belli olmasın diye bıçakla kazınarak alınırken kimileri ölü, kimileri ise hâlâ diriymiş...

“... Ben, beni yakan maddenin ne olduğunu bilmek istiyorum. Benim ve arkadaşlarımın kıyafetleri yanmadı. Ateş yoktu ama yanıyorduk. Sadece derimiz yandı, sonra damla damla aktı, uzadı, döküldü. Bir yıl içinde sekiz ameliyat geçirdim, ondan öncekilerin sayısını bilmiyorum. Bir bacağımdan alınan derilerle kafatasım, diğerinden alınanlarla yüzüm yapıldı. Bir yıl öncesine kadar burnum yoktu. Omzumdan alınan parçalarla da burun yaptılar...

“... Dokuz yıldır tutukluydum. 34 yaşındaydım. Sınıf öğretmeniydim. 146/1 ile yargılanıyordum. Adalet bakanı, uzlaşma sağlanacağı konusunda açıklamalar yapıyordu. Saat gece üç buçuk gibi içerden heyet çıktı. Abim C-15’de kalıyordu. Koridorda karşılaştık, ayaküstü konuştuk. Koğuşuma giderken gardiyanların olduğu odanın boş olduğunu fark ettim. Bir saat kadar sonra, uyur uyanık arası silah sesleriyle yataktan fırladım. Üstümü giyinmeye başladım. Tüm koğuş kalktık. Asker kapıda barikat kurmuştu. Bir süre sonra tavan delindi. O tavan iki ay önce tadilat yapılıyor diye delinmişti zaten, demek hazırlıkmış. Oradan gaz bombaları atılmaya başladı. Askerlerin yüzünde gaz maskeleri vardı ve sürekli koğuşa bomba atıyorlardı, yuvarlak, silindir şeklinde bombalar. Savunmasızdık. Sadece içeri atılan bombaları havalandırmadan dışarı atmaya çalışıyorduk. ‹stem dışı hareketler yapmaya başladık, kaslarımızı kontrol edemiyorduk, nefes alamıyorduk. Sinir gazı bombasındanmış tüm bunlar. ‘Çıkıyoruz’ diye bağırdığımız anda tavandan bir hortum sarkıtıldığını gördük. Yatağın üzerine bir alev topu düştü. Hortumdan siyah bir gaz verilmeye başlandı. Her taraf simsiyah oldu. Şebnem önümde yanarak öldü. Nilüfer ‘Yanıyoruz!’ diye bağırıyordu. Gözlerimi kapattım. Yanarsam gözlerim kör olmasın diye düşünüyordum. Yumuşak bir şeye

bastım. Bomba diye düşündüm, meğer Gülser’miş. Şefinur’un ise yüzü dökülüyordu. Akıyordu yere. Kalçama bir darbe aldım, bir bombaydı sanıyorum. Kalkamadım...

“... Ölmeyi bekliyordum, bir arkadaşım tarafından kurtarıldım. Askerlerin gazino diye adlandırıldığı yere sürüklendim. İsim tespiti yapıldıktan sonra durumum ağır olduğu için önce cezaevi hastanesine, sonra Haseki’ye, oradan da Cerrahpaşa’ya götürüldüm. Üç ay Cerrahpaşa’da kaldım. Ayağa kalkamıyordum, ayağım yatağa zincirle bağlıydı. Ailemden haber alamadım, abilerimin öldüğünü sanıyordum.

Zaman kavramı yoktu, gözlerim kapalıydı. Kardeşlerim öldü, ben yaşamalıyım diyordum. Onların da benden haber almasına engel olundu. Hastanede benimle konuşulmasına da yasak koymuşlardı. Tahliye talebinde bulunmak için tedavimi yarıda kestim ve cezaevi hastanesine, oradan da cezaevine döndüm.

Bizim bulunduğumuz koğuşta bir isyan yoktu. Dokuz yıldır nasıl yaşıyorsak öyle yaşıyorduk. Operasyon yapıldı. Beni yakan maddenin ne olduğunu bilmek istiyorum. Arkadaşlarımın yandığı gördüm. Nilüfer camın altında, kalkamamış. Seyhan başına isabet eden bombayla öldü. Şefinur da oraydı. Özlem kurşunla öldü, duvar dibinde yatıyordu. Yazgülü vardı. Gülser kapıdaydı...

Bu aktarımlardan sonra söylenebilecek tek bir cümle var:

BU VAHŞET ANCAK SINIF KİNİ İLE MÜMKÜNDÜR.
BURJUVAZİNİN SINIF KİNİ VARSA İŞÇİ SINIFININKİ DAHA BÜYÜKTÜR!


Konuyla ilişkili diğer makaleler