Devrimci Tutsak Bir Arkadaşın Mektubu Üzerine: Dinamik ve Gerekli Bir Tartışma (1)

Devrimci Tutsak Bir Arkadaşın Mektubu Üzerine: Dinamik ve Gerekli Bir Tartışma (1)

Merhaba Dostlar, Selamlar...

15 günlük derginizin son sayısında (22. sayfası) teorik ve tarihsel bazı konulara değinilmişti. Derginize (siz dostlara) ideolojik-felsefik-fizik ve metadolojik yönlerde bazı soru ve çelişkilerle birlikte, fikirlerimi paylaşmayı bir görev bilirim.

Sosyalist-Komünist çizgi esasta kendini çizgisel açıdan komünal döneme dayandırır. Bu çizgi çok sağlıklı ve güncel olarak toplumsal çelişkilere uygundur. Günümüz dünyasında daha modern (demokratik) olacağı kuşkusuzdur. Fakat anladığım kadar, şehirleşme(uygarlık) ve sınıflaşma çizgisi geliştirildiği Sümer-Akad çizgisini bunun zorunlu bir devamı olduğu düşüncesi var. Bu zorunluluk, feodalizmin sınıfsallığını zorunlu olarak çıkartır deniyor. Feodalizm de zorunlu olarak kapitalizmi ve kapitalizm ise sosyalizm ve en son komünizmin doğuşu zorunlu görülüyor. Bütün tarih-toplum, ilişkiler, duygular, aile vb. her şey buna indirgenir ve yorumlanır. Bu gerçekten günümüzde kabul görülür mü?

Bu düz çizgisel gelişim değil midir? Lenin hep “iyi gelişmiyor” demiştiniz. Fakat onun da sonunda aynı raya girdiği ve aynı sonuca ulaştığı kanaat ve yorumu güçlü değil midir?

Sınıf olgusu önemlidir. Ama sakat olan ciddi bir dogmatizm vardır. Her şey sınıfa indirgelebilir mi? Örneğin, işçi-köle olmadan, küçük burjuva ya da bunlar olmadan “ilerici” olunmuyor mu? Ve işçi-köle ve benzeri (kast yapısını anımsatıyor) olmadan sosyalist- komünist olunmaz mı? İlla ki kapitalist fabrika yapacak ve işçi olacaksın, Ağa olacak, maraba-rençber olacaksın ve böylece “ilerici” olacaksın. “Sosyalist-Komünist” olacaksın? Genelde böyle bir yanılgı yok mu sizce? Ya da yanılgı değil mi?

Başka bir konu da şu; proleter neden diktatör oluyor? Ortadoğu’da çok dogmatik diktatör gördük, görüyoruz! Bizim diktatör daha mı iyi oluyor? Ya da olacak?

Yine neden demokratik-özgürlükçü-devletsiz-sınıfsız-komünizm veya komünalizm olmuyor? Yani illaki sosyalistler demokrasiyi yaşamdan devlet olacak ve sonra komünizme geçiş olacak? Bu kaderci bir yaklaşımı yansıtmıyor mu sizce? Komünizm, Hıristiyanlık, Musevilik ve islamiyetteki cennetle bir ilişkisi yok mu? Yoksa var mı?

En önemli gördüğüm konuların başında şunlar da var:

1. Bugün kendine sosyalist-komünist diyen yoldaşlar, hangi metodla olgu ve olayları analiz ediyor?

2. Değişime inanıyorlarsa neden günümüz için rasyonel bir komünist-sosyalist teori oluşturmuyorlar?

3. Acaba bu Engels, Marks, Lenin, Stalin, Mao ve diğer “devrim” liderlerinin, teorisyenlerin; bir Müslümanın Kur’an, sünnet ve mezhep alimlerinin inandıkları gibi mi inanıyorlar onlara?

4. Bütün yoldaşların, bilimsel düşündüklerine inandıklarından zerre kadar kuşkum yok. Peki ama 1400, 1500, 1700, 1800’lerin bilimsel yöntemi ile, bugünkü bilimsel yöntem arasında hiç gelişme olmadı mı diye hiç düşünme ve sorgulama fikirleri gelişmedi mi? 5. 1800’ler ile 2015 yılları ve yüzyılları arasında hiç mi yeni çelişkiler ortaya çıkmadı? SSCB, Çin, Vietnam, Kore, Küba’da sosyalist ve komünist “devrimler” oldu. Şu an itibari ile bunların hepsinin gelişim ve son durumları hakkında fikren ne kadar sonuçlar çıkarttılar?

6. Köklerine ve değerlerine bağlı yönler ağırlıkta olmak üzere yeniden Evren, Dünya, Doğa, İnsan, Toplum, Devlet, İktidar, Devrim, Evrim, Sosyalizm, Komünizm yorumları yapılması gerekmez mi? Buna acaba ihtiyaç yok mu? Yeni bir bakış, yeni anlamsallıkla, yeni yöntemle bakmak gerekmez mi?

Değerli Dostlar,

Şimdilik mektubumu kısa tutuyorum. Umarım ve dilerim mevcut sorularım sizi kırmamış, kızdırmamıştır. Anlamaya ve anlam vereceğinize inanıyorum. İnsanlık, barış, özgürlük, eşitlik için sağlıklı ve doğru düşünme ihtiyacı olduğuna inanıyorum.

Devrimci selam ve saygılarımla.

Muhsin Köylüoğlu
2 Nolu F Tipi Kapalı Cezaevi / Kandıra-Kocaeli

 

Bu yazıda, geçtiğimiz sayıda elimize geçen bir mektubu, Kandıra cezaevinde bulunan devrimci tutsak Muhsin Köylüoğlu’nun gazetemize yolladığı mektubu cevaplamaya çalışacağız. Muhsin arkadaş, vakit ayırarak gazetemizin teorik çizgisine ilişkin kafasında beliren soruları bizlere iletmiş. Kendisine teşekkür ediyoruz. Bize düşen görev, bu soruları en iyi şekilde cevaplayarak devrimciler arasındaki fikir alışverişini geliştirmek ve karşılıklı olarak birbirimizi daha iyi tanıma ve anlama sürecine destek vermektir.

Tarihin Gelişimi ve Sınıf Olgusu

Muhsin arkadaş iki soru soruyor: “Tarihi feodalite-kapitalizm-sosyalizm-komünizm olarak kavramak düz çizgisel gelişim değil midir?” ve “Her şey, örneğin ilericilik ille de sınıfa indirgenebilir mi?”

Öncelikle şunu belirtelim: Komünistler, insanlığın gelişmesinde değişik safhalardan bahsederken asla, düz ve çizgisel ilerleyen bir gidişatı düşünmezler. Bunlar esas olarak “kader” değil, insanlığın farklı ülkelerde gösterdiği toplumsal değişimlerin ortak özellikler taşıyan çeşitli dönemleridir; ve bunları iyi kavramak, bize geleceğe de ilişkin ip uçları sunmaktadır. Bu gelişme asla düz ve çizgisel değildir, çünkü sık sık duraklamalar, ileri atılımlar, geri dönüşler söz konusudur. Feodaliteye son veren 1789 Fransız devrimini, 1814’de krallığın yeniden restorasyonu izlemiş, sonra 1830’da meşruti krallık kurulmuş, 1848’de cumhuriyete geçilmiş, 1851’de yeniden bir darbe ile imparatorluk kurulmuştur. Merceği biraz yukarı alıp tüm Avrupa’ya baktığımızda, feodal krallıktan burjuva parlamenter rejimine geçiş 1688’de İngiliz Devrimi ile başlayıp neredeyse tam olarak 1918’de, 1.Dünya Savaşı’nın bitimiyle tamamlanan 200 yıllık bir süreçtir. Tüm bu süreç, onlarca ileri atılımı (devrimi) ve bir o kadar geri adımı (karşı devrimi) , çok sayıda ara dönemi ve geçici uzlaşmaları içermiş, sonunda feodal yapılar tarihe karışmıştır. Aynı zikzaklı ve helezoni gelişimin 1917’de başlayıp 1991’de kesintiye uğrayan, ancak bugün hala mücadelesi süren sosyalizm için de geçerli olduğu söylenebilir.

Sınıf olgusuna gelince, “ilerici” olmak için ille de işçi ya da maraba olmak gerekmediği açıktır. Sosyalist düşüncenin kurucularından (Marx, Engels ve Lenin) hiçbiri “işçi” değildi. Onlar, başta işçiler olmak üzere tüm ezilenlerin yanında saf tutmuş parlak ve dürüst aydınlardı ve tüm potansiyellerini ezilen insanlığın kurtuluşuna adadıkları için ilerici ve değerli oldular.

Öte yandan toplumda sınıf çelişkisinin yanında bir dizi başka çelişkinin de mevcut olduğu doğrudur. Kadınların cinsel sömürüsü, ezilen ulusların maruz kaldığı ulusal baskı, ırkçılık, dinsel fanatizm ve dini hoşgörüsüzlük ...vs gibi. Bu resim karşısında komünistler niçin hala “sınıf çizgisi”nde ısrar ediyorlar?

Cevap çok nettir: Sınıf çelişkisine kaynak teşkil eden kapitalist düzen, bütün bu diğer çelişkilerle bütünleşmiş, onlarla eklemlenmiş, hayatını onlarla beslenerek idame ettiren bir konumdadır. Kapitalizm var oldukça değişik halklardan emekçileri birbirlerine düşman etmek, sahte düşmanlar yaratarak hedef saptırmak, ya da başka bir halkın doğal kaynaklarını yağmalayabilmek için ulusal baskıyı ve uluslararası düşmanlığı diri tutmuştur ve tutmaktadır. Ülkemizde kapitalizmi ayakta tutan faşizan düzen 30 yıldır varlığını “terörist Kürtler” efsanesiyle idame ettirmektedir. Fabrikalarda düzgün ve dürüst bir sendikacılık yapmak isteyen her işçi girişimi, düzeni eleştiren her namuslu aydın “bunlar PKK’lı!” demagojisiyle susturulmak istenmektedir. Aynı olgu dinsel bağnazlık için de geçerlidir. “İlerici” olduğu dönemlerde dinsel fanatizme karşı tavır alan burjuvazi, varlığı emekçi sınıflar tarafından tehdit edildiğinde din silahını kullanmaktan çekinmemektedir. Batı ülkelerinde Hristiyan kültürü tahrik edilerek bir İslam düşmanlığı hortlatılırken ülkemizde İslam düşüncesi vahşi bir kapitalist yağmayı örtbas etmek için utanmazca kullanılmaktadır. Aynı yaklaşım kadın sorununda da geçerlidir. Kadının ezilmişliğinin toplumsal işbölümü ve sınıfların ortaya çıkmasıyla başladığı bilinmektedir. Yüzyıllardır süren kadının ezilmişliğinden bugün kapitalizm de nemalanmakta, onları “fazla ses çıkaramayan” ucuz işçiler olarak hizmet sektöründe amansızca sömürmektedir. Öte yandan da kapitalizmin tüketim kültürü, kadını bir “süs ve cinsellik objesi” haline getirerek ona sahte hedefler göstermekte ve gerçek kurtuluşunun önüne set çekmektedir.

Bütün bu olgular, “kapitalizm yok olunca bu sorunlar otomatikman çözülecektir” anlamına mı geliyor? Hayır. Sınıf çelişkisinin çözülerek kapitalizmin ortadan kalkması yalnızca bu diğer çelişkilerin çözülmesi için gerekli ilk adımdır,  ancak yeterli değildir. Sosyalist bir toplumda dahi, diğer uluslara saygı göstermek, dinsel bağnazlığı ortadan kaldırmak, kadını eşit ve onurlu bir yurttaş haline getirmek için bilinçli bir çaba sarf edilmek zorundadır. 6000 yıllık baskı ve sömürüye dayanan toplumsal yapıların bu kirli mirasının sosyalizmde birden ortadan kalkmadığını geçmiş sosyalist deneylerden de yeterince biliyoruz. Bu mücadelelerin hepsinin kendilerine ait geçerli ve anlamlı bir gündemi vardır ve bu gündemin hakkı verilmelidir. Biz sadece sınıf çelişkisini çözmenin bu mücadelelerin önünü açmak için sahip olduğu kilit öneme işaret ediyoruz.

Sınıf çelişkisinin “kilit” olması, bütün bu sorunların çözümü için mücadeleyi “sosyalizm sonrasına” ertelediğimiz anlamına mı geliyor? Gene hayır. Dediğimiz gibi kapitalizm varlığını bütün bu yan çelişkilerden beslenerek sürdürüyorsa, onları çözmek için atılacak adımlar kapitalizme de darbe vuracak demektir, ve bu darbeler daha bugünden vurulmalıdır. Kürtlerin Türklerle düşman değil kardeşçe yaşamalarının gerçekleşmesi bir yana, düşüncesi dahi insanların zihinlerini şimdiden açmaktadır. Öte yandan Kürt halkının özgürlüğüne kavuşması, sadece 5-10 militarist generale değil, tüm kapitalist düzene vurulmuş ciddi bir darbe demektir ve bu yüzden komünistler bugün Kürt Özgürlük Hareketi’ni yürekten desteklemektedir. Aynı şekilde Alevi düşmanlığının ortadan kalkması ve dinsel bağnazlığın geriletilmesi, kadın hakları için verilen mücadeleler sömürü düzeninin üzerine geçirdiği zırhları birer birer kıracaktır ve kırmaktadır. Dolayısıyla komünistler, sınıf çelişkisi dışında yer alan tüm bu mücadelelere de aktif katılmakta, bunları devrim ve sosyalizm mücadelesinin ayrılmaz parçası saymaktadır. Ancak, “kilit” sorunun, temel çelişki olan emeksermaye çelişkisi olduğunu hiç bir zaman gözden uzak tutmadan.

Proletarya Diktatörlüğü Üzerine

Muhsin arkadaş, Ortadoğu’da çok olumsuz örneği görülen “diktatör” kavramını ele almakta, “işçinin diktatörlüğünün niye daha iyi olduğunu” sormaktadır. Bunu biraz açalım.

Komünistler “proletarya diktatörlüğü”nün, işçi sınıfının ve emekçi halkın iktidarı olduğunu, bu açıdan (halkın ezici çoğunluğuna dayandığı için) gerçek demokrasi olduğunu savunmaktadır. Peki o zaman “diktatörlük” gibi “itici” gözüken bir kavramda ısrar etmenin anlamı nedir?

Proletarya diktatörlüğü, esas olarak devrimden sonra sınıfsız topluma doğru ilerleyen işçi sınıfı ve emekçilerin, devrimde elde ettikleri kazanımları korumaları, iktidarı kaybeden burjuvazinin direncini kırmaları, gerici-faşist örgütlenmelerin kökünü kazımaları ve toplumda siyasi, ekonomik ve ideolojik egemenliklerini elde tutmaları demektir. Devrimde elde edilen kazanımları yitirmenin ne kadar trajik sonuçlar yarattığını, eğitim ve sağlık dahil birçok ihtiyacı karşılanan insanların nasıl birden bire sefaletin pençesine düştüğünü, çöken sosyalizm deneylerinden yeterince biliyoruz. Bu deney, bize bu kazanımları ve onların teminatı olan sosyalist düşünceyi toplumda egemen kılmanın ve bu egemenliği korumanın önemini yeterince anlatmaktadır.

Bu egemenlik nasıl korunmalıdır? Geçmiş sosyalist deneylerde bu egemenlik yer yer devrimci terör, ama esas olarak devlet baskısı yöntemiyle korundu. Bugün tüm ilerici ve devrimcilere burjuvazinin uyguladığı vahşi terör göz önüne alındığında, iktidara geçen emekçilerin uygulayacağı devrimci terörün haklılığı daha iyi anlaşılmaktadır ve bunu en iyi kavrayacak olan, Muhsin arkadaşımızın da içinde olduğu hapishanelerdeki devrimci tutsak yoldaşlarımızdır. Tarihsel olarak haklı olan bu baskı, burjuvazi ve yandaşları fiziksel olarak ortadan kaldırıldıktan sonra da sürüp yönetimin genel üslubu haline gelince bazı sorunlar başlamıştır. Kalıcılaşan bu yönetim stili bir yandan Kamboçya’da Pol Pot gibi çirkin örneklere savrulmayı getirirken, birçok durumda dürüst sosyalistlerin de mağdur olduğu, emekçilerin aktif ve bilinçli katılımı yerine pasif bir itaatin egemen olduğu, yaratıcı düşüncenin zayıfladığı, teoride dogmatizmin, pratikte ise güce tapmanın öne çıktığı olumsuz örnekler yaşandı. Bu olgular, birçoklarını “proletarya diktatörlüğünün yanlış ve gereksiz bir kavram olduğunu” düşünmeye itti.

1991 sonrası trajediyi gözleyen bizler, bir kez daha, devrimin kazanımlarını korumanın ve proletarya ile emekçilerin (ve onların düşüncesi olan sosyalizmin) toplumda egemenliğini sürdürmesinin zorunluluğuna inanıyoruz ve bu anlamda “proletarya diktatörlüğü” kavramında ısrar ediyoruz. Ancak geçmiş deneyleri de göz önüne alarak bu egemenliğin (devrimci terör silahını elden düşürmemekle birlikte) salt idari ya da polisiye yöntemlerle değil, aynı zamanda ideolojik hegemonya ile, sosyalistlerin hayatın her alanında öncü ve örnek yaklaşımlar ve politikalar geliştirerek, burjuva ideolojisine ait görüşleri sadece yasaklamak değil, onlarla hayatın içinde mücadele ederek ve kafalarda yenerek, her kademede emekçi kitlelere hesap vererek, devrim esnasında ispat ettikleri haklılıklarını devrimden sonra da her gün kitleler nezdinde yeniden üreterek, yoğun bir siyasi ve ideolojik emekle toplumun gönüllü desteğini hak ederek sağlamaları gerektiğini düşünüyoruz. Bu yaklaşım kitle insiyatifi, tabanın doğrudan kararlara katılımı, yerel konseyler, açık ve yaratıcı tartışma gibi bir dizi mekanizmayı içeren bir siyasal ve toplumsal yaşamı gündeme getirecektir. Proletarya diktatörlüğü kavramını işte bu zengin çerçevesiyle, despotik bir klik yönetimi değil, emekçilerin toplumdaki egemenliklerini koruyan düzen anlamında savunmaya devam ediyoruz.

Muhsin arkadaşımızın ayrıntılı cevap gerektiren diğer sorularını önümüzdeki sayıda ele alacağız. Kısa, ancak ayrıntılı mektubunda bize bu kadar farklı konuda derinleşme ve netleştirme fırsatı verdiği için de kendisine teşekkür ediyoruz.


Konuyla ilişkili diğer makaleler