Doğa Ve Toplumdaki Değişimi Hiçbir Güç Engelleyemiyor…

Doğa Ve Toplumdaki Değişimi Hiçbir Güç Engelleyemiyor…

Uludağ’ın güney doğu uçları Ege ve İç Anadolu’ya kadar değişik adlar alarak irili ufaklı dağlarla uzanır. Henüz ovaya ulaşmayan yükseltilerin girintili çıkıntılı vadilerinde ak bulutların arasına gizlenmiş köyler vardır. Düz bir alan görülmez buralarda. Ormanın seyrek yamaçlarına açılmış tarlalar, buğday ve arpa dışında ürün vermez. Killi verimsiz toprağın ödülü, çileli bir kış mevsiminin bitimine ancak yetiyordu. Hayvancılık da olmasa ormanın tekdüze sesi yaşamın ışıltılı ahengini üretemezdi bu köylerde. Ormanda uzanan derin vadilerin içinden akan dere boylarında geçit vermez bitkiler, çeşitli ot türleri yıl boyu hayvanların yem ihtiyacını karşılamaya yetiyordu. Ağustos bitimi yılın sonudur sanki buralarda. Otlar biçilir, buğday ambara konulur, azına çoğuna bakılmadan “seneye ya nasip” yakarışıyla kışın kapısı aralanır. Kar zarar hesabı yapılmaz çokça. Ölmeden bahara çıkılsın gerisi “ya nasip.” Çalışmak bir ibadet gibidir. Azı ve çoğuyla ambara konulanlar Allahın işidir…

Ormanın yüksek yerlerine tırmandıkça iri çam ağaçları içine karışmış meşe ağacı ve pırnal çalıları arasından, kayalık sert toprağın içinden inadına fışkırmış keskin kokulu ardıçlığın içine varılır. Soğuk, tipi ve kayalık ortamın zorlu koşullarından olsa gerek ormanın en dayanıklı ve istenilen ağacıdır ardıç. Uzun kış gecelerinde kalorisi yüksek, çit ve bazı yapım işlerine dayanıklılığı nedeniyle tercih edilir. Neredeyse nesli tükenme tehlikesi taşıyan bu ağaç koruma altındadır. Kesen yakalanırsa cezası çoktur. Buna rağmen gecenin cinlerinin cirit attığı en tenha zamanında, güçlü öküzlerin ardına koşulu kağnı arabalarıyla yasağı dinlemeden orman içine tırmananlar olur… Ardıçlar kesilir, araca yüklenir.

Ağaçla yüklü ağırlaşmış arabanın yokuş aşağı inmesi zordur. Arka tekerler önünden bir ağaç uzatılır, sağlam büyük çelikten zincirle her iki teker yanından araba gövdesine monta edilir, döndürülerek sıkıştırılan bir aparata birleştirilir. Köstek denilen bu düzenek yokuş aşağı inişlerde döndürülür, tekerlere yapıştırılarak fren görevi görür. Düz yerlerde tekrar gevşetilir. Gecenin zifiri karanlığında, teker sürtünmesi ve çalıların hışırtısı dışında bir ses duyulmaz. Tanrıya yakarışla ilerleyen araba düz yola inince kendiliğinden durur. Köstek gevşetilir, zincir uçları serbest bırakılır, gökyüzünün yansıttığı mor gecede korkuyla yol alınır.

Köye yakın bir derenin üzerinde yolu enlemesine kesen bir dere vardır. Üzerini güçlü kalas ağaçlarıyla bir köprü yapılmıştır. Ağır ağır ilerleyen kağnı birden köprünün üzerinde durur. Sopayla vurulur, seslenilir bir türlü hareket edemez güçlü öküzler. Adeta büyülenmiş gibi, ileriye doğru hamleleri boşa çıkar. Bütün olasılıkları değerlendirir arabacı. Hayvanları inceler, olumsuz bir şey göremez. Kösteğe bakar, o da gevşetilmiş… Bir ürperti sarar içini. Yaşlıların söyledikleri gelir aklına. Ardıçları meleklerin koruduğunu işitmiştir. Cezalandırılıyorum diye düşünür. Bildiği tüm duaları sanki yanında biriyle konuşuyormuş gibi mırıldanmaya başlar. En çetrefilli musibeti bile çözen güçlü duaları okur. Ama öküzler bir adım ilerleyemez. Önü sanki bir duvar gibi kapkaranlık, ağaçların hışırtılı dalları boğazına uzanan birer mengene gibi. Nefes alamıyor, çaresiz inanç zayıflığının cezasını çektiği düşüncesiyle son bir hamle yaparak, öküzleri ve arabayı köprü üzerinde bırakıp dalar karanlık duvarın içine. Can havliyle koşar köye doğru.  Gece mor, gökyüzü ıpıslak, gövdesi ter içinde. Cılız ışıyın daracık pencereleri görüyor önce. Sonra evinin kapısına dayanıp yığılıp kalıyor bilinçsizce…

***

Orman köylerini güzün sararmış dallarıyla uçsuz bucaksız ağaçlar, kurumuş otlar kaplamıştı. Mevsimin sararan rengini bir leke gibi tepelerin doruğunda fışkırmış görkemli kayalar tamamlıyordu. Kayaların karşısındaki yamaca kurulu köyü garip bir sessizlik kaplamıştı. Avlunun girişindeki çitinin kapısında kan ter içinde kendinden geçmiş halde bulunan arabacıyı o günden sonra gören olmamıştı. Nefesi güçlü hocalara gittiği söyleniyordu.

Köyü sarmalayan uçsuz bucaksız kahverengi görünümü, tepelerin ardından bir görünüp kaybolan beyaz bulut geçişleri bozuyordu. Issız bir yerde kapana kısılma çekincesiyle kapılarını kapatmıştı herkes. Sessizlik korkunun sonucuydu. Kimi gecenin ortasında bir gelin gibi süslü varlıklar gördüğünü, kimi boynuzları arasına çeşitli renkten boncuk ve kurdelelerle süslü kırmızı pelerinli bir boğanın köy çeşmesinin oluğundan gürültülü bir şekilde su içip birden kaybolduğunu anlatıyordu… Bu çaresiz teslim oluş doğanın içinde yaşayan insanların gözlemden yoksun, birbirini izleyen olguların etkileşimini kavramaktan uzak, kayıtsız bir teslimiyet içerisinde süren yaşamlarını anlatıyordu.  İnsanın doğaya bağımlılığı, kontrol edemediği güçleri hayalinde biçimlendirmesi kaçınılmazdır. Yüzyıllar öncesinden gelen bu durumu besleyen inanç sistematiği, temel dünya görüşleri haline gelmişti.

Sıcaklar bitti. Bir yağmur geçişinden sonra toprak kabardı. Daracık yamaçlı tarlalarda çitini sürüp, ekimi bitiren insanların gökyüzüne dönük yakarışları üretim süreçlerinin kaçınılmaz geleneksel töreniydi. Doğaya bağımlılıkları, teknolojik geri kalmışlık, cevap bulamadığı konulara fantastik bakışı besliyordu. Doğa ve bir topluluğa bağımlılık geleneksel değerler üzerinden davranış biçimlerini de kaçınılmaz olarak oluşturur. Bireyin doğaya bağımlılığı gibi, mevcut üretim tarzı ve toplumsal ilişkiler de, geleneksel değerler üzerinden davranış biçimlerini yönlendirir. Güçlü topluluklar içgüdüsel olarak insanı koşullar, kendiliğinden mevcut yapıya uyumu oluşturur. Bu durum doğada kavranamayan bilgisizliğin yarattığı etkinin aynısını oluşturur. İlkel inanışları ve dini anlayışı besleyen bu iki faktör süreç içerisinde çeşitli biçimler alarak, dönüşerek ilkel ve despot toplum örgütlenmelerinin temel dayanağı haline gelir. Artık inanç sistematiği egemen olanın, baskılananı itaate, boyun eğmeye zorlayan bir aracı haline dönüşmüştür. Bu nedenle anamalcı düzenin klasik gelişimi dışında, yukardan gelişen ülkelerde geleneksel düşünce ve inanış sistemlerini söküp atmak köklü ve özgün çabaları gerektiriyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bu tür ülkelerde, hala kapitalizm öncesi bilinç-inanış ve davranışların yaygınlığı, siyasal etkinliği bu sürecin karakterinde aranmalıdır...

***

Evler, ağaçlar, yollar, köy, orman kim bilir hangi halden değişerek bu güne geldi. İnsanlar değişti, yağmurun yağması bile. Bu değişimin içinde fark etmese de insanların birbirleriyle kurdukları ilişkiler değişti. Tohumdan, bir buğday başağı biçimlenmesiyle yeniden çoğalarak değişti her şey. Sabah erkenden öten horozların sesi değişti. Bütün bu sessiz alaborada inanış ve toplum biçimi arasındaki bağ yeniden kuruldu. Kışa duran çiçekli bir bahçenin donmuş, bozuk yüzü değildi hayat. Görünen ve görünmez bir zıtlıkla hareket hali her yerde…  İlkel toplumdan modern sürece kadar bilimsel buluşlar, inanç dünyasının değişimi, din dayanağın olamayacağını düşündürebilir. Modern çağın sınıflı toplumlarının doğa karşısında tutumu bilim üzerinden gelişse de, bu çağın egemenleri topluma hükmedemiyor. Açlık ve yoksulluğu, gelir adaletsizliğini, bölgeler arası gelişmişlik farkını, savaşları yok edemiyor modern çağın egemenleri... Kısa bir dönem çıkarı yönünde feodalizmin hurafelerine ve din dogmalarına karşı savaştı burjuvazi. Egemen olunca sömürü ve insan kanıyla beslenen düzenlerini gizlemek için, bilim dışı inanış biçimlerini yeniden üreterek, sorgulamayan uyuşuk bir halk oluşturma yönünde kullandılar dini…

Karanlık en koyu biçimiyle kuşatmıştı geceyi. Köyün yakınındaki köprüde bütün çabalarına rağmen bir adım ilerlemeyen ardıç yüklü kağnı arabayı ve yorgun, terlemiş güçlü öküzleri bırakıp karanlıkta kaybolmuştu sürücü. Orman rüzgarın esintisiyle sallanıp devinimli bir ahenk oluşturuyor, etrafı sanki yerin altından gelen bir uğultu kaplıyordu. Hayvanlar bazen kıpırdamadan duruyor, bazen sağa sola arabayı çekiştiriyorlardı. Yerinden bir adım ilerlemeyen araba bir süre sonra metalik sesler çıkararak ilerlemeye başladı. Düz, stabilize yolda sanki hiçbir şey olmamış gibi alışık, bildikleri köye yöneldiler… Olan şuydu; Yokuştan inen arabanın kösteği gevşetilmiş, zincir uçları serbest kalmıştı. Yere değen zincir ucundaki kanca köprüye gelince bir aralıktan güçlü kalaslara takılıp, öküzlerin bütün çabalarına rağmen ilerleyemiyordu. Bir süre sonra kanca takıldığı yerden kurtulup araba yoluna devam ediyordu…

İnsan her geçen gün doğada ve toplumda adım adım karanlık dehlizleri aydınlatıyor. Doğa ve insan toplumunda ileriye doğru her değişim, eşitlikçi bir dünyanın kapısını aralıyor. Karanlık duvarları delip geçen ışık çoğaldıkça, egemenler artık topluma hükmedemiyor. Kimi zaman engellemeler, bilinçli yanıltmalarla, kimi zaman halkın içinde birlikçi tavırları engelleyen yanılsamalarla, zincir kancasının köprüye takılması gibi duraksamalar yaşansa da ilerleme ve değişimin önünde hiçbir güç duramıyor… 

Not: Öküz = Kısırlaştırılmış koşum ve yük hayvanı olarak kullanılan iri erkek sığır.