Emperyalizmin Vurucu Gücü NATO 70 Yaşında

Emperyalizmin Vurucu Gücü NATO 70 Yaşında

Helmut Kohl ve Ronald Reagan

Emperyalist güçlerin birbirlerine karşı yürüttükleri yıkıcı iki dünya savaşı sonrasında, 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin belirleyici etkisiyle, emperyalizmin doğrudan kontrolü altındaki coğrafya küçülmüştü.

O nedenle Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında kontrolünü kaybettikleri coğrafyaları yeniden ele geçirmek ve reel bir sistem alternatifi hâline gelen sosyalizm »tehlikesini« bertaraf etmek, tüm kapitalist ülkelerin ortak amacı hâline gelmişti. Bunun içinse, birlikte hareket etmek zorundaydılar. Emperyalist cephenin lideri seviyesine yükselen ABD emperyalizmi önderliğinde bir transatlantik ittifakın kurulması kendisini dayatır olmuştu.

Böylesi bir ittifak hem emperyalist güçlerin sıkı işbirliğine girmesini güvence altına alacaktı, hem de emperyalist güçler arasındaki rekabet ve çelişkileri yönetilebilir düzeyde tutacaktı. Nitekim 4 Nisan 1949’da »Kuzey Atlantik Savunma İttifakı« NATO kuruldu. NATO, ABD emperyalizmi için emperyalist cephedeki hegemonyasını güçlendirme ve sürekli kılmanın bir aracıydı. Savaş sonrası zayıflamış olan Avrupalı kapitalist devletler ise, NATO’ya katılıp, ABD emperyalizminin öncü rolünü gönüllü olarak kabul ederek, kendilerini reel sosyalizm cephesine ve Afrika ile Asya’daki ulusal bağımsızlık hareketlerine karşı güvence altına sokmayı hedefliyorlardı.

ABD, daha İkinci Dünya Savaşı esnasında dünya çapındaki stratejik kontrolünü sağlayacak bir konsept geliştirmişti. »Grand Area Planning«, yani »Büyük Alan Planlaması« başlığını taşıyan bu konsept, hangi coğrafyaların hammadde kaynakları ile piyasalarının engelsiz ulaşıma açık olmaları gerektiğini ve malî planlamalar ile uluslararası malî kurumların nasıl örgütlenmelerinin zorunlu olacağını öngörmekteydi.

Ancak bu planların yaşama geçirilmesinin önünde iki büyük engel durmaktaydı: Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti. O nedenle emperyalist güçlerin tüm siyasî ve askerî uğraşları »komünizmin geri püskürtülmesi« amacına yoğunlaştırıldı. Öncelik ise kontrol altındaki coğrafyalara verildi: Önce Yunanistan’daki Halk Cephesi 1946’dan 1949’a kadar süren iç savaşla geri püskürtüldü. Aynı şekilde Fransa ve İtalya’da Komünist Partilerin iktidara gelme olasılıklarına karşı darbe planları geliştirildi. Batı’da kapitalist düzenin güvence altına alınması NATO’nun birincil göreviydi. Nitekim NATO 1950 Haziran’ında, kuruluşundan dokuz ay sonra ABD öncülüğünde Kore Savaşına katıldı.

»Komünizmi nükleer yarışla dize getirmek«

ABD ordu yönetimi savaş sonrasında yayınladığı bir Memorandum ile, Sovyetler Birliği’ne karşı savunma değil, saldırı pozisyonunda olunmasını ve nükleer ilk vuruş opsiyonunun elden bırakılmamasını talep ediyordu. ABD emperyalizminin bu stratejik hedefi NATO tarafından da kabul edilerek, tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği’ne yönelik her türlü askerî planlamanın belirleyicisi oldu.

Sovyetler Birliği’nin 1949’da ilk nükleer bomba testini gerçekleştirmesinden sonra »Masif Misilleme Stratejisi« geliştirildi. Strateji, ittifak bölgesine sınırlı ve konvansiyonel silahlarla saldırı olması durumunda dahi nükleer silahlarla yanıt verilmesini öngörüyordu. Sovyetler Birliği bu stratejiye 1954’de kıtalararası nükleer roketlerini geliştirerek yanıt verip, dengeyi sağlaması üzerine, ABD Batı Avrupa’ya sosyalist ülkelere ulaşabilecek kısa ve orta menzilli nükleer roketler yerleştirmeye başladı. 1952’de Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya üye edilmesinden sonra, 1955’de Almanya Federal Cumhuriyeti yeniden silahlandırılıp NATO’ya üye yapılınca, 14 Mayıs 1955’de Varşova’da Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Demokratik Almanya, Macaristan, Polonya, Romanya ve Sovyetler Birliği »Varşova Paktı« olarak da anılan »Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşmasını« imzalayarak, askerî ve siyasal birlik oluşturdular. Sovyetler Birliği nükleer cephanesini kardeş ülkelere yerleştirince, denge tekrar sağlanmış oldu.

Sosyalist dünyanın büyük bedellere rağmen nükleer yarışta dengeyi sağlamış olması neticesinde emperyalizmin »Masif Misilleme Stratejisi« boşa çıkmış oldu. Nihâyetinde sınırlı bir nükleer savaş da tüm dünyayı yok edebilecek bir potansiyele kavuşmuştu. NATO 1967’ye kadar bu stratejiye sadık kalarak, sosyalist dünyayı kaynaklarını nükleer savunmaya harcamasına zorlamıştı. 1967’de ise »Flexible Response« (»Esnek Yanıt«) stratejisine geçildi. Bu strateji, başta konvansiyonel silahlar, sonra taktik nükleer silahlar ve nihâyetinde kıtalararası nükleer roketler kullanılması adımlarını öngörmekteydi. 1991’e kadar yürürlükte kalan bu strateji, nükleer ilk vuruş opsiyonunu da içermekteydi.

1970’lerde ABD yönetimi içerisinde »nükleer savaş yürütülebilir ve kazanılabilir« düşüncesinde olan şahinler etkinlik kazandılar. ABD askerî-sınaî kompleksi ile enerji tekellerinin temsilcileri olan bu kesimler, sadece ABD devlet bürokrasisini değil, aynı zamanda NATO üyesi ülke yönetimlerini ve Batı kamuoyunu da bu çılgınlığa ikna etmeye çalışıyorlardı. Nitekim orta menzilli nükleer roketlerin ve benzeri silah sistemlerinin geliştirilmesi, Sovyetler Birliği devlet yönetimini doğrudan hedefli olarak yok ederek savaşı kazanma stratejisini masaya getirdi. Strateji, Sovyetler Birliği’nin siyasî ve askerî yönetimini bulundukları yerde vuracak nükleer saldırıları öngörüyordu. Pentagon danışmanı Colin S. Gray 1970’lerin sonunda yayımladığı »Victory is possible« (»Zafer mümkündür«) başlıklı makalesinde ABD’nin »sürpriz bir saldırı ile Sovyetler Birliği’nin siyasî-askerî yöneticilerini etkisiz hâle getirebileceğini« iddia ediyor ve »bu ulvî amaç için 20 milyon insanın yaşamını yitirmesi kabul edilebilir bir risktir« diyordu. Emperyalizm, »Komünizm hayaletini defedebilmek« için her şeyi göz almıştı.

Soğuk Savaşta »Buz Devri«

ABD başkanı Jimmy Carter’in imzaladığı ve »dünya çapına ulaşmadan, bölgesel yürütülecek nükleer savaşı« olanaklı kılması düşünülen »Denge Stratejisini« öngören 59 nolu Başkanlık Direktifiyle birlikte, NATO Aralık 1979’da ünlü »Çifte Kararı«nı aldı. Bu karara göre ayrıntılaştırılmış bir »Saldırı Planı« geliştirilecek ve Batı Avrupa’ya nükleer başlık taşıyan 108 Pershing II ve 464 Cruise Missiles roketleri yerleştirilecekti. ABD başkanı Ronald Reagan’ın askeri danışmanı olan Colin S. Gray 1982’de Air Force Magazin dergisine verdiği bir demecinde »bu roketler sadece Sovyetlerin SS 20’lerine karşı bir savunma değil, düşmanın kellesini almak için yerleştirilmiştir« itirafını yaparak, stratejinin gerçek amacını açıklıyordu.

Ancak NATO’nun »Çifte Kararı« Batı Avrupa’da, özellikle bir nükleer savaşın birincil hedefi hâline gelen Almanya Federal Cumhuriyeti’nde büyük kamuoyu tepkisine yol açtı. 1980, 1981, 1982 ve 1983 yıllarında New York dahil olmak üzere, büyük Batı metropollerinde milyonlarca insan bu kararı protesto etti. 22 Ekim 1983’de sadece Federal Almanya’da 1,3 milyon insan sokağa akın etmişti. Batı Avrupa barış hareketinin tarihinin en büyük protestolarını gerçekleştirerek, karara karşı çıkması, Avrupalı emperyalist ülkelerdeki iktidarları zora sokuyordu. ABD ve Avrupalı diğer NATO üyeleri arasında stratejik çelişkiler baş gösterdi. 1982’de Federal Almanya’da liberallerin SPD’den desteklerini çekmesi ve muhafazakâr Helmut Kohl’ün şansölyeliğini desteklemesiyle, bu durum değişti. Alman emperyalizmi şimdi NATO’nun »Çifte Kararı«nın uygulanması için diğer müttefik ülkelere baskı uygulamaya başladı. Emperyalist cephe yeniden tek ses olmaya başlıyordu.

Zaten  1970’li yılların sonu ve 1980’lerin başları emperyalist cephe açısından ciddi yenilgilere yol açmıştı. İran’da gerçekleşen devrim işbirlikçi Şah’ı ülkeden kovmuş, Afganistan’da Komünist Babrak Karmal iktidara gelmiş ve Türkiye gibi cephe ülkelerinde sınıf hareketleri güçlü direnişler sergilemekteydi. Ulusal kurtuluş hareketleri de dünya çapında güçlenmekteydi. Emperyalist ülkeler bu gelişmelere daha da saldırgan politikalar geliştirerek ve Türkiye’de 12 Eylül 1980’de olduğu gibi, askerî-faşist darbeleri destekleyerek yanıt veriyorlardı.

Nükleer savaşları da içeren saldırgan politikaların yanı sıra, NATO’nun konvansiyonel savaş planları da genişletilmeye başlandı. Başlangıçta Varşova Paktı sınırında yürütülmesi düşünülen savaş harekâtları, »düşman topraklarının içerisindeki« ofansif saldırı harekât planlarına dönüştürüldü. ABD ordusunun 1982’de formüle ettiği »Air-Land-Battle-Doktrin«, yani hava kara savaşı doktrini NATO tarafından üstlenildi ve uzun vadeli »Air-Land-Battle-2000« konsepti hâline değiştirildi. NATO Savunma Komitesi 1984’de karar altına aldığı »Follow-On-Forces-Attack« konsepti, Sovyetler Birliği sınırından 500 km içeriye doğru askerî saldırıları öngörüyordu.

Bu saldırı planları, »Flexible Response« stratejisinin »Yatay Gerginleştirme« konseptinin bir parçasıydılar. Bu konsepte göre Sovyetler Birliği’nin herhangi bir bölgesel ihtilafta taraf olması durumunda Varşova Paktı’nın »yumuşak bölgelerine« yapılacak saldırılarla yanıt verilmesi öngörülüyordu. Federal Alman ve ABD ordularının genel kurmay başkanları »Air-Land-Battle-2000« konseptini tanıtırlarken, asıl amacın, Sovyetler Birliği’ni geri püskürtmenin yanı sıra, dünyanın geri kalan bölümünün kontrol altına alınması olduğunu şu sözlerle ifade ediyorlardı: »Üçüncü Dünyanın gelişmekte olan ülkeleri güç dengelerini bozmaktalar. Bu ülkeler düşman devletlerle birlikte hammadde kaynaklarından eşit pay alabilmek için teröre, şantaja ve sınırlı savaşlara başvurabilirler«. Tam da bu nedenle Sovyetler Birliği ve sosyalist dünyanın NATO üyeleriyle çerçevelenmesi planlarının yanı sıra, Latin Amerika, Asya ve Afrika’nın muhtelif bölgelerindeki kurtuluş mücadelelerine karşı müdahalelerde bulunuldu. Nihâyetinde emperyalist cephenin NATO üzerinden yürüttüğü silahlanma yarışı ve saldırgan politikalar, 1989/1990 karşı devriminin başarılı olmasını teşvik ettiler.

Karşı-Devrim’den Bugüne...

Karşı-devrimi takip eden yıllar emperyalist cephe açısından »zafer« getirmişti: Sovyetler Birliği dağıtılmış, yani Fukuyama’nın değimiyle »tarihin sonu gelmiş« ve neoliberal dünya ekonomik sistemi tek kabul edilir düzen sistemi hâline getirilmişti. Bu nedenle hızla NATO’nun görev anlayışı değiştirildi: emperyalist-kapitalist dünya düzeninin askerî araçlarla güvenceye alınması! NATO Mayıs 1991’de »Çok Yönlü Tehditler« stratejisini karar altına aldı. 1992 Haziran’ında NATO 5. Madde bölgeleri dışındaki operasyonlara katılma kararı alındı. Bunu hemen peşinden »Müdahale Stratejisi« takip etti ve ilk iş olarak Yugoslavya’ya karşı silah ambargosu uygulandı. Artık her şey hızla gelişiyordu. 1994’de Bosna-Hersek’teki Sırp ordusuna hava saldırıları başlatıldı. 1995 Aralık’ında 60 bin NATO askeri Bosna-Hersek’i işgal etti. 24 Mart 1999’da ise, Federal Alman savaş uçaklarının (1945 sonrasında ilk kez) katılımıyla Yugoslavya Savaşı başlatıldı.

Bununla birlikte NATO’nun genişletilmesi kararı alındı ve 1995’de Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya NATO üyeliğine alındılar. Daha sonra, 29 Mart 2004’de Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya; 2009 Nisan’ında Arnavutluk ve Hırvatistan, nitekim 2017 Haziran’ında Karadağ NATO üyeliğine alındılar. Adını »Kuzey Makedonya« olarak değiştiren Makedonya’nın da yakında 30’uncu NATO üyesi olması bekleniyor. Üyelikler haricinde halihazırda 20 farklı ülke ile işbirliği programları yürütülmekte.

NATO’nun esaslı karakter değişimi 1990’lı yıllarda »21. Yüzyıl’ın ihtilaflarına hazır olan ittifak« resmini güçlendirmişti. Ancak uzun zamandır örtü altında olan çelişkiler özellikle George W. Bush’un başkan seçilmesiyle derinleşti. Bush, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ilk kez NATO’nun 5. Maddesi gereğince diğer üye ülkeleri yardıma çağırdı. 7 Ekim 2001’de Afganistan’a yönelik saldırı ve işgal savaşı başlatıldı. Sözde »Teröre karşı savaş« çerçevesinde 2003 Mart’ında Irak işgal harekâtı başlatıldı. Telgraf stilinde devam edecek olursak: 2007’de Somali kıyılarında »Korsanlığa karşı savaş« başlatıldı ve hâlen devam etmekte. 2008’de Rusya’nın Gürcistan’a karşı girdiği savaş esnasında NATO ile olan ilişkileri donduruldu. Aynı yıl Somali kıyılarında yürütülen operasyonlar »Operation Allied Protector« adıyla genişletildi ve Alman ordusunun Batı Afrika kıyılarındaki operasyonları desteklendi. 2009’da Fransa’nın NATO askerî yapısına geri dönmesinden sonra, 2010 Kasım’ında stratejik konseptlerin yenilenmesine gidildi. Bu çerçevede NATO Roket Savunması karar altına alındı, savaş başlatılması için söz konusu olan üye ülkelerin ulusal sınırlamalarının tanınmaması, mutabakat ilkesinin kaldırılması ve BM kararı olmadan NATO savaşlarının olanaklı olması kararlaştırıldı. 2011 Mart’ında »Operatıon Unified Protector« adı altında Libya’da NATO bombardımanına başlandı. 2014’de Wales Zirvesinde Rusya’ya karşı »Aksiyon Planı« karar altına alındı. 2016’da Suriye üzerinde Awacs uçaklarının göreve başlaması ve Irak’ta »Eğitim Operasyonları« kararlaştırıldı. Aynı yıl »Sea Guardian« adı altında Akdeniz’de »illegal göçe karşı mücadele« operasyonu başlatıldı ve Doğu Akdeniz deniz alanının NATO kontrolüne alındığı açıklandı. 2016 Varşova Zirvesi Doğu Avrupa’ya dört tabur NATO askeri yerleştirilmesi kararı alındı. Nihâyet 2017 Ekim’inde »Trident Juncture« adı altında Norveç’te 40 binden fazla NATO askerinin katıldığı bir manevra gerçekleştirildi. Toplamda on bin zırhlı araç, 70 savaş gemisi, 130 savaş uçağı ve aralarında işgal harekâtlarını hazırlamak için kurulmuş olan »Hızlı Müdahale Birlikleri« olmak üzere, 40 bin askerle yürütülen manevra, bir savunma değil, Rusya’ya karşı açık bir tehdit ve savaş-işgal oyunuydu. NATO’nun en son, ABD tarafından 2 Şubat 2019’da Stratejik Orta Menzilli Nükleer Silah Yasaklama Antlaşması INF’den çıkmasını desteklemesi ve üye ülkelerin bütçelerinden GYSMH’nın yüzde ikisine eşit olan bir meblağı silahlanma için ayırma zorunluluğunu getirmesi, savaş ittifakının geldiği seviyeyi göstermektedir. Bu zorunluluk sonucunda NATO bütçesinin 2024’e kadar 350 milyar Dolar’a yükseltilmesi amaçlanıyor.

Sonuç itibariyle söylenecek olursa; kurulduğu günden bu yana »barış« diye bir derdi olmayan NATO’nun varlığı dünya çapındaki olası barışın en büyük tehdididir. Emperyalizmin vurucu gücü olan bu savaş makinasının en temel görevi, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin sürekliliğini sağlamak, emperyalist politikalara ve silah tekellerinin kârlarına kâr katmasına toplumsal rıza sağlamaktır. NATO, savaş ve yıkım, emperyalist talan ve kapitalist sömürü demektir. Savaş makinasının 70’inci yılında da hiç kuşku yoktur: Savaş istemeyen, barış için mücadele eden herkes en başta NATO’ya »savaş« açmalıdır!


Konuyla ilişkili diğer makaleler