Erkan BAŞ; “TKP Gelecektir.”
HTKP Genel Başkanı Erkan BAŞ misafirimiz oldu, söyleştik:
Politika: Öncelikle sizi daha yakından tanıyalım Erkan yoldaş.
Erkan Baş: 1979’da ailemin işçi olarak bulunduğu Berlin’de doğmuşum. İlkokula başladığımda Türkiye’ye geldim, ailem Yugoslavya göçmeni ve Alibeyköy’de yaşıyor, hem çocukluğum hem ilk gençliğim orada geçti.
İstanbul Üniversitesi’nde önce Veteriner Fakültesi’nde okudum, politik gerekçelerle aynı üniversitenin Beyazıt’taki Edebiyat Fakültesi’ne geçtim ve orayı bitirdim. Bilim Tarihi alanında yüksek lisans yaparken aynı zamanda İTÜ ve YTÜ’de dersler veriyordum ancak 2008’de yemekhane özelleştirmesine karşı işçi arkadaşlarla birlikte yaptığımız eylemler nedeniyle aldığım disiplin cezasıyla ayrıldım.
15 -16 yaşımdan bu yana devrimciyim. SİP ve ardından yine yasalda kurulan TKP’de aday üyelikten Genel Başkanlığa kadar mücadelenin önümüze koyduğu çeşitli sorumlulukları üstlendim. TKP’de 2014 yazında yaşanan ayrışmadan sonra Halkın Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşunda yer aldım.
Politika: Geçtiğimiz haftalarda bir gözaltı olayı yaşadınız ve basına da yansıdığı kadarıyla gözaltına alınırken şiddete maruz kaldınız. Daha sonra Emniyet’teki sorgu nasıl yaşandı?
Erkan Baş: Daha önce ifade ettim ama tekrar edeyim, Türkiye’nin hem devrimci mücadele tarihi hem ülkenin içinden geçtiği durum düşünüldüğünde, adice bir saldırının sonucu bile olsa, topu topu 48 saat gözaltında tutulmanın üzerine konuşmaktan hicap duyuyorum. Binlerce devrimcinin cezaevlerinde tutsak olduğu, gencecik kardeşlerimizin eşitlik, özgürlük, barış ve kardeşlik uğruna girdikleri kavgada toprağa düştüğü bir ülkede bizim yaşadıklarımız çok önemsiz.
Bu gözaltıların pek çok gözaltından daha fazla ses getirmesinin birden çok nedeni var. Örneğin OHAL döneminde iktidarın üzerine üzerine yürümemizin yarattığı destek ve dayanışmadan elbette mutluyuz. İktidarın laiklik başlığını hassas nokta olarak görmesi ve saldırganlaşması politik okumamızın en azından bir boyutunun doğrulandığını gösterdiği için sevindirici ama şu “Genel Başkan’a bu yapılır mı?” kısmı üzerine birkaç çift laf etmek gerekiyor.
Politik mücadelenin gereği olarak üstlendiğimiz pek çok görev ve sorumluluk olabilir ancak hiç unutmamamız gereken bir şey varsa o da devrimci ve komünist kimliğimizdir. Bu, tüm diğerlerinden önemlidir. Dolayısıyla bize dair değerlendirme yaparken herhangi bir siyasi partinin lideri gibi değerlendirme yapmak doğru değil. Bizim kurucu önderlerimiz, örneğin ilk Genel Başkanımız Mustafa Suphi yoldaş nasıl kavganın en önünde durduysa bizler de aynı şeyi yapmakla yükümlüyüz. Daha genel olarak Türkiye devrimci hareketine baktığımızda Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya gibi gözünü kırpmadan can vermiş isimlerin de örgütlerinin liderleri olduğunu görüyoruz. Bu yoldaşlarımızdan öğrendiklerimizi becerebildiğimiz kadar uygulamaya, onlara layık olmaya çalışıyoruz.
Kuşkusuz bu bizim tavrımızdır ancak bu tavrımız burjuvaziye ve hizmetkarlarına devrimcilere istediklerini yapma hakkı vermez. Ne yaparlarsa yapsınlar boyun eğmeyeceğimiz gibi, tüm bu yapılanların hesabını soracağımızdan da kimsenin şüphesi olmasın. Özetle, bizi “mağdur” gibi gösteren değerlendirmeleri bir kenara bırakalım, iktidarla emekçi halkımız arasında bir kavga sürüyor, biz de bu kavganın bir tarafıyız, ödenmesi gereken bedel varsa bunu da gönül rahatlığıyla öderiz.
Gözaltının emniyet kısmı ise bütünüyle bir skandaldan ibaretti. 15 Temmuz sonrasının karmaşasını yaşadıkları her hallerinden belliydi. Buna dışarıdan gelen yoğun destek eklenince, iyice elleri ayakları birbirine dolandı.
Politika: Sizce gözaltı sebebi neydi ?
Erkan Baş: Bir kaç boyut sayılabilir. Birincisi, OHAL ile oluşturmaya çalıştıkları genel havaya meydan okumamız. Onlar, artık ancak baskı, zor ve şiddet ile yönetebileceklerini görüyorlar ve bu yöntemle tüm toplumu teslim almaya çalışıyorlar. Buna karşı kararlı duruşumuzun önemli bir faktör olduğunu söyleyebiliriz, buna tahammülleri yok.
Diğer taraftan laiklik artık çok daha ciddi bir sorun ve önemli bir mücadele başlığı. İktidarın şimdi düşman ilan ettiği Gülen çetesiyle en önemli ortaklıklarından birisi laiklik karşıtı faaliyetlerdi. Beraberce ülkeyi emperyalizme peşkeş çekip, sermaye diktatörlüğü için dikensiz bir gül bahçesi haline çevirmeye çabalarlarken ülkemizin yoksul-emekçi halklarını, dini duygularını kullanarak köleleştirmek için çok çabaladılar. Bunu yaparken “laiklik, tuzu kuruların, elitlerin, asker-sivil bürokrasinin keyfinden ibaret” gibi demagojik bir söylem tutturmuşlardı. Bu vesileyle sünni-islamın belirleyici olduğu bir hegemonya kurdular, dinin hayatın her alanında biçimlendirdiği bir toplum yarattılar. Bugünse, parası olmayanların çocuklarını mecburen imam-hatip okullarına göndermek zorunda kaldığı, kadınların sokaklarda yürürken dincilerin saldırısına uğradığı, devletin tüm örgütlenmesinin tarikatlar arasında paylaşıldığı bir tabloda laiklik, emekçilerin, devrimcilerin bir mücadele başlığı haline dönüşmüş oldu. Burada önemli noktada şu, eğer laiklik bizlerin mücadelesiyle kazanılırsa, bu geçmişte olduğu gibi burjuvazinin istediği gibi şekillendireceği bir laiklik olamaz. Onun uğruna kavga edip kazananlar, içeriğini de belirler. Sanırım iktidarın en büyük korkularından birisi bu.
Politika: Emniyet sorgusunda neler sordular ? Veya neye daha çok konsantre oldular, ne öğrenmeye çalıştılar ? Örneğin savcılıkta siyasi bir duruş gösterdiniz. Emniyette bu ne kadar mümkün oldu ?
Erkan Baş: Tamamıyla haksız bir gözaltı süreci olduğu için ilk andan itibaren tüm arkadaşlarla beraber buna karşı net bir tavır aldık. Daha ilk aşamada yükledikleri suçlamaları ve 48 saat gözaltı kararını öğrendiğimizde durumu protesto etmek için açlık grevine başladık. Kadıköy’de zaten ne yapacaklarını şaşırmış bir halleri vardı, ancak Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü’nde de ifade vermeyi reddettik, hiç birimiz ifade vermedik. Yeri gelmişken, gözaltı sürecinde dışarıdaki yoğun destek ve dayanışmanın etkisinin içeride de çok fazla hissedildiğini söylemem ve tüm destek verenlere teşekkür etmem gerekiyor. Dayanışmanın öneminin bir kez daha görüldüğü bir deneyim yaşamış olduk. Bu destek sayesinde tüm o insanlık dışı koşullara rağmen görece rahat bir gözaltı süreci oldu diyebilirim.
Politika: Savcı neyi gerekçe göstererek “denetimli serbestlik” isteminde bulundu ? Hakkınızda açılacak davanın konusu ne olacak ?
Erkan Baş: Bizim değerlendirmemiz ilk anda kafalarında en azından bir kaç kişiyi tutuklamak gibi bir plan olduğuydu. Bunu şuradan yola çıkarak söylüyoruz: ilk gelen dosyada suçlamalar arasında “Cumhurbaşkanına hakaret”, “polise mukavemet” ve “2911’e muhalefet” vardı. Biraz önce sözünü ettiğim o yüksek dayanışma ilk etkisini bu aşamada gösterdi. Süreç içinde önce nöbetçi savcı, sanıyorum bizden kurtulmak için gözaltı sürecini nöbeti bitene kadar uzattı. Sonra da yine hukuksuz ve keyfi biçimde olayın yaşandığı yerle bir ilgisi olmayan Çağlayan Adliyesi’ne gönderildi ve biz de Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü’ne sevk edildik. Bir dizi saçma sapan bürokratik süreç sonunda sadece 2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefet suçlamasıyla mahkemeye çıktık. Yaptığımız her şeyi sonuna kadar sahiplendiğimiz savunma sonrasında savcının denetimli serbestlik istemi de reddedildi. Sadece birkaçımız için yurt dışı yasağı koyarak hepimizi serbest bıraktılar.
Politika: Partinizin adı son haftalarda TKP tartışmaları vesilesiyle sık anılır oldu. Ne oluyor ve bu konuda ne yapılmaya çalışılıyor ?
Erkan Baş: Partimizdeki 2014 ayrışmasının ardından TKP’nin yasal varlığı ortak kararla bir heyete emanet edildi. Bu arkadaşların görevi, henüz somut bir plana bağlanmamış olan TKP’nin yeniden yasal siyasal alana dönüşüne kadar, devlet karşısında partinin hukuki varlığının korunmasını sağlamak ve iki taraf arasında imzalanan protokolün kurallarına uygun işlemesi için kolaylaştırıcılık yapmaktır. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum, çünkü heyetteki arkadaşlarımızın siyasal bir temsiliyeti, misyonu yoktur, sorumlulukları iki tarafın imzaladığı protokolle sınırlıdır.
Heyet bize de bir çağrı yaptı, görüşlerimizi ifade ettik. Ayrıca KP ile de heyetin katıldığı görüşmeler yaptık. Durumun hak ettiği ciddiyetle ele alınmadığı ortada. Heyet, yetkisi ve görevi olmadığı halde, TKP kamuoyuna bir açıklama yapıyor, KP bunu internet ortamında manipülatif bir biçimde haberleştirince de “biz öyle demedik, aslında böyle dedik” diye bir açıklama daha yapmak zorunda kalıyorlar. Sadece bu bile meselenin ne kadar gayrı ciddi biçimde ele alındığını görmek için yeter. Biz böylesi bir ciddiyetsizliğin parçası olmayız, bunu söylemiş olayım.
Konu gündeme geldiğinde, biz TKP’nin yasal-siyasal faaliyet sürdürmesinin elbette önemli olduğunu ancak bunun iki taraf arasında oluşmuş protokole uygun bir çerçevede hayata geçmesi gerektiğini ve protokolü çiğneyecek herhangi bir oldu bittiye izin vermeyeceğimizi söyledik. Temel duruşumuz budur.
KP adlı grup, 2014 ayrışmasındaki parti üyeleriyle sınırlandırılmış iki kongre yapılması dışında bir öneri getirmedi. Bu objektif olarak iki yıl önce yaptığımızı bir kez daha yapma teklifidir. Bunu bir kaç nedenle kabul etmedik.
Bir, OHAL şartlarında devletin halkımıza dönük çok yönlü baskısı sürerken, iktidar kendini daha da güçlendirmek için durumu fırsata çevirmeye çalışırken, bizim esas olarak iktidar karşısında konumlanmamız gerekir. Böyle bir dönemde, komünistlerin çalışmalarının birkaç ay boyunca 8-10 bin kişilik bir dünya ile sınırlı bir alana sıkıştırılmasını, enerjisini bunun propagandasına ayırmasını kabul edemezdik.
İkincisi, geride kalan 2 yıl içinde 2014’de TKP üyesi olanlar arasında siyasetten tümüyle çekilenler, bugün başka başka siyasi partilerin içinde olanlar bile var. Sadece 2014 Haziran’da listede adı olduğu için bu eski parti üyelerine söz hakkı veren, çeşitli nedenlerle yasal TKP’ye üye olmamış fakat ayrışmanın hemen ardından HTKP’ye veya KP’ye üye olmuş ve iki yıldır tüm varlığıyla bu mücadelenin parçası olan yoldaşlara söz hakkı tanımayan bir kongre önerisini kabul etmemiz mümkün değil.
Üçüncüsü, bize göre, TKP, 2014’de donmuş kalmış ve o zaman ayrışan güçlerden ibaret olarak görülemez. Şu aşamada kimin TKP’li olup olmadığına karar verecek ve herkesçe kabul gören tek bir otorite yoktur. Bunu biz ayrışma sonrası çok daha net gördük. TKP’nin devrimci bir temelde örgütlenmesi gerektiğini düşünen ancak bunu 2014 öncesi yasal TKP’de göremeyen kimileri geride kalan 2 yıl içinde yollarımızın birleştiği, kimiyle ise dostluk ilişkimizin kuvvetlendiği çok sayıda kişi ve politik çevre var. Bu koşullarda, TKP yasal bir siyasal parti olarak çalışacaksa, bunda kendisini TKP’li olarak gören, (somutlamak gerekirse TKP tarihini bütünsel olarak sahiplenen, Marksizm-Leninizm ilkelerine bağlı) kadroların eşit haklı katılımı ve söz hakkı olmalıdır.
Eğer ortada samimi biçimde TKP’yi yasal alanda güçlü bir biçimde örgütleme iddiası varsa, TKP’lilerin belirlenecek ilkelere göre katkısının alınacağı bir biçimde, gerçek anlamda bir ileri atılım olarak örgütlenmesi gerekir. Biz şu anda HTKP’de olsun veya olmasın bu iddiayı taşıyan ve kendisini bu amaçlara uygun gören herkesle eşit ve yoldaşça bir ilişki ekseninde bunu hayata geçirmeye hazırız.
Uzatmayayım, sonuçta şu aşamada KP ile neredeyse hiç bir siyasal başlıkta ortaklaşamadığımız gibi bu konuda da ortaklaşabilmiş değiliz. Bunun dışındaki iddialar ise dedikodu olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor ve değer vermemek gerekir. Bizim tüm TKP kamuoyundan ricamız bu konuyu ciddiyetle ele almaları, dedikodulara, kişisel ihtiraslara ise asla prim vermemeleridir. Biz, TKP isminin kişisel ihtirasların, dedikoduların konusu haline getirilmesini, parti kültürü ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir sorumsuzluk olarak görüyoruz.
Politika: Siz genç bir devrimci olarak yasal TKP’ye üye oldunuz. Amacınız ve beklentileriniz neydi?
Erkan Baş: Ben o dönemde SİP’e üye oldum. Burada unutulan bir noktayı hatırlatmam gerekiyor, SİP 1. Kongresi 1995 Mart’ında, hemen Gazi olayları sonrasında toplanmış ve koşullar uygun olduğunda parti adının Komünist ibaresini içerecek biçimde değiştirilmesi üzere MYK’ya görev ve yetki vermiştir. Bunun önemi şu, o dönem başka yasal sosyalist partiler de vardı ancak kendini komünist olarak ifade eden tek özne olması SİP’e üye olmamızın esas nedenidir.
Önce Stalin’in ve Sovyetler Birliği’nin, ardından da Lenin’in izlerinin silinmek istendiği, işçi sınıfının ve öncü parti fikrinin sorgulandığı, nihayetinde sosyalizmin simgelerinden ve kendisinden vazgeçilmesi gerektiğinin ifade edildiği bir dönemden söz ediyoruz. Marksizm bitti, sosyalizm öldü denilen bir dönemde Leninci parti, devrim ve sosyalizm şiarlarının kendisi bile çok değerliydi. Bir de bunları yasal bir parti formuyla yürütülecek mücadelede ifade etme inadı, doğal olarak genç devrimci kadroların SİP etrafında buluşmasına vesile oldu.
Üye olduğumuzda amacımız doğal olarak ülkemizde devrim ve sosyalizm mücadelesini büyütmek, işçi sınıfı iktidarına giden yolu açmak ve işçi sınıfının iktidarı fethini sağlamaktı.
Kuşkusuz kendimizi esas olarak Komintern çizgisinin bir parçası olarak görüyorduk, bunun bir uzantısı olarak doğru adlandırmanın “ülke adı artı KP” olduğuna inanıyorduk ancak somut olarak TKP adıyla siyasal faaliyet yürütmek, üyeliğe adım attığım 1995’te belirleyici bir şey değildi. O yıllarda bunu daha ziyade iktidar savaşının sıcak günlerinin bir konusu olarak görüyor, TKP adı öyle bir dönemde gündeme gelir diye düşünüyorduk.
Bildiğiniz gibi o dönem TKP tarihinin bir likidasyon dönemiydi. Bizim için TKP Komintern’in Türkiye şubesi olarak örgütlenen, Ekim Devrimi ve Kurtuluş Savaşı’nın ateşleri arasında doğmuş devrimci bir komünist partiydi. Ancak bu parti Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne paralel olarak o dönem parti önderliğini ele geçiren ve TKP’ye hiç yakışmayan bir kadro topluluğunun eliyle tasfiye edilmişti. TKP kökenli bu likidasyona tepki gösteren pek çok kadro ve parti örgütü olduğunu elbette biliyor ve mümkün olduğunca takip ediyorduk. O dönemde teker teker eski TKP’li pek çok yoldaşımızla buluşmak için çok çaba harcadığımızı da ekleyebilirim. İlk anda aklıma geldiği kadarıyla Şoför İdris, Zehra Kosova, Şahabettin Bakırsan, Şevket Özparlak ve daha birkaç emektar komünist kadro parti çalışmalarında yer aldılar. Ancak bunun dışındı kalan pek çok kadro olduğunu da hepimiz biliyoruz, örneğin 73 Atılımı ile başlayıp devam eden süreçte sorumluluk alan o dönemin gençleri veya bugünden konuşacaksak “orta yaş kadrolar” arasında bu süreçte yollarımızın birleştiği kişilerin oranı çok azdır. Bunun ideolojik, politik ve örgütsel nedenleri üzerine herkesin düşünmesi, sadece düşünmek değil sonuç çıkarması gerekir.
Bu noktada özellikle önemsediğim bir konunun altını çizmek istiyorum. Türkiye’de egemen sınıfın en büyük başarısı Parti’mizin deneyim ve birikiminin kuşaklar arasında aktarılmasını engellemesidir. Her dönemin komünistleri, bir önceki dönemin deneyimlerinden büyük ölçüde yoksun olarak, deyim yerindeyse el yordamıyla daha önce yürünmüş yolları yeniden yürümek durumunda kaldı. Bugün de bana Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin en önemli eksiği nedir diye sorduklarında, hep aynı cevabı veriyorum: isimlerden, kişilerden bağımsız, kurallı ve kurullu çalışan, her türlü mücadele dönemine yanıt verebilecek devrimci, komünist partimizin yaratılamamış olmasıdır. Biz elimizden geldiğince bu boşluğu da doldurabilmek için, farklı kökenlerden ve farklı kuşaklardan yoldaşlarımızla işçi sınıfının öncü partisinin çatısı altında tek bir disiplin, tek bir program ekseninde birlikte mücadele yürütmek için çok çaba harcadık, hala da bu çabamız sürüyor, TKP de böyle bir partinin doğal adıdır.
Politika: Peki merak edildiği için soralım, mesela Bilen yoldaş hakkında ne düşünüyorsunuz?
Erkan Baş: Önce net bir cevap vereyim sonra açayım. Bilen Yoldaş TKP’nin en önemli hamlelerinden birisi olan Atılım döneminin mimarlarındandır. Bu dönem TKP, özellikle işçi sınıfı içinde elde ettiği mevziilerle, mücadele pratiğiyle bugün hala örnek alınması gereken bir deneyim ve birikim yaratmıştır. Eksikleri, hataları vb. olabilir ancak tereddütsüz olarak söylemek gerekiyor, geleneğimizin bir parçasıdır.
Bir noktanın daha altını çizmek isterim, tarihi kişilere ve konulara bakarken son derece dikkatli ve özenli olmak gerekir, kolaycı yaklaşımlardan kaçınmak gerekir. Örneğin Bilen yoldaşa dair sığ bir bakışla onu sadece bir “bürokrat” gibi gösteren değerlendirmeler yapıldığını biliyoruz. Oysa dönemi biraz ayrıntılı incelediğimizde, parti belgelerini, objektif biçimde yazılan anıları, mektupları filan okuduğumuzda mesela Parti’nin ülkede yeniden örgütlenmesinden nasıl samimi bir heyecan duyduğunu, Atılım döneminin devrimci ruhunun oluşumunda belirleyici önemi olan bir önder olduğunu görüyoruz.
Devam edelim, Bilen yoldaş özelinde de bir önceki sorunuzla bağlı olarak daha genel bakarsak yasal TKP açısından da aynı şeyi söyleyebilirim. Örneğin TKP adının alındığı 2001 Kongresi sonrasında yazılanlara baktığımızda tüm Türkiye devrimci hareketinin tarihinin sahiplenildiği bir çizgi görürsünüz. M. Suphi’den, Bilen yoldaşa, Nazım’dan, Kıvılcımlı’ya, hatta Behice Hanım’dan, Mahir, İbrahim ve Denizlere kadar tüm mücadele tarihi sahiplenilmiştir.
2001’de TKP adının alındığı sürece baktığımızda TKP’nin “Gelenek” kökenli kadrolar ötesinde tüm Türkiye sosyalist hareketinin mirasını sahiplenen ve kendisini bu mirasın parçası olarak gören herkesin partisi olduğu sıklıkla vurgulanmıştır. Ancak mesela, somut olarak söyleyeyim, bizim tasfiye edilme planımız devreye girdiğinde, bize yöneltilen suçlama “Gelenek inkarcısı” olmaktı ve burada kastedilen Gelenek ile sadece “Gelenek” dergisi çizgisi ifade ediliyordu. O aşamada önemli olan TKP’lilik değil “Gelenekçi” olup olmamak oldu. Bugün HTKP’yi oluşturan o dönem TKP 12. Kongresi olarak kendini ortaya koyan siyasi irade, TKP tarihinin bütünlüklü bir sahiplenmesinin savunucusu oldu.
Bugün de doğru olduğunu düşündüğümüz yaklaşım budur. Daha öncesi bir yana, 10 Eylül 1920’de TKP ile başlayıp 96 yılı aşmış önemli bir mücadele tarihi, deneyimi ve birikimimiz var. En başta bu tarihin tümünü ve bütünlüklü olarak sahiplenmemiz gerekiyor. Kuşkusuz bunun içinde çeşitli eksikler, hatalar vb. olmuştur, bunlar komünistlerin kendi aralarında değerlendirmesi, sonuçlar çıkarması gereken meseleler olarak görülmeli, burjuvaziye karşı ise kesinlikle ve kesinlikle parti tarihini bütünsel olarak sahiplenici bir çizgi izlenmelidir.
Bu 96 yıllık inişli çıkışlı tarih içerisinde, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan farklılaşmalar, ayrışmalar elbette önemlidir. Ancak bugün yanlış eksenlerde bölünmek yerine doğru bir tasnifle ayrışmayı ve birleşmeyi önemsememiz gerekiyor. Örneğin Nazım ve (sizin çok eleştirel hassasiyetle yaklaştığınızı bilerek dile getiriyorum) Kıvılcımlı hem birbirleriyle hem dönemin parti yönetimiyle önemli sıkıntıları olmuş iki yoldaşımızdır. TİP deneyimi başlı başına bir tartışma konusu, keza devrimci mücadeleye TİP kadrosu olarak başlayan Mahirler, İbrahimler, Denizler doğrudan parti çizgisi ile anılması mümkün olmayan fakat devrimci bir teorik-pratik hattın taşıyıcıları olmuş yiğit devrimcilerdir… Örnekleri çoğaltmaya sanırım gerek yok, ancak bugün Türkiye’de sosyalizm mücadelesini bu çizgilerden sadece birisine indirgemenin bize hiç bir getirisi olmaz. Tersinden söyleyeyim, bugün Türkiye’de emekçi halk ile içiçe geçmiş bir biçimde sosyalist iktidar için mücadele edecek her hangi bir özne bu deneyimlerden hiç birisini tümüyle dışarıda tutamaz. Bizim HTKP kuruluşunda sıkça kullandığımız “içerip aşmak” sözü bu yaklaşımın bir ifadesidir. Tüm bu değerleri sonuna kadar sahiplenen, eleştirisini kendi içinde yapan, geçmiş kongre kararlarını dikkate alan, kendi hatalarımızın özeleştiri temelinde muhasebesini yapan, ancak günün devrimci görevlerine odaklanan, ileriye yön verecek bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Buna 30’lu, 50’li yıllarda yaşananlar da, 80’lerin sonundaki likidasyon kongresi de dahildir. Partimizin yaşanmış her aşamasından dersler çıkarmamız gerekir, yoksa ileriye gidemeyiz, hatalar varsa – ki var – o hataları tekrarlarız. “Süreklilik içinde devrimci yenilenme” ana doğrultumuz olmalı.
Bir bütün olarak Türkiye devrimci hareketinin tarihine baktığımızda her dönem, devrimciliği kendisiyle başlatma ve kendisiyle sınırlama gibi hatalı bir eğilimin varlığını da görüyoruz. Sanki bizden önce veya bizden başka devrimci yok ve bu da bizi daha değerli kılacakmış gibi bir yaklaşım var. Bunu çok hatalı buluyoruz. Köklerimiz ne kadar derindeyse o kadar güçlü olduğumuzu unutmamak gerekir. Ama tabii, doğru ile yanlışı çok hassas bir biçimde değerlendirip ayırmamız da gerekiyor.
Politika: Bugün yürütülen tartışmaları sürecinde 2001 süreci ile ilgili paralellik görüyor musunuz? Ya da şöyle soralım, OHAL koşullarında böyle bir tartışma başlatılmasına nasıl bir anlam veriyorsunuz?
Erkan Baş: Bizim bugün bu tartışma tekrar gündeme geldiğinde esas itiraz noktamız da bu oldu. Ülkenin AKP eliyle OHAL adı altında açık bir diktatörlükle yönetilmeye başlandığı bir dönemde, komünistlerin görevi emekçi halkın ve tüm devrimci güçlerin bu gidişata karşı birleşik mücadelesini örgütlemektir. Bunun dışında gündemlerin kamuoyuna taşınmasının bir bir manası yoktur. Komünistlik ya da TKP’lilik sadece bir kimlik olarak görülemez, bu iddiayı taşıyan kişi veya gruplar Türkiye’deki sermaye diktatörlüğüne karşı göğüs göğüse mücadeleye girme cüretine sahip olmalılar. Bu siyasal-ideolojik ve pratik boyutları ile bütünlüklü bir kavga olarak örgütlenmek, emekçi halkın, işçi sınıfının içinde sürdürülmek durumunda. Biz elimizden geldiğince bunu yapmaya çabalarken, böyle bir gündemin bizi bu mücadeleden alıkoymak için pişirildiğini düşünmemizden daha doğal bir şey olamaz. Birileri bu durumu kendileri için fırsata çevirmeye çalışıyor olabilir, bunu da elbette bir olasılık olarak değerlendiriyoruz.
Politika: Bugün ülkemizde komünist hareketin durumuna dair görüşlerini kısaca özetlemenizi istesek… Bu konuya nasıl yaklaşıyorsunuz?
Erkan Baş: Uluslararası komünist hareketin yaşadıklarıyla paralel ancak maalesef önderliğinin açık ihanetçi konumu nedeniyle daha ağır bir likidasyondan geçen TKP’mizden bugüne çok sayıda farklı TKP kökenli siyasal kadro ve grup kaldı. En başta ve genel olarak söylersek bunların tümüne önsel olarak saygı duymak gerekiyor. Ancak bu söylediğimden herkesin TKP adını istediği gibi kullanabileceği, TKP adına istediğini yapabileceği bir tabloyu olumladığımız gibi bir sonuç çıkmamalı, aksine TKP adının tarihsel önemine ve ağırlığına yakışmayan davranışlar ayıklanmalı ve mutlaka mahkum edilmeli.
Bunun devamı olarak söylersek, devrimci komünist ilke ve değerlere bağlılık, Parti’nin devrimci çizgisini sahiplenme ve yeniden üretme gibi temel kıstaslar üzerinden devrimci bir pratik içinde olanların ve olmayanların aynı biçimde değerlendirilmesi elbette söz konusu olamaz.
Somut örnek vermek gerekirse, kimse bizden Politika Gazetesi aracılığıyla takip ettiğimiz siyasi-örgütsel hattın mücadelesi ile TKP adını istismar etmek dışında bir şey yapmayanları aynı biçimde değerlendirmemizi beklemesin.
Yeri gelmişken ifade edeyim, bugün 10 Ekim, geçen yıl 10 Ekim katliamında yitirdiğimiz Politika Gazetesi Kurucusu ve Sorumlu Müdürü Tayfun Benol yoldaşımızın anısı önünde saygıyla eğilirken, onun da temsil ettiği örgütlülüğe, devrimci komünist pratiğe verdiğimiz önemi özel olarak belirtmek isterim. Kendisiyle tanışma, birlikte mücadele etme şansımız olmaması talihsizliğimizdir. Bu arada Politika Gazetesi ile ilk temasımızın Tayfun yoldaşımızın cenazesi vesilesiyle olduğunu da ifade etmeyi bir borç olarak görüyorum. Aramızdaki duvarların karşılıklı olarak kalkmasında Tayfun yoldaşımızın payını unutamayız.
Bize göre çok uzun olmayan bir mücadele dönemi içinde Türkiye’de farklı kuşaklardan, farklı mücadele deneyimlerine sahip devrimci komünist kadroların buluştuğu harmanlandığı bir süreç yaşanacak. Bu mutlaka olacak çünkü bugün tüm sorunlarımızın çözecek temel sorun, Türkiye işçi sınıfının, emekçi halklarımızın ihtiyaç duyduğu devrimci hamleleri yapacak öncü-devrimci bir partiyi çok daha etkin biçimde siyasal yaşamda var etmektir. Tek tek TKP adını veya iddiasını taşıyan tüm siyasal çevreleri esas olarak bu eksende değerlendirmek gerekir.
Bize göre, günün ihtiyaçlarına yanıt veren, işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri içinde örgütlenmiş ve onların mücadelesine önderlik eden, öncü ve devrimci bir işçi sınıfı partisi ihtiyacına yanıt verebilen herhangi bir özne henüz inşa edilebilmiş durumda değil. Tek tek değerlendirmek yerine bu ana soruna işaret etmeyi daha doğru buluyorum. Bu sorun çözüldüğünde birden fazla TKP çevresinden söz etmek mümkün olmayacaktır. Çünkü bir ülkede komünist partisi tektir. “Tek Ülke, Tek Sınıf Tek Parti” ilkesi TKP somutunda ülkemiz için de geçerlidir.
HTKP’yi de bu ihtiyaca yanıt verme çabasına katkıda bulunmanın değerli bir ürünü olarak görüyoruz. Bizim HTKP’ye doğru uzanan sürecimizin ilk adımlarında esas odaklandığımız nokta, Türkiye siyasetinin güncel ihtiyaçlarına daha etkin yanıtlar verebilecek, ideolojik, politik ve örgütsel olarak daha devrimci bir TKP’ye dönüşmekti. Bu doğrultuda sürdürdüğümüz çalışmalarda gördük ki, sorun sadece bizimle sınırlı değil. Tüm Türkiye devrimci hareketi, hatta dünya komünist hareketi birbirine çok benzer sıkıntılar yaşıyor. Bunun temelinde iktidar perspektifi eksikliğini görüyoruz, temel görevimizin işçi sınıfı iktidarı için mücadele etmek olduğu “unutulmuş” durumda. Devrimci, komünist gibi isimler taşıyan pek çok parti bile son noktada sadece bir muhalefet hareketine dönüşüp kalmış, bir nevi “kültürel komünistlik” diyebileceğimiz kimlik siyasetine sıkışmış durumda. Bunun bir yansıması olarak da ihtilalci, devrimci bir sınıf örgütü olma vasfının pek çok özne için tümüyle yitirilmiş olduğunu saptıyoruz. Bunun siyasal boyutları var, ideolojik boyutları var, örgüt ve nihayet kadrolarda somutlanabilecek boyutları var.
HTKP bunu aşmak için çabalarken meseleyi salt kendi sorunu olarak da görmüyor. Biz bir bütün olarak ülkemiz komünist hareketinin önünde duran bu soruna dair çözücü adımlar atmak için çabalarken, kendi dışımızdaki devrimci ve komünist çevrelerle de bu eksende dostça ve samimi bir biçimde ilişkilenmeyi de önemsiyoruz.
Politika: Türkiye’nin politikaya müdahil olan ideolojik, politik ve örgütsel olarak güçlü bir TKP’ye ihtiyacı yok mu ?
Erkan Baş: Bir önceki soruda eksik kaldı bu vesileyle bir vurgu yapayım, kimi arkadaşlarımız TKP’yi sadece Yargıtay veya siyasi partiler sicilindeki bir isim, bir dosya veya bir binaya asılı tabeladan ibaret görüyorlar. Kuşkusuz bunların hepsi değerlidir, önemlidir ancak TKP buna indirgenemez. Mesele devrimci bir program etrafında birleşmiş Leninci devrimci komünist kadroların, temel olarak işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri içinde örgütlenmeye ve onların iktidar mücadelesine önderlik etmeye odaklanmasıdır. En önemli görev, parti içinde üstlendiği görev ne olursa olsun tüm üyelerinin devrimci kadrolar olduğunu önsel olarak kabul eden, Leninci demokratik-merkeziyetçilik ekseninde örgütlenen, kolektif işleyişi ve kurul çalışmasını esas alan, kurallı bir iç hayatı güvence altına almaktır. Her hal ve şartta mücadelenin kesintisiz biçimde sürdürülmesini esas almak ve buna uygun olarak örgütlenmektir. TKP ancak böyle var olur ve böyle güçlü olur. Bu yapılabildiğinde yasal temsil sorunu da çözülür ve elbette böyle bir komünist partinin Türkiye siyasetine çok önemli etkileri olur.
Ülkemizde ağır bir yenilgi döneminden ayakta kalmayı başararak çıkmış bir komünist hareketimiz var. Bu önemlidir. Sermayenin uluslararası saldırısına, Türkiye burjuvazisinin alçakça saldırılarına ve maalesef yaşadığımız pek çok ihanete rağmen bunu başarabilmiş olmak önemlidir. Önemlidir ama yetmez. Deyim yerindeyse bir varlık-yokluk savaşının sonunda var olmayı başaran komünistler, şimdi dost düşman herkesin ciddiye alacağı gerçek bir politik güç olarak siyasal alandaki yerlerini almalılar. TKP, 1920’den bu yana görece en zayıf olduğu anlarda bile başta Türkiye burjuvazisi olmak üzere hep dikkatle izlenen bir güç oldu. Bugün devrimci pratiğimizle, emekçi halkın içinde ve mücadelesinin önünde etkin-güçlü bir konum aldığımızda tüm siyasal dengelerin yeniden kurulacağından kimsenin şüphesi olmasın.
Politika: Daha Güçlü TKP – Sosyalist Türkiye belgisinin gereğini yapmak için sizce güncel görevimiz ne olmalıdır?
Erkan Baş: Tekrar edeceğim, günümüzün en önemli sorunu işçi sınıfı iktidarına, Sosyalist Türkiye hedefine odaklanmış devrimci komünist bir öznenin inşası sorunudur. Bunun hayata geçmesi ise siyasal, ideolojik ve örgütsel düzeyleri olan çok boyutlu bir çalışmaya ihtiyaç duyuyor. Bizim bu noktada temel önemde gördüğümüz bir kaç nokta var.
Birincisi; özel olarak işçi sınıfı ve emekçi halk güçleri içinde örgütlenmektir. Bu sadece bizim değil, tüm Türkiye devrimci hareketinin en önemli eksiğidir, temel yoğunlaşma noktamızın bu olması gerekir.
İkincisi; parlamentarizm ile sınırlı olmayan, legal çalışma sorunundan söz etmemiz gerekiyor. Türkiye solunun önemli bir bölümü, uzun yıllardır yasal partiler aracılığıyla sürdürülen mücadelenin bir sonucu olarak maalesef zihin dünyası ve mücadele pratiği açısından “yasalcı” bir yaklaşıma mahkum olmuş durumdadır. Uzun uzun tartışılması lazım ama özetle bizim bir “devrimcileşme hamlesi” ihtiyacı saptamamız var, bunu paylaşmak isterim.
Üçüncüsü; dar grupçuluktan, fraksiyonculuktan ve hizipçilikten bütünüyle kurtulmamız gerekiyor. Esas olarak sınıflı toplumların insanlığa bulaştırdığı bir hastalığın ürünü olarak gördüğümüz rekabetçilik ve ego-santrizmin bir ürünü olan bu illeti tümüyle kazımamız gerekiyor. Açıkça fikrimi söyleyeyim, gerçekten mücadelenin bir parçası olan, esas olarak devrim ve sosyalizm davasına bağlanmış kişilerde ve politik topluluklarda bu hastalık aşılabiliyor. Bunu bir Parti kültürü olarak yeniden üretmemiz, ancak iç hayatımızı da devrimcileştiren bir pratikle mümkün. Bizim demokratik-merkeziyetçilik vurgumuzun, kurallı ve kurullu parti vurgumuzun bir nedeni de budur.
Uzatmamak için son bir şey daha ekleyip bitireyim, o da Türkiyeliliktir. Bunun da özel olarak önemli olduğunu düşünüyoruz, zira burjuvazi çok uzun yıllardır komünistleri bu ülkenin bir parçası olmaktan çıkartabilmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Diğer taraftan sermaye iktidarının hepimizin bildiği halk düşmanı karakteriyle, gözünü kırpmadan gerçekleştirdiği katliamlar, işkenceler ile ülkemiz ile tüm ilerici insanların arasına bir kama soktuğunu da söyleyebiliriz. Biz, uluslararası bir müfrezenin Türkiye topraklarında görev üstlenen bir parçasıyız. Proletarya Enternasyonalizmi ilkesini gözümüz gibi korumak ve savunmak, ile ülke topraklarının ve nüfusunun bir parçası olarak, Sosyalist Türkiye mücadelesini yükseltmek birbiriyle çelişmez.
Biz, ülkesi emperyalist düşman işgalindeyken, gerçek bir kurtuluş mücadelesini örgütlemek için ülke topraklarına dönme kararı alan bir mirasın taşıyıcıları olarak düşünmek ve davranmak durumundayız. Bu ülkenin bizi öldürmek, yok etmek isteyenlerin ülkesi olduğunu kabul etmek bize göre politik bir intihardır. Hayır bu ülke, bu ülkeyi emeğiyle, kanıyla, canıyla yaratan emekçilerindir ve bizim bu ülkeyi yeniden kazanmamız gerekiyor.
Kürt sorunu ile ilgili tartışmalardaki pozisyonumuza (pozisyonumuz sadece bununla sınırlı değil kuşkusuz) bu cepheden de bakabiliriz. Bu ülkede Kürtlerin varlığını kabul etmeyen, mücadelenin Kürt rengi ile barışık olmayan bir işçi sınıfı iktidarı mücadelesi mümkün değildir. Nazım yoldaşın dediği gibi “Bu memleket bizim...”
Politika: Yer darlığından dolayı bu sayıda bu konular ile yetinelim Erkan yoldaş. Bir dahaki sayımızda ideolojik ve politik yaklaşımlar konusunda söyleşimizi sürdürmek üzere teşekkür etmeden önce okuyucularımıza ve çevremize vermek istediğiniz bir mesaj var mı ?
Erkan Baş: Öncelikle böyle bir fırsatı verdiğiniz için teşekkür edeyim. Daha sonra devam edeceksek o zaman ayrıntılandırırız, ancak şu aşamada bir noktaya işaret etmek istiyorum. Türkiye çok önemli bir kırılma noktasında, AKP/Saray rejimi başka türlü yönetemeyeceğini de gördüğünden çok yönlü bir baskı politikasını devreye sokmuş ve şiddet-zor kullanarak yıkılmazlık imajını güçlendirme çabasına girmiş durumda. Bunun belli ölçülerde bir karşılığı olduğunu da söyleyebiliriz.
Burada komünistlerin odaklanması gereken iki nokta olduğunu düşünüyorum. Birincisi, ne yaparlarsa yapsınlar bunca yıllık mücadele deneyimi ve birikimi olan Türkiye halklarını bir bütün olarak teslim almaları mümkün değildir. Bu bir iddia değil bu ülke halkına ve yaklaşık 100 yıldır verdiğimiz kavgaya, onun yarattığı değerlere güvenin bir ifadesidir.
İkincisi de, devrimcilik, komünistlik böyle zamanlarda kararlılıkla ileri atılmakla, mücadelenin sürekliliğini sağlamakla, halkların teslim olmama iradesini temsil etmekle yükümlü olmak demektir. Sol hareketin kimi kesimlerinde “bugünler bizim günlerimiz değil, bugünlerde esas olan kendimizi korumaktır” biçiminde özetlenebilecek yaklaşıma kesinlikle onay vermemek gerekir. Bugün ileri çıkan, kavgaya önderlik etmeye çabalayan bir devrimci komünist iradeyi ortaya koyamazsak yarını kazanma şansı da bulamayız.
Bize göre işçi sınıfını iktidara taşıyacak Parti, bu mücadele sürecinin yan yana getirdiği devrimci komünist kadroların eseri olacaktır.
Hepimize kolay gelsin diyor, tüm Politika okurlarını sevgiyle, yoldaşça duygularla selamlıyorum.
Politika: Samimi ve açık bir görüşme oldu, teşekkür ederiz. Biz de size ve şahsınızda tüm HTKP kadro ve mensuplarına mücadelede başarılar diliyor, yoldaşça duygularla selamlıyoruz. Bir dahaki görüşmemize kadar kendinize iyi bakın ve dikkat edin...