ERMENİLER: Hatırlamak ve Yüzleşmek...

ERMENİLER: Hatırlamak ve Yüzleşmek...

Bu sene Nisan ayında 1915’deki büyük bir trajedinin, Ermeni soykırımının 100. Yıldönümünü birlikte anıyoruz. Bu olay, sadece Batı basını ve siyasetçileri gündeme getirdiği için değil, kendi tarihimizi, Anadolu halklarının ve siyasi iktidarın tarihini daha iyi anlamamız ve bir tarih bilinci oluşturmamız açısından büyük önem taşımaktadır. Özellikte son yıllarda çok sayıda kitap, araştırma ve kişisel tanıklığın yayınladığı bu konu, ağırlıklı olarak inkârcı Türk şovenizminin, Batı emperyalizminin ikiyüzlülüğünün, yurt dışında Diaspora Ermenilerindeki kimi tek yönlü ve milliyetçi bakış açılarının ışığında ele alınmakta, geliştirilen yorumların hiçbiri, olgularının bütününü açıklamaya ve anlamlı kılmaya yetmemektedir. Biz bu katliamın ve trajedinin tüm boyutlarıyla, diyalektik ve sınıfsal bir bakış açısıyla ele alınmasını amaçlıyor, o yüzden de bu tarihsel trajedinin 100. Yıldönümünde konuyu birden fazla yazı ile irdelemeyi planlıyoruz.

Anadolu’nun en eski halklarından biri

Sevmek ve kardeşlik duygusunu geliştirmek, öncelikle tanımaktan geçer. Türkiye halkı ve hatta Türkiye Solu olarak Ermeniler hakkında pek az şey bildiğimiz için öncelikle onların tarihini kısaca aktarmamız, hem bu boşluğu gidermek, hem de yaşanan trajedinin tarihsel boyutunu kavramamız açısından anlamlı olacaktır.

Ermeniler, Hint-Avrupa kökenli bir halk olarak Anadolu’ya Balkanlardan, Frigya’lılarla birlikte geldiler. Batı Anadolu’ya yerleşen Frigya’lıların aksine, daha savaşçı olan bir kesim doğuya yöneldi, ve uzun savaşlardan sonra Urartu devletini yenerek ele geçirdi (Ermenilerin Urartu kökenli olduğu yanılgısı buradan gelmektedir). Kendi alfabelerini oluşturan Ermeniler, tarihte Hristiyanlığı ilk defa “resmi din” olarak benimseyen devlet oldular (bu olgu, dünya Hristiyan kültürü içerisinde Ermeniler için hala bir gurur vesilesidir) Doğuda Arap ve Türk akınları, batıda da Roma İmparatorluğunun varlığı, Ermenilerin devlet olarak varlıklarını sürdürmelerini zorlaştırdı; ancak 2 olgu Ermeni halkının kimliğini diri tuttu: Hristiyan inançları onları Müslüman Arap, İranlı ve Türklerden ayırt ederken, gerek Doğu Roma (Ortodoks) kilisesinden, gerekse Batı Roma (Katolik) kilisesinden ayrı ve bağımsız olan ulusal kiliseleri (Apostolik/Gregoryen Ermeni kilisesi) onları Rum Ortodoks kültürü içinde erimekten alıkoydu. Bu farklılığın yarattığı çatışma sonucu Bizans devleti onlara uzun yıllar baskı uyguladı, hatta bu devlet son dönemlerinde Ermenilerin İstanbul’a (Konstantinopolis) girmelerini yasakladı.

Ermeni kültürünün yükselişi, İstanbul’un fethi ile hızlandı. Bizzat Fatih, (Rumlara karşı bir denge unsuru olarak) Ermenilerin İstanbul’a yerleşmesini sağladı ve teşvik etti. Ermeniler, 15. yüzyıldan itibaren Osmanlı halklarının günlük yaşamında, hayatın her alanında yer alan, onun ayrılmaz parçası olan bir kavim olarak var oldular.

Ortak değerlerimize Ermenilerin yaptığı tarihsel katkılar

Ermenilerin kültürümüzdeki payını “midye dolması ve topik”le hatırlamaya başlayan ve ondan ibaret sayanlara, geride bıraktığımız 500 yılın emeğini hatırlatmak gerekir. Ermeniler Osmanlı coğrafyasının toplumsal yaşamına çalışkan ve usta zanaatkarlar olarak katıldılar. Anadolu’daki ortak yaşantımızda yüzyıllar boyu sayısız evin duvarlarını onlar ördüler, demirlere onlar şekil verdiler, unumuzu onlar öğüttüler.

Bunların yanı sıra, Osmanlı’dan devraldığımız ve bugün “Türklük” etiketi yapıştırarak sahip çıktığımız yüksek kültür, Ermenilerin katkısı olmadan anlaşılamaz. Sanat ve kültürel üretime yatkın bir halk olan Ermeniler, İbrahim Müteferrika’dan çok önce (Yahudilerle birlikte) matbaayı Osmanlı topraklarına getiren bir halk oldular. Yüksek bir estetik içeren (bugün “klasik Türk müziği” denilen) Osmanlı müziği hiçbir kayıt sistemi olmadan, sadece kulaktan kulağa aktarılırken (ve bu yüzden de bir çok eser kaybolup giderken) bu müzik için ilk nota sistemini bir Ermeni olan Hamparsum Efendi buldu ve bu eserleri tarihin karanlığında kaybolmaktan kurtardı. TC’nin kuruluşundan çok önce, Anadolu halk şarkılarının bir kataloğunu ve derlemesini yapma çalışması, gene bir Ermeni olan besteci Gomidas tarafından başlatıldı. Üstün yetenekli bir Ermeni mimarlar ailesi olan Balyan’lar, sadece bugün İstanbul’un güzelliği olan sarayları değil, aynı zamanda (Hristiyan olmalarına rağmen) birbirinden güzel camilerin mimarisini tasarladılar. Osmanlı devleti, en hassas kurumlarından biri olan Darphane’yi dahi Ermeni ustalara emanet etti. 19.yüzyıldan itibaren sağlık, eğitim, dışişleri gibi alanlarda çok sayıda aydın Ermeni görev aldılar ve ülkeye hizmet ettiler.

Sosyalist hareketimize Ermenilerin katkısı

Bu noktada, sosyalistler olarak yıllardır süregelen bir vefasızlığı da ortaya koymak ve özeleştirisini yaparak aşmak zorundayız: Tarihimizi hep en erken “Osmanlı Sosyalist Fırkası”na dayandırdık; ancak şunu göz ardı ettik: Yaşadığımız topraklarda sosyalist düşüncelerin doğuşunda Ermeniler öncü unsurlardan biri oldular. “Komünist Manifesto”nun Osmanlı coğrafyasındaki ilk çevirisi Ermeniceye yapıldı. Ermeni halkı içinde ör gütlenen Hınçak ve Taşnak partileri sosyalist görüşü benimsedi, Taşnak 2.Enternasyonal’e üye oldu. TİP’ten ve Halk İştirakiyyun Fırkası’ndan yıllar önce sosyalist görüşler Osmanlı Meclis’i Mebusan’ında ilk olarak Makedon (Vlahof Efendi) mebusların yanı sıra Ermeni (Vartkes ve Zohrap Efendiler) tarafından savunulmuştur. M. Suphi’lerin katlinden sonra 1924’de İstanbul Akaretler’de toplanan TKP 2. Kongresine Hınçak partisinin sol kanadı da katılmıştır.

Aram Pehlivanyan (A. Saydan Yoldaş)  ve Sarkis Çerkezyan1920 sonrası işçi sınıfının siyasi örgütü olan TKP’de hep bir Ermeni damar bulunmuştur. Sebep açıktır: TC’nin dayattığı “ya Türkleşme, ya da Ermeniliğini koruyarak sinme ve kabuğuna çekilme” ikilemi karşısında birçok Ermeni aydın, bu ikilemi reddetti; ve kendilerini bu ülkenin parçası ve başı dik birer öznesi olarak görmek istediklerinde, bunu kendilerine sunan tek tutarlı siyasi çerçeve olarak komünizmi gördüler ve onu benimseyerek TKP saflarında yer aldılar. Ermeni olmanın da, komünist olmanın da büyük birer “günah” sayıldığı ve acımasızca ezildiği Tek Parti terörü altında bu yiğit insanlar bir Ermeni ve bir komünist olarak Türk yoldaşlarıyla birlikte başları dimdik mücadeleye atıldılar, ve iki misli bedel ödediler. TKP’de Aram Pehlivanyan, Sarkis Çerkezyan, TİP’te Zaven Biberyan’la birlikte tüm bu cesur ağabeylerimizi, bu gözü pek yoldaşlarımızı bir kez daha saygıyla anmak, sadece komünistlerin değil, tüm Türkiye’li ilericilerin boynunun borcudur.

Millet-i Sadıka

1915 Ermeni katliamını en trajik kılan olgulardan biri de, Ermeni halkının Osmanlı’nın çöküş döneminde dahi sürdürdüğü “Osmanlı’ya bağlı kalma” ve “Türk halkıyla birlikte yaşama” konusundaki iyi niyeti ve kararlılığıdır. Daha 17. Yüzyılda Ermeni Patrikhanesinin aldığı bir kararla her Ermeni aile kendine bir “soyadı” seçtiğinde, seçilen soyadları 2 ilginç özelliği içeriyordu: Birincisi, bunların çoğu bir zanaata referansta bulunuyordu (Uncuyan, Demirciyan, Gümüşçüyan, Deveciyan..gib). İkinci özellik ise, görüleceği gibi bu isimlerin büyük çoğunluğu Türkçe idi!. Bugün sadece Türkiye Ermenilerinde değil, Arjantin’den Avusturalya’ya kadar dağılmış tüm Ermeni diasporasında kullanılan soyadları, Türkiye’de yaşadıkları lanete rağmen, hala bu Türkçe soyadlarıdır. Diaspora Ermenileri, katliam sonrası savruldukları uzak diyarlarda uzun yıllar aile içinde dahi Türkçe konuştular, yemekten giyime, örf ve adetlerden müziğe kadar Osmanlı coğrafyasında Türklerle paylaştıkları kültürel olguları yaşamaya ve yaşatmaya devam ettiler.

Osmanlı aydınları, devleti 19 yüzyıldan itibaren feodal köhnelikten kurtarıp modern bir yapıya kavuşturmak için mücadele verdikleri zaman, Ermeniler ( bu çabalara mesafeli duran Rum cemaatinin aksine) bu mücadeleye şevkle atıldılar. Balkan halklarının birer birer Osmanlı’dan kopma sürecine girdiği bir tarihsel dönemde, onların bu kararlılığı “Millet-i Sadıka” (sadık halk) olarak anılmalarına yol açtı. Abdülhamit istibdatına karşı savaşta ve 1908 meşrutiyet devriminde aktif rol aldılar. 1877 Osmanlı-Rus savaşında, Erzurum’da Ermeni gençler Türklerle omuz omuza Çarlık ordularına karşı şehri savundular. Balkan ve Çanakkale savaşlarında çok sayıda Ermeni genç, orduya gönüllü yazıldılar ve canlarını verdiler. 1915 katliamından sonra dahi bazı Ermenilerin Kurtuluş Savaşı’na destek verdiği ve madalya aldığı bilinmektedir.

Osmanlı döneminde doğan ve Cumhuriyet döneminde ölen Erzincan doğumlu Ermeni yazar Hagop Mintzuri, anılarında aktardığı şu küçük anekdotla, bu halet-i ruhiyeyi mükemmel anlatır. 1900’lerin başında İstanbul’da sokakta bir Osmanlı zabiti kendisine “Nerelisin evladım?” diye sorduğunda, Hagop şu cevabı verir:” 4.Ordudanım, kumandanım!” 4. Ordu, Hagop’un doğduğu Erzincan’da konuşlanmış askeri birimdir, ve 10 yaşındaki Ermeni çocuğu Hagop, kendini Erzincan’lı’dan önce Osmanlı ordusunun bir neferi olarak görmektedir!. Çok değil, 10 sene sonra Hagop Mintzuri’nin tüm ailesi Tehcir’de yok olacak, kendisi şans eseri kurtulacak, yaşadığı süre boyunca hayatta kalmış olmanın travmasını atlatamayacaktır.

Hepimiz kaybettik

1915 soykırımıyla Ermenilerin ne kaybettiği aşikardır ve iç parçalayıcıdır: 3000 yılı aşkın bir süredir üzerinde yaşadıkları toprağı, çalıştıkları atölyeleri, türküler yazdıkları dağları, ovaları, ırmakları, inşa ettikleri evleri, kilise ve manastırları, babalarının mezarlarını kaybettiler ve dünyanın dört bir yanına savruldular. Diaspora Ermenileri, bir yandan yaşamlarında Türklerle ve Kürtlerle birlikte ürettikleri veya onlardan aldıkları (ve içselleştirdikleri) kültürel unsurları yaşamakta; öte yandan bizzat bu unsurlar onlara geçmişte yaşadıkları vahşeti hatırlatmaktadır. Diaspora’nın halen yaşadığı travma budur ve bunu iyi anlamak gerekir.

Ermeni katliamıÖte yandan” bize ait bir vatan kazandık” palavralarının ötesinde, Türkler ve Kürtler de bu soykırımın ikinci kaybedenidir. Bir Anadolu şehrinde Tehcir başladığı zaman, şehrin Türk ileri gelenlerinden biri bu karara isyan etmiş ve şunu demiştir: ”Siz deli misiniz.? Hiç gâvursuz memleket olur mu?” Burada kast edilen, 500 yıldır Hristiyanlarla birlikte yaşamanın Anadolu’nun değişmez ve değişmemesi gereken temel gerçeği olmasına yapılan vurgudur.

“Gâvursuz memleket”in ne olduğunu 1923 sonrasında yaşadık, hala da yaşıyoruz. 1915 sonrasında uzun yıllar Anadolu kasabalarında un öğütecek, duvar yapacak, demir döğecek adam bulunamamış, sefalet yaşanmıştır. Okuma yazma oranı Türklere ve Kürtlere göre çok daha yüksek olan Ermenilerin (ve Rumların) yok olması, ülkeyi cehalete gömmüştür. Anadolu halkları ailesi, hünerli ve yetenekli bir kardeşini kaybetmiştir.

Ancak sorun “nitelikli işgücünün kaybedilmesi” gibi pragmatist ve enstrümantal bir bakış açısının çok ötesindedir. Elle tutulur bir Ermeni ve Rum halkının yokluğunda, İslamcı ve Türkçü şovenizmin önünde hiçbir engel kalmamış, gemi azıya almış faşist bir Türk şovenizmi ve İslami yobazlık, her türlü ilerici değeri kemirmiş, 90 yılda hızla güçlenerek Türkiye için hala sürmekte olan bir kabus haline gelmiştir. Tüm ilericiler açısından en büyük kayıp budur.

Ancak iyimser olmak için artık sebeplerimiz var. Türkiye, 35 yıllık 12 Eylül faşizminin ve 90 yılık resmi ideoloji karanlığının kapısını aralamaya başladı. Kürt sorunu ile yüzleşmeye başlayan Türkiye halkları, Ermeni soykırımını da her geçen gün daha cesurca konuşuyor. Sosyalistler ve tüm ilericiler omuz omuza verdiğimiz takdirde, başta Ermeniler olmak üzere tüm halkları harap eden bu trajediyi aşmayı başaracak, sevgili Ahparik’imiz Hırant’ın dediği gibi “Yüzbaşı Agop”u, “Rektör Yorgo”yu, “Bakan İzak”ı selamlayacağımız günleri hep birlikte yaşayacağız.


Konuyla ilişkili diğer makaleler