F. Alman Emperyalizminin Afrika Sevdası

F. Alman Emperyalizminin Afrika Sevdası

F. Alman Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi-CDU’nun genel başkan yardımcısı Armin Laschet, FAZ gazetesine yazdığı bir makalesinde, biraz da hayıflanarak, “Suriye’de Hıristiyanları katleden cihatçı grupları ‘muhalifler’ diyerek destekliyoruz, ama Mali’de aynı cihatçı grupları ‘terörist’ diye kovalıyoruz. Bu saçmalığa bir son vermek lazım” diye yazıyordu. Laschet’i böylesi bir yorumda bulunmaya iten, kuşkusuz aynı zamanda Almanya Katolik Konseyi’nin üyesi olması ve Suriye’deki şiddetin Hıristiyan dünyasında oluşturduğu tepkiydi. Laschet, “bu saçmalığı” eleştireyim derken, istemeden de olsa F. Alman emperyalizminin stratejilerini özetliyordu. Nitekim, bizzat Şansölye Merkel’in tartışmaya müdahalesinin ardından, Laschet ve benzeri kesimlerden gelen eleştiriler kesildi.

Suriye ve Ortadoğu’daki gelişmeler, AB sınırlarına dayanan mülteci kitleleri kamuoyunun tüm dikkatini üstlerine çektiklerinden, emperyalist güçlerin dünyanın diğer bölgelerindeki “aktiviteleri” gündeme pek gelmiyor. Halbuki her “aktivite” birbirleriyle doğrudan bağlantılıdır ve bu nedenle de, aynı zamanda emperyalist stratejilere ışık tuttuklarından, ayrı ayrı ele alınmalı ve irdelenmelidirler.

Emperyalist güçlerin özel ilgi gösterdikleri coğrafyalardan birisi, “bakir” pazarları, ucuz ve yedek işgücü “orduları” ve devasa hammadde kaynaklarıyla Afrika kıtasıdır. Yüzlerce yıl Avrupalı sömürgecilerin kanını emdikleri “Siyah Kıta”, bugün F. Alman emperyalizminin özel ilgi alanı hâline gelmiştir. İştah kabartan Afrika pazarları, F. Alman emperyalizminin genel stratejik yönelimini, yani AB çatısı altında hareket etmeyi nasıl şekillendirdiğini gösteren iyi bir örnektir. F. Almanya’nın diğer AB üyelerine dayatarak kabul ettirdiği “Ortak Güvenlik ve Savunma Politikaları” (GSVP) öncelikli olarak Afrika’yı temel hedef alanı olarak görmektedir. Şimdiye kadar gerçekleştirilen 32 GSVPoperasyonunun 18’inin Afrika’da yürütülmüş olması, bunu kanıtlamaktadır.

AB’nin Afrika politikalarına yakından baktığımızda, bu politikaların dört ana başlıkta yoğunlaştıklarını tespit edebiliriz: Birincisi, “AB Komşuluk Politikası” uygulama alanında bulunan Afrika ülkelerinin AB etki alanı içerisinde kontrol altına alınma çabalarıdır. İkincisi, birinci başlık çerçevesinde hammadde kaynakları ile ticaret ve nakliyat yollarının control altında tutulması; Üçüncüsü, emperyalist savaşlar ve kapitalist sömürünün yol açtığı ihtilafların tahammül ve kontrol edilebilir düzeyde tutulmaları ve nihâyetinde; Dördüncüsü, göç ve mülteci yollarının askerî yöntemlerle Avrupa sınırlarına ulaşmalarını engellemektir. Bu başlıkları tek tek ele alalım:

“AB Komşuluk Politikası” ve Kuzey Afrika

Batı Avrupalı emperyalist devletlerin AB’ni, F. Alman emperyalizminin öncülüğünde iktisadî ve siyasî yapılanmaları hâline getirerek, ABD emperyalizminin yanında ve ona rekabet hâlinde dünyanın yeniden paylaşımını organize ettiklerini daha önceki yazılarımızda açıklamıştık. AB, bu paylaşımdaki hedeflerine ulaşabilmek için, olabildiğince genişlemek, yani yayılmak zorundadır. Tam da bu amaçla ve AB’nin çeperindeki ülkeleri AB’nin iç pazarına dönüştürecek, ama her türlü karar mekanizmalarından uzak tutacak biçimde “yakınlaştırmak” için, “AB Komşuluk Politikası” geliştirilmiştir.

Kuzey Afrika ülkeleri “Komşuluk Politikasının” en önemli hedefleri arasında yer almaktadırlar. Her ne kadar 2011’de Tunus’ta başlayarak, diğer ülkelere yayılan kalkışmalar, Batı Avrupalı emperyalist devletlerin planlarının uygulanmasını kısmen geciktirmiş olsa da, bugün “Akdeniz Diyaloğu”, “Sivil Toplum Projeleri” gibi benzer programlar ve kredi ve hibe antlaşmalarıyla Kuzey Afrika ülkeleri – Mısır burada kısmen bir istisna oluşturmaktadır – AB’nin etki alanına sokulmuşlardır. NATO’nun “Akdeniz İşbirliği Programı” da bunu hızlandırmıştır.

AB, Akdeniz ve Kuzey Afrika’yı kapsayan politikalarını ABD emperyalizmi ile eşgüdümlü bir biçimde geliştirmekte ve etki alanını, Mali’de olduğu gibi, “komşunun komşusuna” genişletmeye çalışmaktadır. Bu yönelimi 2013 Ekim’inde “Güvenlik ve Savunma Politikası Raporunu” sunan AB dış ilişkiler sorumlusu Catherine Ashton şöyle açıklıyordu: “ABD’nin dikkatlerini Asya-Pasifik bölgesine yoğunlaştırması, jeostratejik gelişmelerin mantıkî sonucudur. Ancak bu, Avrupa’nın kendi güvenliği ve komşularınınki için daha fazla sorumluluk almak zorunda kalacağı anlamına da gelmektedir. (...) Birlik, güvenlik garantörü olarak komşuluk alanında – olanaklıysa partnerlerle birlikte, gerekli olduğunda tek başına – kararlı tavır koyma durumuna gelmek zorundadır, ki bu doğrudan müdahaleleri de içermektedir. Stratejik otonomi önce AB’nin komşuluk alanında maddeleşmek zorundadır.”

Aslında Ashton, AB’nin yıllardan beri uygulamakta olduğu pratiğe resmiyet kazandırıyordu. Gerek Libya’daki, gerekse de Mali’deki askerî operasyonlar “stratejik otonominin” nasıl “maddeleştirildiğini” gösteriyordu. Nitekim 13 Kasım 2015 Paris saldırılarından sonra Fransa’nın “AB Destek Maddesi” gereğince “anavatanı teröre karşı korumada destek” talep etmesiyle, AB’nin doğrudan müdahale politikaları bugün Afrika’da F. Alman ordusunun desteğiyle daha da yoğunlaştırılmaktadır.

AB’nin Enerji Güvenliği ve Hammadde Piyasaları

AskerGerek AB Komisyonu’nun, gerekse de AB üyesi ülke hükümetlerinin son yıllarda kamuoyu ile paylaştıkları tüm strateji belgelerinin değişmez gerekçesi: hammadde kıtlığının AB için “güvenlik tehdidi” olmasıdır. Elbette bu “yeni” üretilen bir gerekçe değil: Lizbon Stratejisi çerçevesinde 2000’den bu yana ve daha önceleri, 1990’larda yürütülen NATO tartışmaları çerçevesinde bu “tehdide” hep dikkat çekilmiş ve “AB dış politikası” ile “güvenlik ve savunma politikalarının” bu “tehdide” göre şekillendirilmesi gerektiği vurgulanmaktaydı. İstisnasız tüm strateji belgelerinde, “petrol ve doğal gaz nakliyatının kesintiye uğratılması, enerji masraflarının büyük ölçüde artması, ticaret ve nakliyat yollarında engellerin ortaya çıkması” AB’nin çıkarları için “yaşamsal tehdit3 anlamına geldiği ve “güvenlik ve savunma politikalarının” bu “tehdidi” bertaraf etmeye yönelik olmaları zorunluluğu belirtilmektedir.

Özellikle F. Alman emperyalizmi hammadde kaynaklarına engelsiz ulaşımın askerî araçlarla güvence altına alınmak istendiğini açıkça ifade etmektedir. F. Alman devletinin yüksek düzey temsilcileri, örneğin şu anki F. Cumhurbaşkanı ve azılı anti-komünist Joachim Gauck hemen her uluslararası toplantıyı, “ulusal çıkarlarımızın, bilhassa hammaddelere bağımlı olan bir yüksek teknoloji ülkesi olarak ekonomik çıkarlarımızın sınırlar ötesinde silahlı kuvvetlerimizin desteğiyle koruma zorunluluğu, dış politikamızın değişmez kuralıdır” biçimindeki açıklamaları yapmak için kullanmaktadır.

Emperyalizm artık içinde bulunduğumuz 21. Yüzyıl’da hedeflerini gizleme gereğini dahi görmemektedir. Kamuoyuna açıklanan belgelerden, örneğin Afrika’nın neden F. Alman sermayesinin hedefinde olduğunu okuyabiliyoruz. AB Komisyonu 2014 Mayıs’ında F. Alman hükümetinin önerisini dikkate alarak “Kritik Hammadde Listesini” yeniledi. Yeni listede, aralarında Krom, Magnesit, Magnezyum, Silisyum, Berilyum, İndiyum, Kobalt ve »ender toprak« olarak adlandırılan toplam 20 madde yer alıyor.

Satın alma gücü açısından son derece yoksul olan Afrika kıtası, Petrolden Urana, Kobalttan Platine ve Titana kadar F. Almanya ekonomisi için yaşamsal önem taşıyan hammaddeler açısında ise son derece zengin kaynaklara sahip. Bu nedenle Afrika’nın hammadde kaynakları üzerinde hayli sert rekabet çatışmaları yaşanıyor. Özellikle son yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti’nin emperyalist ülkelerinkinden tamamen farklı bir işbirliği stratejisi izlemesi, bu rekabet çatışmasını daha da sertleştiriyor. F. Almanya bu rekabette daha iyi bir konuma gelebilmek için Fransa ile olan işbirliğini derinleştiriyor. Fransa, ABD’nin de oluruyla ve F. Almanya’nın siyasî desteğiyle Libya ve Mali’de askerî müdahalelerde öncülük yaparken, F. Almanya hem Afrika’daki rejimlere iktisadî ve siyasî destek sağlıyor, hem de AB’nin diğer üye ülkelerine kendi çıkarına olan strateji programlarını dayatıyor. Örneğin AB’nin 2015 Aralık’ında “AB ve Afrika: Stratejik Partnerlik Yolunda” başlığı altında bir strateji belgesi kabul edildi. Buna göre, “barış ve güvenliği tesis etmek” kisvesi altında Afrika’daki despotik rejimlerin, “gerektiğinde AB askerî kriz müdahale güçlerinin yardımıyla” ayakta tutulmaları öngörülüyor.

F. Alman emperyalizmi bu stratejiyi 2003’den bu yana başarıyla uyguluyor, örneğin Afrika’nın en zengin hammadde kaynaklarına sahip olan Kongo’da: Başta F. Alman tekelleri olmak üzere bir dizi Avrupalı tekele maden işletme izni veren Joseph Kabila diktatörlüğü 2003’den bu yana doğrudan AB ordularınca korunuyor. Gerek 2006, gerekse de 2011 “seçimlerinde” AB askerlerinin koruması altında Kabila’nın iktidarına “seçim meşruiyeti” sağlandı. Dahası, AB Kabila diktatörlüğünün daha uzun süre ayakta kalabilmesi için, Kongo ordusunun “modernize edilmesini3 öngören EUSEC RD Congo ve paramilitarize edilmiş polis teşkilatını oluşturmak amacıyla da EUPOL RD Congo adlı programları yürürlüğe soktu. Bu programlar bugüne kadar devam etmekte ve F. Alman hükümetinin “Ekonomik Kalkınma Yardımı Bütçesi” tarafından da desteklenmektedir. Kongo için devasa harcamalar yapılmakta, ama buna karşı Kongo “Demokratik Cumhuriyetinden” maden işletmeleri, silah ihracatı, hammadde ticareti vs. üzerinden büyük kârlar sağlanmaktadır. BM’in desteklediği “Africa Progress Report 2013” bu kârların, Batılı ülkelerin Kongo için harcadıkları paraların “en az üç katı” olarak Avrupa’ya geri döndüğünü tespit ediyor.

Savaş ve Sömürü Sonuçlarını Uzakta Tutma Çabaları

Emperyalist devletlerin bu sömürü politikalarının Afrika’nın yoksul halkları üzerinde ne denli olumsuz etkide bulunduğunu ve bu politikaların nelere yol açtığını burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Her bilinçli devrimci, her komünist, savaş ve sömürünün sonuçlarını çok iyi bilmektedir. Burada sadece anımsatma babında bu asalak ve çürümüş emperyalist-kapitalist dünya düzeninde emperyalist güçlerin kendi yol açtıkları ve dünya halkları için felaketten başka hiç bir anlam taşımayan sonuçlarını nasıl kendi coğrafyalarından uzak tutmaya çalıştıklarını bir iki örnekle vermek istiyoruz.

F. Alman emperyalizminin bu noktada en fazla ustalaşmış ülke olduğunu vurgulayabiliriz. Bir örnek vermek gerekirse: F. Almanya, “Üçüncü Dünya ile dayanışma” amacıyla oluşturulan farklı toplumsal hareketlerin uzun yıllar F. Almanya’daki kamuoyunu etkilemesinin bir sonucu olarak, yoksul ülkelere “gelişme ve kalkınma yardımı” adı altında bütçeler oluşturmak zorunda kalmıştı. Elbette en başından itibaren bu “yardımlar” F. Alman sermayesinin lehine olan adımlar için kullanıldı, ama 1990 sonrasında federal bütçede yer alan bu kalemler giderek “AB yardımları” biçimine dönüştürüldü ve doğrudan emperyalist müdahaleler için kullanılmaya başlandı. F. Almanya AB’ne Lizbon Stratejisi temelinde bir “Avrupa Gelişme Fonu” kurulmasını dayattı. Yüzde yirmisini F. Almanya’nın karşıladığı fon içerisinde 2004’de “African Peace Facility” oluşturuldu. Tam bir burjuva iki yüzlülüğü: “barış” kavramı kullanılarak Afrika’daki egemen sınıflara krediler açıldı! 2004 – 2014 yılları arasında “Afrika Birliği”nin askerî operasyonları ve “Afrikalı Müdahale Güçleri”nin oluşturulması için 1,6 milyar Euro verildi. Tabii bu paralar Afrika’ya gitmeden Avrupalı silah tekellerinin kasasına aktı; faizlerini ise hâlâ yoksul halklar ödüyor!

F. Alman emperyalizmi AB programları üzerinden Afrika ülkelerinde neoliberal politikaların uygulanmasını, açıkça söylemek gerekirse, ABD’nden çok daha usta biçimde sağlayabilmektedir – hem de “yoksulluğa ve organize suçlara karşı, barış ve refah için mücadele” kisvesi altında. AB “yardım” programlarının en önemli emaresi, “yardım” alan ülkelerin uluslararası tahkim mahkemelerini, “serbest” ticaret bölgelerini oluşturmayı, piyasalara girişi engelleyen veya zorlaştıran ulusal yasaları kaldırmayı, “istihdam” piyasasını esnekleştirmeyi, kamu teşekküllerini – özellikle madenleri – özelleştirmeyi, ürün ve sermaye trafiği önündeki gümrük engellerini kaldırmayı vb. bir dizi neoliberal dayatmayı antlaşmalarla kabul etmek zorunda bırakılmalarıdır.

Bunun karşılığında ise diktatörlükler ve despot rejimler ayakta tutulmakta, orduları ve paramiliter güçleri silahlandırılmakta, bunlara “ayaklandırmaları bastırma” yetenekleri verilmekte ve “Ortak Askerî Manevralar” adı altında rejimlerin baskı aparatları güçlendirilmektedir. Böylelikle dayatılan neoliberal politikaların yol açtığı toplumsal ihtilafların direnişe dönüşmesi veya oluşan toplumsal huzursuzluğun egemen iktidar ve mülkiyet ilişkilerini tehdit etmesi engellenmek istenmektedir. Bu özellikle Avrupalı emperyalist devletlerin çıkarlarının etkileneceği bölgeler için geçerlidir.

Emperyalist sömürünün yol açtığı ihtilafların kontrol altında tutulma çabalarının en iyi örneklerinden birisi, “korsanlıkla mücadele” adı altında Somali sahillerinde yürütülen ATALANTA deniz operasyonudur. 1980 sonrası uygulanan IMF programlarıyla yoksullaştırılan Somali’nin 1990’lar sonunda “çözülmekte olan devlet” konumuna gelmesi ve AB üyesi ülkelerin balıkçı filolarının Somali kıyılarındaki balık kaynaklarını tüketmeleri sonucunda işsiz ve aşsız kalan Somalili balıkçıların korsanlığa başlamaları, bu bölgeden geçen petrol tankerlerini tehdit etmesi sonucunda 2008’den itibaren AB savaş gemileri bu bölgeye konuşlandırıldı. ATALANTA misyonunun temel görevi uluslararası nakliyat yollarını korumak ve “korsan sorununu” kontrol edilebilecek seviyede tutmaktır. Aynı şekilde F. Alman deniz kuvvetlerinin 2004’den bu yana Batı Afrika kıyılarında yürüttükleri operasyonlar da benzer hedefi güdüyor. “Fildişi sahillerinden Kongo’ya kadar” olan bölgede ve Doğu Afrika sahillerinde nakliyat yolları “güvence” altına alınıyor ve işbirlikçi despotik rejimler korunuyor. Korunmakta zorundalar, çünkü bunların temel görevi, uluslararası tekellerin ve sermayenin çıkarlarını tehdit edebilecek kalkışmaları engellemek ve ihtilafları AB’den uzak tutmaktır.

Göçü Engelleme Mekanizmaları

AB’nin Afrika politikalarının en önemli ayaklarından birisi, yoksulların Avrupa’ya göç etmelerini engellemek üzerine kurulmuştur. AB 2000 yılından bu yana mütemadiyen etrafına görünmez duvarlar örmekte, “sınır koruması” için FRONTEX programını genişletmekte ve AB sınırlarının ötesinde “göçü engelleme mekanizmaları” inşa etmektedir. Bu mekanizmalardan birisi, “dostane komşu ülkelere”, göçmen ve mülteci kitlelerinin henüz AB sınırlarına ulaşmadan engellenebilmeleri için gerekli olan askerî, siyasî ve maddî desteği sağlamaktır, ki en yakın örneği AB ve AKP rejimi arasında varılan “mülteci uzlaşısıdır”. Afrika ülkeleri için uygulamaya sokulmuş olan en önemli AB programları ise EUTM Mali, EUBAM Libya ve EUCAP Sahel Niger programlarıdır. Bunlarla bu bölgedeki rejimlerin askerî ve polis teşkilatların eğitilmekte ve gerekli teçhizat ve silahlarla donatılmaktadırlar.

Ancak son yıllarda alınan bu “tedbirler” de yeterli olamadığından, AB doğrudan müdahale etmek zorunda kalmıştır. Başta F. Almanya olmak üzere, çeşitli AB üyesi ülkelerin askerî birliklerinden oluşturulan deniz kuvvetleri ile Akdeniz ve Kuzeybatı Afrika sahillerinde operasyonlar yürütülmektedir. Örneğin AB Komisyonu 22 Haziran 2015 tarihinde başlattığı EUNAVFOR Med operasyonuyla, “batmakta olan mülteci teknelerine insani yardım” kisvesi altında mülteci teknesi avına çıkmaktadır. Operasyonun hedefi “tekneleri durdurmak, aramak, el koymak ve geri göndermek“ olarak açıklanmış olsa da, “gerekli görüldüğünde teknelerin kullanılmaz hâle getirilmesi” ve “önleyici tedbir olarak teknelerin denize açılmadan imha edilmesi”, yani BM Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın Libya gibi Kuzey Afrika ülkelerinin topraklarında askerî operasyonların gerçekleştirilmesi öngörülmektedir.

F. Alman emperyalizmi için bu politikaların bir başka hedefi de, F. Almanya’da geleneksel olarak yaygın olan savaş karşıtlığını değiştirmek ve yayılmacı politikalara toplumsal rıza sağlayabilmektedir. Sağ popülist ve ırkçı siyasî formasyonların sokakta oluşturdukları baskı bu çerçevede kullanılmakta, yaygın burjuva basınında “illegal göç ile mücadele” teması işlenerek, kamuoyu görüşü bu yönde manipüle edilmektedir.

Kısacası, F. Alman emperyalizminin Afrika sevdası boşuna değildir: Batı Avrupalı emperyalist güçlerin en gerici ve en saldırgan öncüsü, AB’nin Afrika politikaları üzerinden askerî-sınai kompleksi başta olmak üzere, tekellerine yeni pazarlar yaratmakta, militaristleşmeye gerekçeler hazırlamakta, öncü konumu güçlendirmekte ve uluslararası siyasetteki etkinliğini geliştirmeye çalışmaktadır. Ve bir kez daha: “Ölüm, Almanyalı bir ustadır” sözünü kanıtlamaktadır.


Konuyla ilişkili diğer makaleler