Halkların kardeşliği için, Ergene’den Dicle’ye bir köprü kuralım

Halkların kardeşliği için, Ergene’den Dicle’ye bir köprü kuralım

Büyük şair Nazım Hikmet’in deyimiyle, “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.”

Yeryüzünde güzelliğine çok az rastlanır bu güzelim memleketin. Dört iklimi bir arada yaşayan, dağlarından denizlerine, ovalarından yaylalarına, tarihinden kültürüne, halkların çok çeşitliliğinden, insanlarının rengarenkliliğine kadar sonsuz bir zenginliğe sahiptir. Bağrında yaşattığı halklara bitmez tükenmez sınırsız bir bereket sunmaktadır. Tarihte böyle bir ‘şans’ çok az konar, başka halkların başına!

Gelgelelim, bu “bereketli topraklar üzerinde” yaşayan 72 milyonluk halklarımızın gerçekliğine, “Memleketimizdeki insan manzaraları”na bir göz atalım: 6-8 Ekim 2014, Kobanê eylemlerinden bugüne 3.000 kişi gözaltına alındı, 1000 kişi tutuklandı, 5’i çocuk toplam 7 kişi katledildi. Milyonlarca insanımız açlık sınırının altında yaşıyor. Fabrikalarda ve işyerlerinde asgari ücretle çalışan milyonlarca işçinin iş güvenliği, patronların iki dudağının arasında. Bankaların tüketim kredilerine borçlandırılmış ve ekmeğe muhtaç duruma düşürülmüş milyonlarca insan. Uyuşturucunun ve fuhuşun karanlık dünyasına sürüklenmiş körpecik gençler. İnsanca yaşamak için mücadele etmek yerine beterin beterine düşmediklerine ve ölmediklerine “şükredenler”. Okuma aşkı, mücadele ruhu, yaşama umudunu yitirenlerin içinde yaşadığı bir “cehennem”e dönüştürüldü, “cennet” misali bu güzelim memleket.

Umut yok mu, bu “cehennem”i “cennet”e çevirmek için? Umudun ve direncin büyük şairi Ahmet Arif der ki, “Umut, acıdan ve işkenceden doğar.” Umut, halklardadır. Umut, üretimi ellerinde tutan ve kölelik “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” işçi sınıfımızdadır. Umut, özgürlüğü için direnen Kürt halkımızdadır. Denizde balık, toprakta karınca ve gökte yıldızlar kadar çok olanlar ortak bir irade etrafında kenetlendiklerinde ve “güneşli bir dünya”ya doğru yürüdüklerinde aşmayacakları engeli, yıkmayacakları barikatı tarih henüz kaydetmemiştir.

Toprak Ana, ‘yavrularına’ zalimlerin zulmüne karşı direnmeyi, “insanın insana kulluğuna” son vermeyi öğütlüyor. Elbette direnmek! Ama nasıl?

İçinde yaşadığımız sosyal yaşama nitelik ve biçim veren kapitaldir (sermaye, para). Devletin gücü, yasaları, eğitimöğretim, hukuk kuralları ve işleyişi kapital tarafından belirlenmektedir. Bir avuç kadar az olan kapitalistler, üretim araçlarını ellerinde tutukları için, üretim yapan işçilerin yarattığı değerlere çok düşük bir ücret karşılığında el koyarak sermayelerini artırmaktadırlar. Bugün fabrikalarda çalışan her işçi bu gerçeği rahatlıkla görebilir. Sömürü, meşrulaştırılmış ve yasalar tarafından güvence altına alınmıştır. “Adalet, mülkün temelidir.” sözünün altındaki gizli gerçek şudur: Devletin adaleti, kapitalist topluma biçim veren özel mülkiyetin bekçisidir, sömürüyü kutsallaştırır ve korur, kapitalizmin temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisini gizler. Burada ahlaki değerler bile farklıdır. Patrona göre fabrikasında çalışan bir işçinin kendisine biat etmesi, çok çalışması, kanunlara ve yöneticilerine saygılı olması, haklarına ve çalışma koşullarına razı olması ahlaklı bir işçi olarak görülür. Kapitalizmin temel çelişkilerini gören ve sınıf mücadelesinin bilincinde olan devrimci bir işçinin ahlak anlayışı ise, patronun ahlak anlayışıyla tamamen zıttır. İşçilerin emeklerinin karşılığını almalarının gerektiğini bilir. Bu uğurda mücadele eder. İşçi kardeşleriyle birlikte hareket eder. Sömürüye, eşitsizliğe ve insanlığı yıkıma götüren savaşlara karşı çıkar. Örgütlenmenin zorunlu olduğunu görerek işçi sınıfına ve toplumun bütün emekçi ve ezilen kesimlerine öncülük yapabilecek tek güç olan “işçi sınıfının partisinin” öncülüğünde örgütlenir.

28-29 Ocak 1921’de burjuvazi tarafından Karadeniz’in Sürmene açıklarında 14 yoldaşıyla birlikte alçakça katledilen Türkiye Komünist Partisi (TKP)’nin kurucusu Mustafa Suphi diyordu ki, “Ne hapis, ne zindan, ne kan, ne ateş halkı durduramaz. Ulusal kurtuluş ve demokrasi hareketini durduramaz.”

Bunun için ne yapmalı? Her şeyden önce bilinçlenmelidir. Bilinçlenme iki yoldan gerçekleşir. Bir: Okuyarak. İki: Yaşayarak. İnsan, üretim yapmasıyla gelişen ve bilinçlenen toplumsal bir varlıktır. Ne sadece okuyarak öğrenilebilir, ne de sadece yaşayarak. Bazı bilgiler okumakla ve bazıları da ancak yaşanınca öğrenilebilir.

Devrimci öğrenci gençlik mücadelesini işçi sınıfının mücadelesiyle buluşturmaya çalışan üniversiteli gençliğin önderlerinden Harun Karadeniz’in de vurguladığı gibi, “Eğitim, üretim içindir.” Devrimciler ve komünistler, eğitime ve ahlaka büyük önem verirler. Sosyalizm, en iyi eğitimi ve ahlakı yaratan bir toplumdur.

Sosyalizme varmak için emekçiler arasındaki birliğin sağlanması ve dayanışmanın gelişmesi çok önemlidir. Demokrasi ve sosyalizm için Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Ermeni, Rum, Arap ve diğer halklardan on binlerce devrimci şehit düştü. Bugün sürdürdüğümüz mücadelede, şehitlerimizin anıları rehber olmaktadır. Demokrasi ve sosyalizm mücadelesini Türkiye ve Kürdistan’ın her karış toprağına yaymalıyız. Ergene’den Dicle’ye, Maçka’dan Çukurova’ya kadar bütün emekçileri, yurtseverleri ve komünistleri halkların kardeşliğinde birleştiren bir köprü inşa etmeliyiz.

Bu tarihi görevi, hep birlikte başaracağız! Nasıl mı? Yırcalı’da 6 bin zeytin ağacı kesilen Ana’nın, Ermenek Maden ocağında oğlunu yitiren Baba’nın yanında olmakla, çevre kirliliğine karşı yürüyen köylülerin içinde yürümekle, işten çıkarılan fabrikanın önünde direnen işçinin yanında durmakla, greve çıkan işçilerle dayanışmakla, Çukurova’nın kavurucu sıcaklığında çalışan tarım işçileriyle ekmeği, taziye çadırlarına uğrayarak acıyı paylaşmakla, gecekondu semtlerine uğramakla ve evlatları devlet eliyle, desteğiyle katledilen hakların kardeşliğinde ‘eşit’ bir kardeş olarak yer almak isteyen ve bu uğurda ‘kelle koltukta’ yürüyen Kürt analarımızla omuz omuza durmakla...

Şu anda büyük gövdesi ve dev yüreğiyle hasta döşeğinde yaşama mücadelesi veren edebiyatımızın ulu çınarı, “İnce Memed”in yazarı, dünyaca tanınan büyük romancımız Yaşar Kemal’in deyimiyle, “Demirin tuncuna, insanın piçine” kalmayalım.

Özgürlüğe susamış, direngen ve esmer yüzlü Kürt insanına, “zeki, hamsiyi ve konuşmayı çok seven” berrak gözlü Karadeniz’in, yeşil gözlü, saman sarısı uzun saçlı Trakya’nın kızlarına, delikanlılarına, sıcakkanlı Arap insanlarına, soykırımlara uğratılmış bu topraklarda birer onur abidesi olarak yer alan Rum, Ermeni ve ‘nesli tüketilmek istenen’ diğer halklarımızın yürekli insanlarına büyük iş düşüyor, coğrafyamızın rengini kızıldan yana değiştirmek için.


Konuyla ilişkili diğer makaleler