İnanç ve Şüphecilik

İnanç ve Şüphecilik

Yaygın inanca göre günümüz herkesin her türlü bilgiye hemen ulaşabildiği bir bilişim ve enformasyon çağı. Sahiden de otuz, belki de yirmi yıl öncesine nazaran istenilen bilgiye anında ulaşmak mümkün – istemeden bile. Hatta öylesine bir bilgi bombardımanı altındayız ki, yayınlananları seçmek ve ayrıştırmak neredeyse olanaksız hâle geldi. Bununla birlikte basılı medyanın bilinen zorlukları ve internetin sınırsız olanakları kitlesel okuma yorgunluğuna da yol açmakta. “Sosyal medya” olarak adlandırılan dijital medya sayesinde insanların büyük bir çoğunluğu salt “fotoğraf + video + kısa metin kombinasyonu” ile dünyadan “haberdar” oluyor.

Bu durumun propaganda ve demagoji aracılığıyla egemen sınıflar için toplumsal rıza üretimini kolaylaştırdığını söylemek pek yanlış olmayacaktır. İnsanların ellerindeki akıllı telefonlar ile gönüllü olarak bilgi bombardımanı altına girmelerinin ve aldıkları bilgileri sorgulamadan “tek doğru” olarak kabullenmelerinin düşünme tembelliğine yol açtığı da yanlış değil. O nedenle komplo teorileri, bilinçli olarak medyaya sızdırılan haberler ve gerçek resmin sadece bir detayını vererek yanlış algı yaratan fotoğraf ve filmler çıkar amaçlı kurgunun “gerçek” olduğu inancını toplumsal hafızaya yerleştirebilmektedir.

Böylesi bir ortamda yaygınlaşan kör inancın ilacı şüphecilik olabilir. Şüphecilik ve sorgulama aydınlanmanın ve gerçek resme ulaşmanın ilk adımıdır, ancak tek başına yeterli değildir. Bilhassa içinde bulunduğumuz bilişim ve enformasyon çağında salt “bilgi tüketicisi” olmak yerine, medya kullanma yetisine sahip olunması, düşünmek, sorgulamak ve insanın kendi yanıtlarını araması gerekmektedir.

Söylemek istediğimizi bir örnekle açıklamaya çalışalım: Bilindiği gibi savaşlar sonuçlarının toplamından fazlasıdır ve Ukrayna’da olduğu gibi, sadece fotoğraflar ve filmlerle açıklanamazlar. Örneğin “Buça’da katledilen siviller” haberlerini ele alalım. Batı ve işbirlikçisi Selensky rejimi Rusya’nın sivilleri katlettiğini, Rusya yönetimi ise bunun bir mizansen olduğunu iddia ediyorlar.

Öncelikle sivillerin katledilmesi – ki Türkiye kamuoyu Cumhuriyetin kuruluşundan önce ve sonrasında katliam ve soykırımlara defalarca tanık olmuştur – insanlığa karşı işlenmiş suçtur ve cezalandırılmayı hak etmektedir. Bunun içinse suçun tespiti, yani nerede ne zaman ne nasıl, neden ve kim tarafından yapıldı sorularının yanıtlanması zorunludur. Ancak savaş alanlarında bu sorulara hakkıyla yanıt aramak neredeyse olanaksızdır.

İşte tam bu noktada özgür medyaya önemli görevler düşmektedir. Hükümetlerin, savaş aygıtı NATO’nun, hükümetler tarafından finanse edilen kuruluşların ve asli görevleri askeri-sınai komplekslerin lobiciliğini yapmak olan sözüm ona “uzmanların” açıklamaları, dijital ortamda yayınlanan kaynağı belirsiz fotoğraf ve filmler özgür medyada sorgulanmaksızın ve teyit edilmeksizin verilmemelidir. Aksi takdirde propaganda ve demagojinin aracı hâline gelinir. Özgür medyayı yaygın burjuva medyasından ayıran temel fark gazeteciliğin temel kural ve ilkelerine uyulması, insanların ezici çoğunluğunu oluşturan mazlum ve mağdurların tarafında olunmasıdır.

Benzer sorumluluğu okurlardan da beklemeliyiz. Okur, aynı görüşleri paylaşsa dahi, soru işaretlerinin karşısına ünlem işaretlerini kendisi koymalı, kendi yanıtlarını oluşturmak için düşünmeli, sorgulamalı ve eleştirmelidir. Özgür medyanın bir diğer önemli farkı, eleştiri ve özeleştiri mekanizmasının tutarlı bir biçimde çalıştırılıyor, en azından çalıştırılması deneniyor olmasıdır.

Tarih bize emperyalist yayılmacılığın ve kapitalist sömürünün en önemli silahlarından birisinin yalan söylemek olduğunu yeterince gösterdi. Yalan ve demagojileri ifşa etmek, neyin kimin çıkarını kollamak için söylendiğini araştırmak ve gerçek resmin görünmesini sağlamak özgür medyanın ve okurlarının sorumluluğundadır. Her ne kadar bilgi bombardımanın çıkardığı yoğun toz ve duman bulutunun arasında bunu yapmak hayli güç olsa da. Buna rağmen Marx’ın önermesini unutmayalım: “De omnibus dubitandum”, yani her şeyden şüphe etmek gerekir!