Neden Yerimizde Sayıyoruz?

Neden Yerimizde Sayıyoruz?

1979-80 öğretim yılında, lisede okuduğumuz okulda komiteye seçilmiş, hızlıca okul içinde örgütlenme etkinlikleri gerçekleştirmiş, Kasım 1979’da okulumuz öğrencilerinden bir arkadaşımız, trafik polisinin aracının neden olduğu bir trafik kazasında öldüğü için, sorumsuz polisin bu tutumunu protesto etmek için okulda protesto etkinliği düzenlemiş, formda yaptığım konuşmanın arkasından, bir gün önceden hazırladığımız bildiriyi dağıttığımız esnada, okulun dışından kapıya yönelen polisin müdahalesi ile karşılaşmış, çıkan çatışmada 2 polisin yaralanmasıyla sonuçlanan olaylar yaşamıştık. Yaşım henüz 14’dü ve polis bu olay nedeniyle bana işkence yapmış ama doğrudan çatışma ile ilgili bulunmadığım için mahkemede serbest kalmıştım. O yıl içinde bulunduğumuz siyasi grubun öne çıkan liselileri arasında yer almıştık. Bana öğüt vermek isteyen, yıllar sonra yakın arkadaşım olan yurt öğretmenim, “Polis adamı çabuk meşhur eder!” demişti. Öyle de oldu.

30 Mart 1980 Pazar günü, 30 Mart 1972 yılında, Mahir Çayan ve 10 arkadaşı tarafından Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamını engellemek için NATO’nun Ünye Radar Üssü’nde görevli 3 teknisyeni kaçırdıktan sonra, Ertuğrul Kürkçü’nün sağ olarak kurtulduğu, Mahir Çayan’ın önderlik ettiği Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) üyesi Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz ve Ahmet Atasoy ile Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) üyesi Cihan Alptekin, Ömer Ayna’dan oluşan 10 kişinin öldürüldüğü, Niksar’ın Kızıldere köyü olaylarını anma etkinliği gerçekleştireceğimizden, buna dair yazılama çalışması yapıyorduk.

28 Mart 1980 Cuma akşamı, yaşadığımız şehrin merkezindeki yazılama işini üstlenmiştik. 29 Mart cumartesi günü akşamı da yazılama işine devam edecektik. Daha önce herhangi bir güvenlik önlemi almadan yaptığımız bu yazılama çalışmasında, o akşam bir arkadaş, yanında getirdiği tabancasıyla katılmıştı. Tabancayı bulunduğumuz evde bıraktığı yerden bir arkadaşımız almış, oynuyordu. Ben de kullanmayı bilmediği bir tabancayla oynamaması gerektiği için, elinden aldım ve yatağın yastığı altına koydum. O sırada yazılamaya çıkmak üzereydik ve son hazırlıklarımızı yapıyorduk. Ben tuvalet ihtiyacımı görmek için tuvalete gittiğim bir anda, İtalyan Baretta diye bildiğimiz tabancayı getiren arkadaş, diğer arkadaşın oynarken çıkardığı mermileri, tabancanın şarjörüne yerleştirip tabancaya taktığı bir anda, tabancanın emniyetine dikkat etmeden, horozunu indirirken, o sırada yatağın üzerinde unuttuğu sol eline gelecek şekilde, tabancayı patlattı. Donumu henüz yeni indirmiştim ki, dışarıdan gelen ses her nedense zayıf çıktığı için, tabancanın patladığını bana seslenen arkadaşa, “Sakin olun, dışarıya ses çok çıkmadı!” demem karşısında, bana seslenen arkadaş, “A, tabancayı eline patlattı!” der demez, ben hemen tuvaletten çıkıp baktığımda, yanında tabanca ile gelip de bizim güvenliğimizi alacak olan arkadaşın tabancayı yatağın üzerinde yatağın üzerindeki yastığa yakın bir mesafede eline tek el patlattığını, tabancayı yere atıp, yaralanmış olan sol elini sıkarak, acıdan kıvrandığını gördüm. Odanın içi kan olmuştu. Telaşa kapılmıştık. Yaşım henüz 15 idi.

İki arkadaş, yaralanmış olan arkadaşı hastaneye götürmüştü. Ben de evi temizledim ve tabancayı saklamak için harekete geçtim. O gece yazılama yapamamıştık. Ertesi gün 30 Mart 1980 Pazar günü idi ve arkadaşlarım beni omuzlarına alarak, 2 ayrı yerde kalabalığın ortasında lastik yakarak düzenlediğimiz korsan miting gösterisinde konuşma yaptım. Küba Devrimine katılan ve daha sonra kendisine verilen unvanları ve imtiyazları terk ederek Bolivya’da mücadelesini sürdürürken öldürülen Ernesto Che Guevara’nın sözü olarak bilinen, “Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa, ve silahlarımız elden ele geçecekse, ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi safa geldi.” sözlerini de alıntılayarak, 30 Mart 1972’de meydana gelen olaylara dair bilgiler verdim ve mücadelemizin devam edeceğini dillendirdim.

Bir gün önce meydana gelen olayları arkadaşlarımızla paylaştık ama üzerinde duran olmadı. Biz yine aynı evimizde konaklamamıza devam ettik. Hatta ben pazartesi günü bir başka lisede, o lisenin ajitasyon işini üstlenen bir başka arkadaşımız da bizim lisede düzenlenecek forumda konuşma yapacaktı.

Pazar gecesi evimizi polis bastı ve ev arkadaşlarımız ile yazılama çalışmasına katılan arkadaşlarımızı topladı. Hastaneye gönderdiğimiz ve polisin sorması halinde kendisini sokakta vurduklarına dair beyanda bulunmasını istediğimiz arkadaşımızın cebinden slogan listesi çıkınca ve tabancanın yakın mesafeden atış ile yaralanma olayının olduğu bilgisi üzerine, siyasi polisin sorgusunda çözülmüş ve olayı olduğu gibi anlatmıştı. Meğer elini kurşunun delip geçen arkadaşımızın eline, Mandıra Filozofu filmindeki gibi idrarımızı yapsaydık ve elini sarmış olsaydık, böyle bir polis sorunu yaşamayacaktık. Tecrübesizlik.

Yaşım henüz 15 ve polisin nasıl işkence yaptığını yaşadığım bu ikinci vaka sonunda, örgüt üyeliği ve tabanca bulundurmaktan 3 arkadaş birlikte tutuklanmış, 79 gün tutukluluğun ardından, Ağır Ceza Mahkemesinde yapılan yargılama sonunda örgüt üyeliğinden beraat etmiş isek de, tabanca bulundurmaktan dolayı 6136 sayılı Kanuna muhalefet etmekten dolayı ayrı ayrı hapis cezası almıştık. Nezaretlerde ne kadar kaldığımın sayısını hiç bilmiyorum ama hayatımın ilk cezası bu olmuştu ve bu nedenle verilen 6 ay 10 gün gibi bir hapis cezasını 111 gün tutuklu ve hükümlü olarak fiilen hapis yatarak infaz ettim. Devamında birkaç kez daha cezaevine girip çıkacaktım.

Ertuğrul Kürkçü

Henüz 15 yaşımda iken bana öğretilen ezberimden ajitasyonumu hatırlıyorum ve bugün konuşulan aynı ajitatif sözleri dinliyorum. Bugün de, 30 Mart 1972’den bu yana tam 50 yıl aradan geçti ve aynı ajitatif sözleri ediyoruz. Ne değişti? Hatta olayı öylesine tek taraflı yansıtıyoruz ki, olayda sağ kalan Ertuğrul Kürkçü’yü yok sayarak, sadece ölenler üzerinden duygularımızı ifade ediyoruz. Süreçte bizlere 18 Ekim 1970'te Türkiye Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu (DEV – GENÇ) Genel Başkanlığı'na seçilen Ertuğrul Kürkçü’nün neden bu olayda ölmediği, ölmemiş ise “hain” olabileceği gibi algılar üzerinden dahi propaganda yapıldığını hatırlıyorum.

Herkesin artık ulaşabileceği şekilde bizlere bilgi veren Özgür Ansiklopedi Vikipedi’den alıntı yaparak, Ertuğrul Kürkçü hakkında bilgi tazelemekte yarar görüyorum. 30 Mart 1972’den sonra Kürkçü sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı, ölüm cezasına mahkûm edildi, 1974'te çıkarılan genel Af Yasası ile cezası 30 yıla çevrildi; 14 yılını Türkiye’nin çeşitli cezaevlerinde geçirdi. 1986'da yapılan infaz yasası değişikliğiyle serbest bırakıldı.

Ertuğrul Kürkçü, 1996'da ÖDP'nin kurucuları ve Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurulu üyeleri arasında yer aldı. Siyasi etkinliğini Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nde (ÖDP) sürdürdü. ÖDP'deki ayrışmaların ardından oluşumuna katıldığı Sosyalist Emek Hareketi Parti Girişimi'nin (SEH) Sosyalist Cumhuriyet Kolektifi (SCK) ve Sosyalist Demokrasi Kolektifi'yle (SDK) birlikte, 27-28 Mart 2010'da gerçekleştirdiği konferansta oluşturulan Sosyalist Gelecek Parti Hareketi'nin (SGPH) eş sözcüsüydü. Kürkçü, 2013'te SGPH, Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP), Sosyalist Parti (SP) ve Sosyalist Birlik Hareketi'nin (SBH), bağımsız sosyalistlerle birlikte 2013'te oluşturdukları Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi'nin (SYKP) fahri üyesi, 2018'de de fahri Parti Meclisi üyesi oldu.

“Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku”nun bir toplumsal ve demokratik mücadele birliğine dönüşmesi ve seçimlerde birliği bir ortak partiyle temsil etmesini amaçlayan, Halkların Demokratik Kongresi'nin (HDK), 15-16 Ekim 2011'de Ankara'da, Türkiye'nin 21 bölgesinden gelen bini aşkın delegeyle düzenlediği kongrenin açılış konuşmasını yapan Kürkçü, Halkların Demokratik Kongresi'nin Genel Meclis Divan üyeliğine ve o dönem sözcülüğüne getirildi. Ertuğrul Kürkçü 12 Haziran 2011 tarihinde yapılan 24. dönem milletvekili genel seçimlerinde, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ile 13 sosyalist parti ve hareketin oluşturduğu “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku” tarafından Mersin'den bağımsız milletvekili adayı gösterildi ve 92 bin 322 oy alarak seçilerek, 24. dönem Mersin milletvekili olarak TBMM'ye girdi.

Kürkçü, Ekim 2013'te diğer üç BDP-Blok İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel, Sırrı Süreyya Önder ve Levent Tüzel ile birlikte Halkların Demokratik Kongresi'nin mücadelesini politik alana taşımak üzere kurulan Halkların Demokratik Partisi'ne (HDP) katılmak için BDP'den istifa etti. Kürkçü'nün TBMM komisyonlarıyla AKPM'deki görevleri de TBMM içtüzüğüne göre HDP'nin bir grup oluşturacak sayıda milletvekili bulunmadığı için sona erdi.

Ertuğrul Kürkçü 27 Ekim 2013'te toplanan 1. Olağanüstü Kongre'de Sebahat Tuncel ile Birlikte HDP Eş Başkanlığına seçildi. Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel eş başkanlık görevlerini 22 Haziran 2014'te toplanan HDP 2. Olağanüstü Kongresi'nde Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ'a devrettiler; Kürkçü HDP Tüzüğü'ne eklenen bir madde ile HDP'nin "Onursal Genel Başkanlığı"na getirildi; Kürkçü bu sıfatla HDP Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurullarının daimi üyesi oldu.

Kürkçü 6 Temmuz 2014'teki HDK Genel Kurulu'nda Sebahat Tuncel ile birlikte HDK eş sözcülüğü görevini üstlendi. Kürkçü, 7 Haziran 2015 milletvekili genel seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi (HDP) adayı olarak İzmir 1. Bölge'den yeniden seçilerek milletvekili oldu. TBMM'nin hükûmet kuramaması üzerine tekrarlanan seçimler sonucunda gidilen 1 Kasım 2015 milletvekili genel seçimlerinde de bir kez daha HDP adayı olarak İzmir 1. Bölge'den seçildi ve TBMM'ye girdi.

24. dönemde, Ekim 2013'e değin TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu ile bu komisyonun Cezaevleri, Şiddetten Kaynaklanan Yaşam Hakkı İhlalleri, Kadına Karşı Şiddet ve Uludere Katliamını inceleyen alt komisyonlarında ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) Türk delegasyonu ve AKPM Birleşik Sol Grubu içinde BDP-Blok Grubunun tek üyesi olan Kürkçü, Ekim 2014'ten başlayarak TBMM Avrupa Birliği Uyum Komisyonu ve Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu (KPK) ile Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal işler Komisyonlarında HDP Meclis Grubu'nu temsil etti. Kürkçü, 25. ve 26. dönemlerde de HDP İzmir milletvekili olarak TBMM Çevre Komisyonu ile Plan ve Bütçe Komisyonu'nda yer aldı. AKPM'de Türk delegasyonu üyesi olarak Birleşik Avrupa Solu Grubunda da yer aldı ve görev döneminin sonuna kadar Sosyal İşler, Sağlık ve Sürdürülebilir Kalkınma Komitesi Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Sebahat Tuncel'in 17 Ocak 2015'te Ankara'da toplanan HDK Genel Kurulu'nda görevi bırakmasının ardından Gülistan Koçyiğit ile birlikte yeniden HDK Eş Sözcülüğüne seçildi. Kürkçü bu görevini 14 Kasım 2016'da, Prof. Onur Hamzaoğlu'na devretti.

Ertuğrul Kürkçü, HDP tüzüğünün seçimle gelinen görevlerde iki dönemden fazla yer alınamayacağı ilkesi uyarınca 24 Haziran 2018 seçimlerinde milletvekilliğine aday olmadı. HDP onursal başkanı sıfatıyla Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurulu üyeliklerinde bulundu. Kürkçü'ye milletvekilliğinin sona ermesinin ardından üyesi olduğu AKPM Birleşik Avrupa Solu Grubunun önerisiyle AKPM onursal üyeliği unvanı verildi.

Ertuğrul Kürkçü, Mayıs 2020'de kuruluş halindeki İlerici Enternasyonal'in Danışma Kurulu'na davet edildi. Eylül 2020'de pandemi dolayısıyla video konferansla gerçekleştirilen Kuruluş Zirvesi'nde görevi, üç yıl süreyle diğer danışmanlarla birlikte resmiyet kazandı.

Kürkçü Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP'nin HDP'yi TBMM'den dışlamak amacıyla gündeme getirdikleri geçici anayasa değişikliğinin MHP ve CHP milletvekillerinin desteğiyle parlamentodan geçmesi üzerine dokunulmazlığı kaldırılan 54 üyesi arasındaydı. 20 Mayıs 2016'da geçen değişiklikle birlikte TBMM'de bekleyen fezlekelerin işleme konulmasının ardından Kürkçü aleyhine 40 yılı aşkın hapis talebiyle 16 dava açıldı[1]. Kürkçü’nün bu yargılamaları halen devam ediyor.

Bugün siyasi görüşleri doğrultusunda yaşamını sürdüren bir kişilik olarak Ertuğrul Kürkçü’nün gözardı edilerek 30 Mart 1972 olaylarının anılmasına itiraz ediyorum. “Yaşamak her şeye rağmen bir iz bırakmaktır yeryüzünde. -Ben de yaşadım, sizin kadar!-”[2] Bundan dolayı onun aleyhine yaratılmak istenilen algı söylemlerine kulak asmayan bir kimse olarak, ölenlere duyduğum saygının ötesinde sağ kalan, yıllarca hapis yatan ve halen düşünceleri doğrultusunda mücadelesine devam eden Ertuğrul Kürkçü’ye eksiksiz aynı saygıyı duyarım.

Ne değişti?

Somut durumun, somut şartlarını iyi ve isabetli değerlendirebilmeliyiz. Doğa ve fen bilimlerinde deney yoluyla ulaşabileceğimiz sonuçlara, sosyal bilimlerde zamanla yaşanarak, belirli bir tarihsel süreçten sonra ulaşabiliriz. Bu nedenle sosyal ve siyasal alanda şu ya da bu şekilde yaşanılanlardan ders çıkarmalı ancak bundan hareket ederek, kimseyi yukarı ya da aşağı derecede tutmamalıyız. Kişi kültünü aşamadığımız sürece, ortak aklın faydasından yararlanamayız.

“1971 Direnişi Kızıldere'de politik ve örgütsel plânda yenilgiyle sonuçlanmasına rağmen, Türkiye Devrim hareketi üzerindeki etkileri günümüze kadar devam etmiştir ve etmeye de devam edecektir.”[3] saptamasına rağmen biz hala ölümler üzerinden hayat kurmaya kalkışıyoruz. Evet, “’ONLAR’ kalbimizde ve mücadelemizde yaşıyorlar.!” Ama Ertuğrul Kürkçü yanı başımızda ve ön saflarda mücadelesine devam ediyor hala. Kürkçü gibi daha nice düşünceleri uğrunda yaşamının sonuna kadar mücadelesine devam eden insanımız var. Burada tek tek bu insanlarımızı sayamayız. İnternet üzerinden yapabileceğimiz bir aramada dahi, bu insanların birçoklarının bilgisine ulaşmamız mümkün. Diğer yandan hem Mahir'lerin, Deniz’lerin ve Kaypakkaya'ların mücadelesi kadar etkin ve etkili ve bir o kadar da tavizsiz şekilde düşünceleri uğruna ölen insanımız var. Yani hem ölenler ve hem de yaşamını sürdürürken şu ya da bu şekilde siyasi mücadelenin bir ucundan tutan insanlarımız var. Ne en birincileri göklere çıkarmalı, ne en sonuncuları aşağılamalıyız. Çünkü en birinciler ile en sonuncular yer değiştirebilirler. Bu bir bayrak yarışıdır aynı zamanda. Bu açıdan konuyu iki yanıyla görebilmeli ve sağ kalanlara, sağlıklarında gerekli saygı ve sevgiyi gösterebilmeli, değer vermeliyiz.

Hiçbir insanımız kolay yetişmedi. İnsanlarımız akıl, zihin, duygu ve ruhsal yönden bu noktaya gelinceye onca emekler harcadı, acılar çekti. Masallardaki tekerleme gibi, “Az gittik. Uz gittik. Dere tepe düz gittik. Altı ayı bir güz gittik. Dönüp arkamıza bir baktık ki, arpa boyu yol gitmişiz. Yeniden çıktık yola.”[4] Bunu görüp anlayarak, ölümden sonra değil, sağlığımızda da kucaklaşarak, birbirimize değer vererek, ilerleyebilmeliyiz.

Yeni şeyler söylemek lazım

Tarihimizde ne insanlarımızı kaybettik. Eğer onlar yaşasaydı, Kürkçü gibi ve belki de daha fazlasıyla yaşantımıza büyük katkı sunacaklardı. Bunu yeterince bilince çıkaramadığımız gibi, 30 Mart 1972’de çatışma anında anlam ifade eden, Mahir Çayan’ın “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik!” sözü, daha sonraki dönem için, siyasi çalışmalarda esas alınması ne kadar akılcı bir düstur olarak değerlendirilmelidir, bunu dahi bağlamında tartışamadık. İşi şirazesinden çıkardığımızda, sürekli aynı tekerleme üzerinden hayat kurduğumuzda, gelecek kuşaklara yeni bir şeyler söyleyemediğimizde, başkaları için düşüncelerimizin bir anlamı olmayacaktır. Konuşmasına başlarken ilk hatıra yıllarından başlayarak, “Yetmişli yıllarda!” diye söze girenlerimiz çoktur.

Konuşmalarımızı sadece bu şekilde ördüğümüzde yanımızda ne çocuklarımız kalır, ne de genç insanlar. Örneğin okuma yapmadan, tiyatro, sinema izlemeden, zihni faaliyetlerini geliştirmeden konuşan birisi ile bunun tersini yapan birisi aynı olabilir mi?

“Her gün, çoğu olumsuz olmak üzere aynı şeyleri düşünen insanlar kötü zihinsel alışkanlıklara kapılırlar. Yaşamlarındaki onca iyi şeye odaklanmak ve bunları daha da iyileştirmeye çalışmak yerine, geçmişlerinin tutsağı olmuşlardır. Kimileri başarısız ilişkileri ve maddi problemleri nedeniyle kaygılıdır. Diğerleri mükemmel olmayan çocukluklarına öfkelidir. Bir kısmı daha da önemsiz konular yüzünden mutsuzdur; bu bir tezgahtarın onlara davranışı veya iş arkadaşlarının kötü niyetle yaptığı bir yorum da olabilir. Zihinlerini bu biçimde çalıştıranlar kaygının yaşam güçlerini alıp götürmesine izin verirler. Zihinlerinin mucizeler gerçekleştirme ve tüm duygusal, fiziksel ve evet, hatta spiritüel beklentilerini karşılamaya yönelik muazzam potansiyelini bloke ederler. Bu insanlar zihin kontrolünün yaşamın kontrolü olduğunu asla anlayamazlar.”[5]Alıntıda örneklendiği gibi, zihinsel yönden içine düştüğümüz tutsaklığımızdan kurtulmalı, öfkemizden sıyrılmalı, negatif düşünceden arınarak, pozitif, iyimser insanlar olabilmeliyiz.

Nitekim düne iyi bakmaya, isabetli yorumlamaya ihtiyacımız var ama bugün için ne diyoruz, hatta bir adım daha ileri giderek, yarın için ne söylüyoruz? Bunu düşünelim ve yaşadıklarımızı bağlamından saptırmadan değerlendirelim, eksen kaymasına yol açmayalım.

Şimdi her şeyi bir yana bırakın, sırtınızı koltuğunuza verin ve arkanıza yaslanıp susun. Elinizde bulunan akıllı telefon ya da bilgisayarınızdan youtube.com adresinden Sezen Aksu’nun, 1207 ile 1273 yılları arasında yaşayan Mevlana’nın “Yeni Şeyler Söylemek Lazım” şiirinden oluşan, “Yeniliğe doğru” şarkısını[6] açın ve huşu içinde dinleyin:

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş

Dünle beraber gitti cancağızım

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”[7]

 

[2] TUNÇ, Ayfer, Suzan Defter, syf.26

[3] https://www.facebook.com/kemal.kacaroglu.50 sayfasında yer alan, Mustafa Kemal Kaçaroğlu’nun “30 MART KIZILDERE” başlıklı paylaşımından.

[5] SHARMA, Robin, Ferrarisini satan bilge, GOA Yayınları, syf.49-50