Savaş Komuta Merkezi ABD Emperyalizminin Almanya’yı Rusya’ya Karşı Savaş Merkezi Hâline Getirme Planları Üzerine
ABD emperyalizminin stratejik rakipler olarak gördüğü Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelik politikalarında Almanya ve Avrupa Birliği üzerinden saldırganlığına ivme kazandırmaya çalıştığı biliniyor. Ha keza, Avrupalı müttefiklerini de kontrolü altında tutmaya çalışması.
Hint-Pasifik Bölgesinde asıl rakibi ÇHC’ne karşı askeri yığılma ve kuşatmasını gerçekleştirmek için Avrupalı emperyalist güçler arasında gönüllü destekçiler bulan ABD, Rusya Federasyonu’nun kuşatılma ve zayıflatılma görevini Avrupalı müttefiklerine bırakmaya kararlı. Ancak özellikle Almanya’daki Avrupacı ve Transatlantikçi sermaye fraksiyonları arasında güncel enerji krizi ve bununla bağlantılı olarak baş gösteren ekonomik ve toplumsal sıkıntılar nedeniyle gün yüzüne çıkan çelişkiler bu görevin üstlenilmesini ve yerine getirilmesini zora sokuyor.
Görüldüğü kadarıyla ABD, sermaye fraksiyonları arasında denge sağlamaya çalışan Alman Şansölyesi Olaf Scholz’un Ukrayna’daki işbirlikçi rejimi destekleme konusunda frene basması üzerine, ikili bir strateji geliştirmiş durumda. Bu stratejilerin ilki Almanya’daki askeri üslerini kullanarak Almanya’yı Rusya’ya karşı geliştirilen topyekûn savaşın komuta merkezi hâline getirmek ve Scholz hükümetini savaş politikalarına zorlamak iken, ikincisi de farklı kuruluşlar, enstitüler, Transatlantikçi partiler ve yaygın burjuva medyası yardımıyla Almanya’da Rusya’ya karşı savaşa toplumsal rıza üretme çabasıdır.
Hibrid ve asimetrik savaş taktikleri
ABD’nin “oldu-bittiye” getirerek Almanya’yı savaş komuta merkezi hâline getirme çalışmasına en güzel örnek, hâlihazırda Wiesbaden yakınlarındaki Erbenheim ABD üssünde oluşturduğu komuta yapılanmasıdır. Pentagon, Ukrayna savaşının uzun bir süre daha devam edeceğini (belki de devam ettirileceğini demek daha doğru olacak) öngörerek, Kiev’deki işbirlikçi rejime yönelik desteğin tek merkezden yönetilmesi için Wiesbaden-Erbenheim’da ABD ordusunun “Avrupa Komutanlığı – EUCOM” başında bulunan General Christopher G. Cavoli sorumluluğunda “Ukrayna Destek Ana Karargâhının” kurulmasına karar verdi.
Bu ana karargâhta sadece Ukrayna’ya ağır silahlar ve askeri teçhizatın gönderilmesi organize edilmeyecek. Aynı zamanda Ukrayna ordusuna destek için kurulmuş olan “International Donor Coordination Center” içinde temsil edilen 24 ülkenin ordu temsilcileri ile toplam 40 ülkenin ordu temsilcileri tarafından oluşturulmuş olan “Ukraine Defence Contact Group” ile birleştirilerek, hibrid ve asimetrik savaş taktikleri geliştirilecek.
Alman ordu yönetiminin de dâhil olduğu bir süreçte geliştirilen ve 2008 Kafkasya Savaşı esnasındaki deneyimlerden hareketle şekillendirilen “Resistance Operating Concept – ROC” (Direniş Operasyon Konsepti) bu hibrid ve asimetrik taktiklerin temelini oluşturmaktadır. Aslında bu yeni bir konsept değil. ABD ordusunun “Specials Operations Command Europe – SOCEUR”(Avrupa Özel Operasyonlar Kumandanlığı) yapılanması 2013 yılında böylesi bir konseptin geliştirilmesi için görevlendirilmişti. Bunu, 2020 yılında ABD Albayı Otto C. Fiala tarafından bir askeri dergide yayımlanan makalesinden biliyoruz.
“Direniş Operasyon Konseptinin” ana çizgisi, konvansiyonel açıdan üstün olan bir rakip ülkeye açık muharebe alanlarında karşı savunma geliştirmek yerine, hibrid ve asimetrik araçlarla ve terör eylemleriyle bu rakibi zayıflatmak olarak tanımlanmaktadır. Konsept böylesi taktiklerin özellikle işgal altındaki bölgelerde sadece askeri birlikler tarafından değil, aynı zamanda sivil halkın da katıldığı “direniş metotlarının” uygulanmasıyla gerçekleştirileceğini öngörmekte. Bununla birlikte konseptte açık bir şekilde “Gladio” tipi yapılanmalara yeniden başvurulması önerilmekte.
“Direniş Operasyon Konseptinde” tanımlanan hibrid ve asimetrik taktiklerinin pratikte nasıl uygulandıkları güncel olarak Ukrayna’da görülmektedir. Faşist çetelerin ordu birliklerine entegre edilmesinden, sivillere dağıtılan ve Rus ordusunun mensuplarına karşı kullanılan Molotof-Kokteyllerinden, kara ve hava savunma roketlerine ve sabotaj eylemlerine dek sayısız “metot” sahiden de Rus ordu birliklerine büyük zararlar vermektedir. 2022 Ağustos ayında Alman burjuva basınında yer alan bir haberde, ABD’li Albay Kevin D. Stringer’in Kırım’daki Rus askeri havaalanlarında meydana gelen ve savaş uçaklarını darbeleyen patlamaların “geliştirdiğimiz konseptin imzasını taşıyorlar” sözleri büyük puntolarla verilmişti. Aynı şekilde Kırım Köprüsü üzerinde kısa bir süre önce gerçekleştirilen bomba eyleminin bu konseptin sonucu olduğu iddiaları, resmi olmasa da dijital medyada ileri sürülmektedir.
Nükleer savaş tatbikatlarıyla “tutuklama”
Oluşturulan komuta yapılanmasının yanı sıra her yıl Ekim ayında gerçekleştirilen bir NATO nükleer savaş tatbikatının da ABD’nin Avrupalı müttefiklerine dayattığı militarist baskının bir parçası olduğu görülmektedir. Bu yıl Belçika’nın ev sahipliğini yaptığı ve B-52 bombardıman uçaklarının yanı sıra çok sayıda savaş uçağının katıldığı “Steadfast Noon” tatbikatı nükleer bombalara sahip olmayan NATO üyesi ülkelerin savaş uçaklarına ABD ordusunun nükleer bombalarının yüklenmesini ve nükleer saldırı için gerekli olan yetilerin geliştirilmesini öngörüyor. NATO’dan yapılan açıklamaya göre tatbikatta Almanya’daki Büchel ABD üssünde bulunan 20 nükleer bomba ile Volkel’deki (Hollanda), Ghedi ve Aviano (İtalya) ve İncirlik’teki ABD üslerinde bulunan nükleer bombaların kullanılması tatbikat edilecek.
Bu yılki tatbikatın bir diğer özelliği de, kullanılması denenecek olan nükleer bombaların “patlama gücü düşük” olan tiptekiler olduğudur. Alman barış hareketinin nükleer bomba uzmanları bu tip nükleer bombaların özellikle ordu yönetim kademesindeki tedirginler ile sorumlu hükümet mensuplarının “kapsamı sınırlı nükleer savaşa katılma yatkınlığının” artırılmasına yarayan önemli bir argüman olarak kullanıldıklarını vurguluyorlar. Federal Ordu Akademisinde son iki yıldır “kapsamı sınırlı nükleer savaş olanakları” üzerine tartışıldığı biliniyor. Kaldı ki patlama gücü düşük nükleer bomba kullanımı ABD’nin 2 Şubat 2018’de Trump yönetimi tarafından karar altına alınan “Nükleer Stratejisinin” temel opsiyonları arasında yer almaktadır. Biden yönetiminin bu stratejiyi yenilediği ve esas itibariyle “kapsamı sınırlı nükleer savaşın uygulanabilirliği” tespitini değiştirmediğini de kısa süre önce burjuva basınında okuyabildik.
Aynı şekilde NATO’nun 2018 Temmuz’unda devlet ve hükümet başkanlarının bilgilendirildikleri bir belgede “konvansiyonel savunma ve nükleer caydırıcılığın” eskisi gibi birbirlerinden ayrı ele alınamayacağı ve her ikisinin de “birlikte kullanılması zorunluluğunun reddedilemez gerçek hâline geldiği” tespiti yazılmıştı. Bununla birlikte 2020 Haziran’ında NATO Savunma Bakanları Zirvesi, ABD ordusunun Avrupa başkomutanı General Tod D. Walters’in sunduğu ve “ittifak kendisini tehditlere karşı tüm dünyada elindeki her defansif ve ofansif yetileriyle, yani roket savunmasından nükleer ilk vuruşa kadar savunmalıdır” tespitinin yer aldığı bir raporu kabul etmişti. Zaten Ukrayna başkanı Zelensky’nin “NATO Rusya’nın nükleer silah kullanma yeteneklerini, gerektiğinde önleyici vuruşlarla yok etmelidir” talebinin de bu rapora dayandığı NATO çevrelerinden basına sızdırılmıştı.
ABD emperyalizmi başta Almanya olmak üzere Avrupalı müttefiklerini ilk vuruş opsiyonlu nükleer savaş tatbikatlarıyla, olası bir sıcak savaşta Rus nükleer cephanesinin doğrudan hedefi hâline getirerek, kendi çıkarlarının hizmetine sokmuş ve nihâyetinde kullanma kararı sadece kendisinde olan nükleer cephanesiyle amaçlarına “tutuklamıştır”. Almanya ve Fransa bu “tek yanlı hizmet” durumundan dolayısıyla rahatsız olsalar da henüz askerî açıdan ABD’den bağımsız davranamamaktadırlar. Almanya’nın “nükleer katılım” talebi ve belirli bir süre için Fransa’nın nükleer şemsiyesinin altına girme isteği, “ABD koruması altında ABD’den bağımsızlaşma” arzusu olarak okunabilir. Ancak, ABD’nin bu fırsatı tanımayacağını da öngörebiliriz.
Kabullendirme kampanyaları
Son dönemin kamuoyu yoklamaları, ABD’nin Almanya ve Avrupa’da savaş kışkırtıcı politikalar lehine toplumsal rıza üretme çalışmalarında bir hayli başarılı olduğunu teyit etmektedirler. Bu noktada belirleyici olanın Transatlantikçi kesimlerin kampanyaları olduğu söylenebilir. O açıdan kampanyaların nasıl işlediğine dair iki somut örneği yakından irdeleyelim:
Almanya’da hâkim sınıflar lehine ideolojik üstyapıyı oluşturma, siyasi kararlara gerekçe üretme ve meşruiyet sağlama görevi oldum olası salt burjuva medyası tarafından değil, aynı zamanda partilere yakın vakıflar, hükümet tarafından finanse edilen “bağımsız” kuruluşlar ve hükümetlerin kendi kamuoyu çalışmalarıyla yerine getirilmekteydi. Bununla birlikte Anayasayı Koruma Teşkilat, Federal Haber Alma Ajansı, Askeri Haber Servisi ve Kriminel Daireler gibi gizli servisler ve kolluk güçlerinin raporları ve basın açıklamalarıyla kamuoyu görüşünü şekillendirmeye çalışmaktadırlar.
Son dönemlerde ise, görünürde hiçbir partiye yakın durmayan bir takım “bağımsız enstitüler” oluşmaya başladı. Bunlar arasında en dikkat çekici olan, kendisini güya “tüm siyasi ve toplumsal alanlardan özgürlükçü düşünce sahiplerinin toplanma noktası” olarak tanımlayan “Liberal Modernite Merkezidir”. Aslında Transatlantikçi neoliberalizm savunucusu olarak nitelendirilmesi gereken “Merkez”, bir dönem Yeşillere yakın olan Heinrich-Böll-Vakfı’nın müdürlüğünü yapan Ralf Fücks tarafından kuruldu. Üyeleri arasında eski milletvekilleri, eski ABD büyükelçileri ve tarihçi Timoty Snyder gibi isimlerin bulunduğu “Merkez” 2019 yılından bu yana Federal Basın Dairesinin bütçesinden finanse ediliyor.
“Merkezin” şu an yürüttüğü en önemli proje, “Düşman Analizi” başlığını taşıyor ve özellikle barış hareketinin büyük bir kesimi ile sol-sosyalist medyayı ırkçı-faşist hareketlerle aynı platformda göstererek “parlamenter demokrasinin düşmanları” veya karşıtları olarak “ifşa” ediyor. Bu proje de Federal Aile, Kadın ve Gençlik Bakanlığı ile Federal Siyasi Eğitim Merkezi tarafından yıllık 4,5 milyon Euro destek alıyor. Her türlü barış ve uluslararası diyalog talebini, “liberal ve parlamenter demokrasi karşıtlığı” olarak tanımlayan proje, aylık raporlarıyla hem Alman barış hareketiyle sol kesimleri karalayarak, Anayasayı Koruma Teşkilatına gammazlıyor, hem de Rusya’ya yönelik savaş taraftarı pozisyonları “demokrasinin savunulması” adı altında yaygınlaştırmaya çalışıyor. Başta devlet televizyonları olmak üzere, yaygın burjuva medyası da bu raporları yorumsuz yayınlayarak yeni Alman militarizminin ideoloji merkezi hâline gelen bu kuruluşun kampanyasına meşruiyet kazandırıyorlar.
İkinci kampanya örneğini Münih Güvenlik Konferansının Almanya çapında başlattığı ve Almanya’nın farklı kentlerinde gerçekleştirdiği “kamuoyu bilgilendirme toplantılarıdır”. Münih Güvenlik Konferansı yöneticileri “Almanya’nın dış, güvenlik ve Avrupa politikaları değişmelidir, ancak bu değişim geniş toplumsal tartışma ve katılım sağlanarak yapılmalıdır” tespitiyle başlattıkları kampanya ile “yurttaşların sorularına interaktif formatlar ve hoş vakit geçirici biçimlerle yanıtlar” veriyorlar. Kampanya ile “gerçekler ve aralarındaki bağlantıların yurttaşların anlayabileceği biçimde” açıklandığı ve “kamuoyunca tanınan uzmanların görüşleriyle zenginleştirildiği” iddia ediliyor. “Kamuoyunca tanınan uzmanlar” ise Transatlantikçi savaş kışkırtıcıları ve silah tekellerinin temsilcilerinden başkaları değil tabii. Temel söylem de “Almanya enerji güvenliğini sağlamak, savunma yetilerini artırmak ve öncülük rolünü yerine getirebilmek için yapılması gerekenler” olarak özetlenebilir.
Kampanya çerçevesinde önümüzdeki on iki ay boyunca 16 eyalette uzmanların (!) katılacağı ve her eyaletteki büyük medya tekellerinin partner olacağı toplantılar yapılacak. Bununla birlikte medya redaksiyonları, dernek yöneticileri, yerelde tanınmış isimler ve yerel siyasetçilerle “görüşmeler” yapılacak, yereldeki kampanya çalışmalarının nasıl yönetileceği “öğretilecek”, işletmelerin personellerine yönelik “bilgilendirme çalışmaları” gerçekleştirilerek sendikalar “kampanyaya kazanılacak” ve okullarda öğrencilerle birlikte “barış sağlama dersleri” organize edilecek.
Görüldüğü gibi iki kampanya da diğer kamuoyu görüşünü şekillendirme çalışmalarıyla birlikte bir nevi topyekûn savaş propagandası olarak görev yapmakta. Bu şekilde Alman halkı arasında yaygın olan savaş karşıtı pozisyonların yumuşatılması, Rusya’ya ve ÇHC’ne yönelik saldırgan yaklaşımlara meşruiyet kazandırılması ve oluşan kamuoyu görüşü ile Scholz hükümeti üzerindeki baskının artırılması hedeflenmektedir.
Çelişkiler yumağının kısıtlamaları
Ancak tüm bu çabalar, Almanya’daki sermaye fraksiyonları arasındaki derin çelişkileri çözmekten uzak görünüyor. Bilhassa Şansölye Scholz tarafından temsil edilen “dengeci kesimler” ABD’nin bu çabalarından rahatsız ve Alman emperyalizminin ABD’nin yanında, ama ABD’ne rağmen bağımsız öncü güç olma hedefine hâlâ sadıklar. Bunu en son bizzat Scholz’un ÇHC’nin devlet tekeli Cosco’nun Hamburg Limanının yüzde 35’ini satın alması tartışmalarında görmekteyiz. Scholz, Cosco’nun bu planlarını destekleyerek satın almaya yeşil ışık yaktı ve yakında yanında çok sayıda tekel temsilcisiyle Pekin’e gidip, orada ekonomik iş birliği görüşmeleri yapacak. ABD ise Scholz’un bu girişimlerini başından itibaren baltalamaya kararlı. Elindeki tüm olanaklarla kamuoyunda Scholz’un “ne denli tehlikeli bir bağımlılığa kalkıştığını” kanıtlamaya çalışıyor. En son kamu televizyonlarından ARD’nin ana haber kanalının internet sayfasında yer alan bir yorumda, “Rusya ve Çin’e olan bağımlılık her şeyden daha tehlikelidir. Federal Şansölye geçmişin hatalarını tekrarlamamalıdır” yorumu yayınlanmıştı. Bu da Transatlantikçilerin medya alanındaki hegemonyalarını göstermektedir.
Buna rağmen Scholz çizgisinden vazgeçmiyor. Ve gelişmeler, Avrupa ve bilhassa Almanya’daki çelişkiler yumağının gelecek aylarda ABD yanlısı savaş politikalarının uygulanmasında küçümsenemeyecek kısıtlamalara yol açacağını gösteriyor. Toplumsal protestolarla geçmesi beklenen “sıcak sonbaharın” getireceği güvensizlik iklimi de işin cabası olacak gibi görünüyor.