Sen Rüyanı Hangi Dilde Görüyorsun?

Sen Rüyanı Hangi Dilde Görüyorsun?

Milliyetçilik konusunu (İlletini) gazetemizin değişik sayı, sayfa ve köşe yazılarında ele almıştık. Bu sayımızda da yine güncel ve elzem olduğu için, farklı bir açıdan, yaşananlar üzerinden ele alacağız. Gerçekten de milliyetçilik denen virüs, bir kişinin, hele hele bir toplumun vücuduna (beynine) sirayet etmişse onu çıkarıp atmak, yok etmek zor ve gerekli bir çalışma ister.

Bu sebeple bu konuyu sık sık işlememiz gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü “erk”i elinde bulunduranlar, kapitalist üretim ilişkilerinin, 20. yüzyılda dünyanın büyük bölümüne yaydığı bu virüsü ustaca kullanarak kendi gelişme sürecini hem kolaylaştırmış hem de 21. yüzyılda da az gelişmiş ülkeleri yönetebilme aracı olarak dizayn etmiştir. 20. yüzyılda Avrupa’da “faşizm”e zirve yaptıran milliyetçilik, Türkiye’de de aralıksız ve acımasızca kullanılan, günümüz AKP iktidarının da özellikle son üç yılda ustaca kullandığı bir kavramdır. Gözleri kör eden, beyni iğdiş eden, kardeşi düşman eden bu virüs, maalesef 12 Eylül faşist darbesinden sonra doğan kuşağı da sarmalamış durumda. Öyle ki bazı sol ve sosyalist kesimlerde bile “vatan, millet, bayrak” üzerinden pompalanan bir milliyetçilik etkili olmuştur. Aşağıda anlatacağım olay da tam bu tespiti doğrulayacak bir yaşanmışlık. Çünkü söz konusu olayın kahramanı gençlerin çoğunluğu, “demokratım” diyen ailelerin çocuklarıydı.

Bir gün (Kürt düşmanlığının zirve yaptığı yaklaşık 10 yıl önceydi) dershane çıkışında öğrencilerimle bir çay bahçesinde söyleşmeye başlamıştık. Zira ders sırasında sınıflardan birinde, hiç de hoşa gitmeyen, bağrışma düzeyinde konuşmalarla süren bir tartışma yaşanıyordu. Bu tartışmayı ders çıkışına bırakma önerim kabul görmüştü. Tartışma, sınıfta hakarete varan konuşmalar artınca, öğrencilerden birinin, “kardeşim ben Kürd’üm; böyle konuşamazsınız!” karşı koyuşuyla alevlenmişti. Söyleşimiz de bu doğrultuda başlamıştı. Önce her öğrencinin konuşmasına kulak verip onların bu konuda ne düşündüğünü anlamaya çalıştım. Zaman zaman gerilimin arttığı; söz kesmenin, söze girmenin yoğunlaştığı tartışmanın bir yerinde ben de söze girerek bir soru sordum öğrencilerime: “Siz rüyanızı hangi dilde görüyorsunuz gençler?”

Bu soru, ilk başta, o Kürt öğrenciyi kabullenemeyenlerin bazılarında soğuk duş etkisi yapmış, bazıları da soru ile konu arasındaki ilgiyi kavrayamamıştı. Soruyu bu kez her öğrenciye ayrı ayrı yönelttim: “Rüyanı hangi dilde görüyorsun?” Kürt öğrencimin dışındakilerin hepsi de “Türkçe” diye yanıtlamıştı sorumu. Kürt öğrencim ise, Türkçe ile ilkokula başladığında tanıştığını; o yaşa kadar, hatta ilkokulu bitirinceye kadar bütün rüyalarını Kürtçe gördüğünü, şimdilerde ise rüyalarının, Kürtçe ile Türkçe’nin birbirine karıştığı bir karmaşa olduğunu söylediğinde diğer öğrencilerin yüzlerindeki kızgınlık gitmiş, soruyu ve o Kürt arkadaşlarını anlamaya çalışıyorlardı. Soru amacına varmıştı. Zaten çoğu zaman, uzun uzun izahtan çok (açıklamalar sıkıcı olabilir) bir can alıcı soru, özellikle düşünmeyi ve sorgulamayı geliştirdiği için daha etkili olabilir.

Artık konuşma sırası bendeydi ve ben de ilk derste kullandığım cümleyi yine kurarak konuşmaya başladım: Gençler, “dilsiz düşünce olmaz”. Her ulus kendi dilinde, her kişi kendi anadilinde düşünür ve düşüncelerini de en iyi o dilde anlatır. Rüyalar da kişinin kendine ait duygularını, hayallerini, beklentilerini, yaşadıklarını bir an için yeniden uykuda yaşadığı birkaç saniyelik durumdur. İşte o rüyalar bile dilsiz olmuyor. Rüyaların dilini yasaklarsanız o rüyalar kâbusa dönüşür. Bu Kürt arkadaşımız da rüyalarını Kürtçe görüyorsa, kendini Kürtçe ifade ediyorsa, “ben Kürd’üm” diyorsa size düşen görev de onun diline, kimliğine ve kişiliğine saygı göstermektir. Bu, sizin zorunlu bir görevinizdir. İnsan olmanın gereği de budur. SON

SON, çünkü bu yaşanmışlıktan sonra yazılacak son paragrafı siz okurlara bırakıyoruz. Zira bu illeti –başta da söyledim ya– ancak birlikte yok edebiliriz. Sosyalist, enternasyonalist olanların görevi de bu değil mi?


Konuyla ilişkili diğer makaleler