Ses Ver... Deng Bıde...

Ses Ver... Deng Bıde...

Bir devlet geleneğinin, kendisini imparatorluk olarak tarifleyişinde de burjuvazi çıkarlarına uygun yeni cumhuriyet rejimi ile kurtuluşu tarifleyişinde de kıyım ve katliamlarla, bu coğrafya kana bulanmıştır. Burjuvazi zafer naraları atarken; işçi sınıfı, emekçiler, yoksullar, köylüler ve halkların tüm yaşam umutları, dirençleri, dilleri, mücadeleleri, canları, ağır baskılarla, işkencelerle, katliamlarla, zorla, savaşla, şiddetle bastırılmaya devam edilmiştir. Hiç boşluk bırakmaksızın, egemen güçler kendini örgütlemiş, sistematik olarak kapitalizmin içkinliğinde üzerine düşeni yapmıştır.

Nerede durduk, nerede savrulduk, nerede vazgeçtik ya da nerede yetmedi hizalanışlarımız ve neden kaldığımız yerden, devam edemedik düşlerimize? Bu soruların yanıtlarını tüm gücümüzle arasak da -ayrı ayrı bakış açılarından- kendi içimizde kolay yanıtlar bulamıyoruz. Özeleştirel yaklaşımları kolay geliştiremiyoruz. Verili öğrenmelerimizden sıyrılıp, ezberlerimizden arınıp, bilimsel yaklaşıma sıçrayamıyoruz. Küstah ve hoyratça yanıtlar bulma derdinde olmak değil ancak sınıfla ve yaşamla kopan bağları, dar koltuklardan kalkmadan ve iç tartışmalarla boğulmaktan yüzünü sahaya, gerçekliğe, gerekliliklere dönemeyen, başka bir dünya özlemini derin dondurucuda saklayan bir devrimci, sosyalist ve komünist güruha ne ara dönüştük acaba?

12 Eylül, SSCB’nin çöküşü... Evet güçlü terminler bunlar. Pekala, 12 Eylül öncesindeki İGD, İLD, İKD ve yarın devrim olacakmışcasına inançla şalter indiren işçiler, tarihe yazılan o şanlı grevlerin mirası ve sınıfla kurulan organik bağ, bugün neden bir işçinin gözlerinde, sofrasında, emeğinde, umudunda yeşeremiyor? Neden liseli, üniversiteli gençler, çoğunlukla bir nostaljiye dayanmaktan çıkıp, gerçek mücadele alanı olan sınıf içinde ses veremiyor? “Yolumuz İşçi Sınıfının Yoludur “ diyemiyor? Nerede duruyoruz? İşçiler aynı, gençler de. Ya biz?

1915’te Ermenileri, Rum nüfusunun zorunlu iskanını, 6-7 Eylül’ü, Dersim’i, Koçgiri’yi, Lice’yi, Madımak’ı... Yani halkları, her türlü zulüm ve asimilasyonu heybesine iliştirmeden, kapsamadan bir toptan mücadele yürütülemeyeceğini ilkesel olarak kabul etmenin dışında bugünün gerçekliğini okuyabilen ve Kürt halkının onurlu mücadelesine destek veren bir bağlaşıklığı kurabilme yetisi ve eylemselliğine sahip bir anlayışı örebiliyor muyuz?

Kaynayan bir coğrafya ve topraklarda yutkunan olmak, bırakınız siyasi bilinç taşımayı, en vicdani refleksleri dahi yığınsal bir tepkiye dönüştürecek yol göstericilikten yoksun kalmak, kaybeden ve ölen, savaşılan bizlerken, bu denli gücümüzden korkulurken devinememek.

Elbetteki bu mücadeleye ömrünü verenleri, bugün bu mücadele için gözü kara her türlü bedeli ödemeye hazır olan devrimci eylemselliğin içindeki nice cesur ve yürekli insanı, eleştirmek ya da yorumlamak haddimiz değildir. Aksine o inanmışlık ve kararlılığı düstur edinmek bir görevdir de.

Gel gelelim ki; sınıf içinde bir siyasal etki ve güç oluşturacak örgütlülüğü, kapitalizmin tüm argümanlarını ezbere bilirken yaratamamanın kafa karışıklığı içinde ancak ve ancak pratik ya da ideolojik tartışma noktalarına tutunup, Marksist ve Leninist yaklaşımdan uzağa düşen ve durduğu yerden 1 cm ileri adım atamayan ve sadece konuşan kişi, grup ve kadrolara bölünmeyi, en akilane tutum olarak yükseltmeyi de hedef sayıyoruz.

Örgütlü bir güce karşı ve tüm dünya emperyalist ve kapitalist bir kütle olarak karşımızda dikilirken, her adımda sonuçları örgütsüzlüğe öykünen bu pespayelikten ivedi olarak çıkmak gerekir.

Her semtte yüreğine dokunacağınız bir işçiye, sömürü koşullarına, yokluklarına yüzünüzü dönemez misiniz? Dar örgütçülük değil, hayat yaklaştırır insanları aynı hizaya. Elinin nasırından, çocuğunun ilacına, evinde kaynattığı aşına bir tuz katalım. Bir işçi bir fabrika olur bize. Ona uzattığımız el, eşitsizliğin, sömürünün şalterini indirir ikircimsiz. En çok o işçi bilir gülümsemeyi, zoru ve mücadeleyi... Sıralanmak bizim işimiz, o gücün arkasına...

Bir kadına kalkan eli tutabiliyorsanız, eşit koşullarda bir mücadeleyi yoldaşça içselleştiriyorsanız her hücrenizde, bir toplumun yarısı kalkışmış demektir. Kadının, burjuvazi tarafından öncelenen “duygusallığını” eşitsizlikle ve burjuva ideolojisinin öğrenmesi olarak kullanmak yerine, o duygusalllıktan çıkan çelik iradeye su vermektir işimiz...

Kanı sınırsız ve deli akan, hayatın ve yeni bir yaşamın aktörü olan gençleri; iten, öteleyen, amaçsız bırakan, mücadelesini “stepne” olarak gören küstahlığa son vermek gerekir. Gençlik, yerinden bir santim kıpırdamayanların enerjisi ve en dinamik gücüdür sınıfın...

Sokak başlarında gördüğünüz, bedenini satmaktan başka çare bırakılmayan, küçümseyen ya da tehdit olarak gördüğünüz LGBTİ’leri var bu ülkenin... Cinsel tercihlerinden dolayı aşağılanan yok sayılan bu insanlar, kapitalizmin çöplüğünden onurlu bir yaşam istencini haykırıyorlar. “Velev ki ibneyiz” derken onlar, insanlık dersi veriyorlar diğer yandan...

Cumartesi annelerinin yamacına sığışamadan, barış annelerinin elini tutmadan, cenazesi katır sırtında taşınan çocukların, gençlerin dinmez feryadını haykıran Roboski’ye ses vermeden, Reyhanlı’yı, Suruç’u, Ankara’yı, Silvan’ı, Cizre’yi bugün Nusaybin’i unutturmadan, yarın kim bilir hangi katliam güncesinin planlarını bugünden bozacak bir mücadeleyi harekete geçirmeden yolumuz yok yarınlara.

Amaç; en iyiyi bilmek değil, durduğun yerden en iyi adımları mücadeleye katmak gerekliliğine vurgudur. Bu yazı da, bir gazetenin köşesinden ahkam kesen olmak değil, sınıfın içinden sesimizi ve soluğumuzu yükseltme arzusudur amaç...

Girişirsek göreceğiz.


Konuyla ilişkili diğer makaleler