Suudi Arabistan: Emperyalizmin Sadık Taşeronu

Suudi Arabistan: Emperyalizmin Sadık Taşeronu

Alman sermayesinin en önde gelen sözcülerinden FAZ gazetesi, son haftalarda islamist terör çetelerinin özellikle Suriye-Türkiye sınırındaki İdlib başta olmak üzere önemli bölgeleri ele geçirmelerinin bir tesadüf olmadığını belirtiyor. Gazetenin 9 Mayıs 2015 tarihli sayısında yayımlanan bir değerlendirmede, islamist çetelerin ve silahlı muhaliflerin ülkenin farklı bölgelerinde eş zamanlı gerçekleştirdikleri saldırılarla Esad’a bağlı rejim güçlerini zayıflatma taktiğine başvurdukları belirtilirken, bu taktiğin geçen Mart ayında Erdoğan ve Suudi despotu Selman’ın Riyad’da buluşmalarından sonra start aldığı vurgulanıyor. Görüldüğü gibi Batı’daki burjuva basını Suriye’deki iç savaşın asıl sorumlularını açıkça yazmakta bir beis görmüyor.

Erdoğan ve Suudi Arabistan KralıSuudi Arabistan’ın oldum olası dünya çapında islamist terör şebekelerini desteklediği, kanlı mezhep çatışmalarını körüklediği ve emperyalist güçlerin en sadık taşeronlarından birisi olarak bölge egemenliğini ele geçirmeye çalıştığı biliniyor. Dünya çapındaki petrol rezervlerinin neredeyse dörtte birine sahip olan Suudi Arabistan, bu zenginliği sayesinde emperyalizmin her zaman desteğini yanında hissediyor. Ancak ülkedeki rejimin devamlılığını sürdürülebilir hâlde tutmak isteyen Suudi despotları, müttefiklerinin onaylamakta güçlük çektikleri bazı adımları atmaktan da çekinmiyor. Geçen Nisan ayında yapılan veliaht değişikliği de Suudilerin saldırgan politikalarını devam ettirmekte kararlı olduklarını gösteriyor.

Suudi despotu Selman Bin Abdülaziz’in veliaht değiştirme kararı kimi Batılı burjuva medyasında “büyük siyasî deprem” olarak nitelendirilmişti. Aslında söz konusu olan deprem falan değil, Suudi Arabistan’daki egemen sınıfın iktidarını sağlamlaştırmak, rejim konsolidasyonunu güvence altına almak için gerekli adımların atılmasıydı. Selman, “yönetimin gençleştirilmesi” gerekçesiyle birinci veliahtlığa 56 yaşındaki yeğeni Muhammed Bin Nayif’i getirirken, ikinci veliahtlığa ise henüz 30 yaşında olan oğlu Muhammed Bin Selman’ı atadı.

Bölgeyi yakından tanıyan muhafazakâr Alman gazeteci Reiner Herrmann, Suudi despotunun şimdiye kadarki geleneksel çizgiden ayrılan bu adımlarını yürürlükteki devlet politikaları “betona dökülerek kalıcılaştırılıyor” değerlendirmesini yaptı. Alman silah tekellerinin en büyük müşterilerinden olan Suudi Arabistan’daki “kuşak değişimini” destekleyen Herrmann, aslında yaptığı değerlendirmede haklı.

Haklı, çünkü Selman’ın veliahtlığa getirdiği isimler, Suudi egemenlerinin en şahin kesimlerinin temsilcileri ve gerek ülke içinde, gerekse de dış politikada sert ve saldırgan politikaların uygulanmasını savunan isimler. Hâlen içişleri bakanı olan birinci veliaht Muhammed Bin Nayif, bilhassa Şii nüfusa kan kusturan sözde “anti-terör” uygulamalarının baş sorumlusu. Ayrıca çağdışı Vahhabiliğin sözde “şeriat” yasalarını tüm şiddetiyle uygulayan ve en ufak reform taleplerine dahi sert tedbirlerle yanıt veren bir yönetici. 79 yaşındaki Selman’dan sonra kral olduğunda, Vahhabi vahşetini şimdikinden daha büyük yetkilerle uygulayacağını açıkça ilân eden birisi.

Emperyalizmden tam destek

Savunma bakanı olan ikinci veliaht Muhammed Bin Selman ise, DAİŞ çetelerine her türlü lojistik ve mali desteği vermekten çekinmeyecek derecede davranan, hatta zengin Suudi aşiret vakıflarının dünya çapında islamist gruplara yaptıkları ödemeleri koordine eden bir isim. Aynı zamanda Yemen’deki Şii kalkışmacılara yönelik saldırıların ve askeri operasyonların mimarı olarak tanınıyor.

Despot Selman, eski Washington büyükelçisi Adil El Cubeyr’i dışişleri bakanlığına atayarak, kraliyet ailesinden olmayan bir ismi böylesi önemli bir göreve getirmiş oldu. Katı bir Şii düşmanı olan Cubeyr, kraliyet ailesinin şahin kesimlerinin desteğini almasının yanı sıra, Beyaz Saray’a olan yakınlığı ile tanınıyor ve Suudi Arabistan-İsrail ittifakının inşasında önemli roller üstlendiği biliniyor.

Selman, böylelikle hem despotik rejimin on yıllar boyunca yumuşama ihtimali olmadan devamını güvence altına almış oldu, hem de Cubeyr üzerinden ABD, oğlu ikinci veliaht üzerinden de Alman emperyalizmlerine olan sadakatinin altını çizdiğini gösterdi. Selman’ın, elbette kraliyet ailesi ile dini liderlerin mutabakatını alarak gerçekleştirdiği rejim konsolidasyonu, sonuç itibariyle emperyalist güçler ile sıkı ittifakın, ülke içinde otokratik bir yönetim ve gericivahşi Vahhabiliğin, dış politikada saldırganlık ve bölge hakimiyeti çabaları ile dünya çapında islamist terör çetelerinin desteklenmesinin uzun bir süre daha değişmeden devam edeceğine işaret ediyor.

Suudi Arabistan emperyalist güçler için yaşamsal önem taşıyan bir ülke. Bunun çeşitli nedenleri var. Elbette en önemlisi, ülkedeki petrol rezervlerinin zenginliği. Bu rezervler kolay ulaşılabilir olduğundan “ucuz petrol” olarak nitelendiriliyor ve dünya çapındaki petrol piyasaları nasıl gelişirse gelişsin, Suudi petrolü her zaman belirleyici olacak. Diğer önemli bir neden ise ülkenin stratejik konumu. Almanya’nın devlet aklının şekillendirildiği bir merkez olan “Bilim ve Politika Vakfı” (SWP) kadrolarından Guido Steinberg bunu şöyle açıklıyor: “Şu anki yönetimin tek alternatifi, sürekli istikrarsızlıktır. Suudi Arabistan’da Müslüman Kardeşlere yakın güçlü bir Sünni muhalefet ve ülkenin Doğu’sunda da güçlü bir Şii muhalefet var. Suudi kraliyet ailesi iktidarı kaybederse, o zaman ülkenin bölgesel ve mezhepsel çizgide üçe, belki de dörde bölünmesi söz konusu olabilir. (...) Suudi Arabistan uzun zamandır güvenilir bir müttefik. Çözülmesi bizim için bir felaket anlamına gelir.

Görüldüğü gibi Suudi Arabistan’daki rejimin ayakta kalması, emperyalist güçler açısından yaşamsal önem taşıyor ve her iki tarafın çıkarları birbirleriyle örtüşüyor. Almanya bu nedenle, Almanya kamuoyundaki tüm eleştirilere ve karşı çıkmalara aldırmadan, Suudilere son teknolojiyle donatılmış silah, araç ve gereç vermektedir. Ve bu silahlanma tam olarak rejimin ayakta tutulmasına hizmet etmektedir: Örneğin en son gönderilen Alman tankları, kent ve kasabaların dar sokaklarında rahat manevra yapabilecek şekilde modifiye edilen kısa namlulu tanklardır, ki böylesi silah, araç ve gereçler Suudilere gerek ülke içerisinde, gerekse de Bahreyn’de olduğu gibi, komşu ülkelerdeki ayaklanmaları “etkin” bir biçimde bastırma yetisini vermektedirler. Steinberg, bu nedenle AB’nin nasıl bir politika izlemesi gerektiğini şöyle vurguluyor: “Suudi Arabistan yüksek istikrar riski olan bir ülkedir. Ancak Suriye, Libya ve en son Yemen’de gördüklerimiz, bölgedeki istikrar tanımını yenilememizi gerektiriyor. Avrupa politikalarının hedefi, değişimleri olanaklı kılacak derecede dinamik olan bir istikrarı sağlamak olmalıdır. Bölgede partnerimiz olmak isteyen devletler, değişimlere hazır olmak zorundadırlar.

Emperyalist hakimiyetin kalıcılık aracı: Rejim değişikliği

Steinberg’in söyledikleriyle, Kral Selman’ın rejim konsolidasyonu bir çelişki gibi görülebilir, ama çelişki değildir. Çünkü Suudi Arabistan’daki rejim emperyalist güçlerin uzun vadeli hakimiyet hedeflerine ve bu çerçevede gerçekleştirmek istedikleri politikalara – rejim değişikliği dahil – en iyi uyum sağlayabilen rejimdir. Çelişki gibi görünenler, kısa ve orta vadeli adımlarla korunmaya çalışılan çıkarlardır.

Örneğin Suudi egemenlerinin Arap dünyasında 2011’den itibaren vuku bulan değişimlere verdikleri yanıt, doğrudan “oyun kuruculuk” rolüne soyunmak ve değişimleri olanaklı olduğunca kendi lehlerine devşirmeye çalışmak oldu. Bu yöndeki başarılarını Mısır’da gözlemlemek olanaklı. Suudiler, yanlarına Birleşik Arap Emirlikleri’ni ve Kuveyt’i alarak, Müslüman Kardeşleri ve Cumhurbaşkanı Mursi’yi alaşağı eden Abdülfettah el-Sisi cuntasını desteklediler. Sisi cuntası, 2013 Temmuzunda darbeyi yaptıktan sonra, aslan payı Suudilerden olmak üzere, hibe ödemeleri, kredi ve yakıt sevkiyatı olarak toplam 23 milyar Dolarlık yardımı alabildi.

Suudiler açısından Mursi’nin alaşağı edilmesini desteklemenin iki temel nedeni vardı: Birincisi, Suudi Vahhabizmine ideolojik olarak karşı çıkan Müslüman Kardeşler örgütünün Mısır’da iktidarı ele geçirmesi, Suudi Arabistan’daki Müslüman Kardeşlere yakın muhalefetin rejime karşı ayaklanma girişimini başlatması için cesaretlendirici bir gelişme olarak değerlendiriliyordu. Nitekim 2012 sonlarında Mursi taraftarları ile Mısır muhalefeti arasında artan kutuplaşma ve şiddet olayları, Suudi egemenlerini daha da kaygılandırmaya başlamıştı.

İkinci temel neden ise, Mursi yönetiminin – her ne kadar temkinli olsa da – Suudilerin bölgedeki etkinliği kırmak istedikleri İran’la ilişkiler kurması oldu. İran’a karşı Körfez Ülkeleri Konseyi ve Türkiye ile “Sünni Yayını” oluşturmaya çalışan ve İsrail ile stratejik işbirliğine giren Suudi egemenleri açısından bu yakınlaşma kabul edilebilecek bir durum değildi. Sonuçta Mısır’daki darbe desteklendi ve Müslüman Kardeşler örgütünün etkinliği büyük ölçüde kırıldı. Gerçi Sisi cuntası, Suudilerin İran politikalarıyla hayli uyumlu davranıyor ve Suudi Arabistan’daki Sünni muhalefetin ayaklanma örgütleyebilecek kudreti yok, ama Mısır’da kurulmak istenilen “istikrar” hedefine ulaşılamadı. Sisi cuntası, tüm sert tedbirlerine rağmen, islamist terör eylemlerini henüz kontrol altına alabilmiş değil. Ayrıca Suudilerin müttefikleri olan Körfez ülkeleri giderek daha açık bir şekilde Sisi cuntasına olan güvensizliklerini dile getiriyorlar. Türkiye’nin Mısır politikası ise biliniyor.

Suudiler bu nedenle geleneksel olarak Müslüman Kardeşlere yakın politikalar izleyen Katar ve Türkiye ile olan ilişkilerini yeniliyorlar. Suudi egemenleri açısından bu yeniden yakınlaşma giderek daha da önemli hâle geliyor, çünkü Irak, Suriye ve Lübnan’dan sonra Yemen’de de mevzii kazanan İran’ın bölgedeki etkisi artıyor. Ayrıca ABD’nin İran ile yürütülen nükleer program görüşmelerinde İran lehine angajman geliştirmesi ve Washington’da olası bir ABD-İran yakınlaşmasına sıcak bakılması, Suudi egemenlerinin işine gelmiyor. Bu nedenle bölgedeki müttefikleri İsrail ve Körfez ülkeleriyle birlikte “oyun kurma” çabalarına girişiyorlar.

Kısa bir süre önce Yemen’e yönelik saldırıları bu çabaların arasında görmek gerekiyor. İran’a yakın duran Şii Husi gruplarının, Yemen devlet başkanı Mansur Hadi’nin kaçmasına neden olacak derecede başarı kazanmaları, Bağdat, Şam ve Beyrut’tan sonra dördüncü Arap başkentinin İran’ın etki alanına gireceği kaygısını derinleştirdi. Nitekim Suudi Arabistan öncülüğündeki bir koalisyon Yemen’e saldırdı. Anca kısa süre içinde hava saldırılarıyla sonuç alınamayacağı ortaya çıktı. Dahası, bombardımanlarda çok sayıda sivilin yaşamını kaybetmesi, zaten sadece Yemen El-Kaidesi ve benzeri islamist terör gruplarına karşı savaşarak Sünni aşiretlerinin güvenini kazanan Husi gruplarına yönelik desteğin Sünni nüfus arasında da artmasına ve Suudi egemenlerine yönelik nefretin çoğalmasına neden oldu. 10 ülkeden oluşan koalisyonda Suudilerle birlikte sadece Körfez ülkelerinin hava saldırılarına katılmaları ve bu beş ülkenin de kara harekatı yapabilecek durumda olmaması, Suudilerin “oyun kurucu” rolünü zaafa uğrattı. Her ne kadar ABD Suudilerin hava operasyonlarını onaylamış görünse de, Yemen’e yönelik askeri müdahaleye sonuç alıcı bir destek çıkmadı. Hürmüz Boğazı’nın uluslararası deniz nakliyatının stratejik bir noktası olması ve ABD’nin bölgenin bütününe yönelik stratejik ajandası sonucunda Suudi egemenler geri adım atmak zorunda kaldılar.

Bu örnekten de görüldüğü gibi, ABD ve AB emperyalizmleri ancak kendi kontrolleri altında tutabildikleri rejim değişikliklerini önceliyorlar. Ancak bu gerçek, emperyalizmin her daim sadık müttefiki olan Suudi egemenlerinin kendi çıkarlarını kollamak için “oyun kurucu” rolünü oynamaya devam etmelerini engellemiyor.

Suriye senaryoları ve Türkiye’yi bekleyen tehlike

Suudi despotlarının, en az AKP rejimi kadar Suriye’de kendi lehlerine olan bir rejim değişikliğinin gerçekleşmesini destekleri yeterince biliniyor. DAİŞ güçlerinin Kobanê’den geri püskürtülmeleri ve DAİŞ’in giderek destek aldığı güçlerden bağımsızlaşarak, devlet yapılanmasına gitmesi, ABD ve AB’nin olduğu kadar, Suudi Arabistan’ın da kimi önceliğini değiştirmesine neden olmuştu. Katar’dan başka hiç kimsenin desteğini alamayan AKP rejiminin “değerli yalnızlığı” işte böyle ortaya çıkmıştı.

Ancak Suudi egemenleri Mısır ve Müslüman Kardeşler nedeniyle soğumaya yüz tutan Türkiye ve Katar ilişkilerini yeniden canlandırdılar. Nitekim Erdoğan ve Selman’ın Riyad’da buluşmalarının hemen ertesinde Suriye’deki islamist terör grupları arasında cepheler oluşuyor haberleri gelmeye başladı. El Nusra Cephesinin öncülüğünde kurulan “Fetih Ordusu” bilindiği gibi İdlib’i ele geçirdi ve katliamlar gerçekleştirdi. Suriye’nin Kuzeyinde “Fetih Ordusu” ve DAİŞ’in saldırılarını yoğunlaştırmalarının, Güneyinde ise El Nusra Cephesinin saldırıları ile İsrail’in Suriye topraklarına yönelik “güvenlik” operasyonlarını başlatmasının eş zamanlı yapılması, Esad’a bağlı güçlerin İdlib’i kaybetmelerinin en büyük etkeni.

İsrail’in desteğini alan Suudi Arabistan ve Türkiye bu şekilde ABD’nin Suriye’deki iç savaşa çok daha aktif bir şekilde müdahil olmasını sağlamak istiyorlar. Suudiler “Esad rejimi savaşı kaybediyor” algısını güçlendirmeye çalışırlarken, AKP rejimi de ABD ile birlikte karar altına aldığı “Eğit-Donat” programının acilen başlatılması için bastırıyor.

Anımsanacaktır; “Eğit-Donat” programıyla Suriyeli muhaliflerden (!) oluşan 5 bin kişilik bir silahlı güç oluşturulacak ve Suriye’deki iç savaşa katılarak Esad rejiminin alaşağı edilmesi sürecini destekleyeceklerdi. Ancak ABD kısa süre içerisinde programa katılmak için ilk başvuran 1.500 kişiden üçte ikisinin Suriye’deki islamist terör çeteleriyle bağlantılı olduğunu tespit etti. Şu ana kadar programa katılmaları onaylananların sayısının 450’yi aşmamış olması, Washington’u son derece rahatsız ediyor. Hâlen programın resmen başlatılmamış olması, ABD’nin programı iptal etme yatkınlığında olduğuna işaret ediyor.

ABD’nin İran politikasından rahatsız olan ve olası bir ABD-İran yakınlaşmasının çıkarlarına ters düştüğünü düşünen İsrail ve Suudi Arabistan, ABD’nin Suriye’deki angajmanını artırması için ellerinden geleni yapıyorlar. Ancak ABD Esad rejiminin hâlâ toplumsal desteğe ve müttefiklere sahip olduğunu ve İsrail ile Suudilerin istediği gibi Esad devrilse bile, Suriye’deki iç savaşın bitmeyeceğini çok iyi biliyor. Bir kere Esad rejimine bağlı olan gruplar, Şii nüfus, İran, hatta komşu Lübnan’daki Hizbullah, Esad alaşağı edilse dahi pes etmeyecekler. Kaldı ki kendisini emperyalist güçlerin kuşatması altında gören Rusya da bir biçimde müdahil olmaktan çekinmeyecek ve BM Güvenlik Konseyi’nde Çin ile birlikte veto hakkını – sadece Suriye için değil – kullanmaktan feragat etmeyecektir.

Obama yönetiminin bu nedenle ne İsrail’in, ne Suudilerin istemlerine, ne de ABD’li Cumhuriyetçilerin başkanlık seçimleri motivasyonuyla sarf ettikleri radikal söyleme pek kulak asmayacağını öngörebiliriz. Suriye’deki durumun realist değerlendirmesi ve Ortadoğu’daki ABD çıkarları, ABD’nin Suriye’de içinden çıkamayacağı bir maceraya girmesini engelleyecektir.

Peki, ya Suudiler? Suudi egemenlerinin çıkarları, şu anda uyguladıkları politikaları devam ettirmelerini gerekli kılmakta. Suudilerin Suriye’deki hedeflerine ulaşmaları zor görünüyor, ama başarısız olsalar dahi bundan pek etkilenmeyecekler. Aksine iç ve dış politikada sürdürecekleri sert uygulamalarla iktidarlarını pekiştirecekler. Kaldı ki Suriye ile sınırı olmayan Suudi Arabistan’ın, elindeki doğal kaynaklar ve müthiş sermaye birikimiyle olası krizlere dayanma gücü yüksek.

Ama Türkiye için durum böyle değil. Aksine olası bir Suriye savaşı Türkiye açısından büyük riskler ve tehlikeler barındırıyor. Toplumsal desteğinde azalma olan ve bir yönetim krizi yaşayan AKP rejimi ve sermaye ihracı gerekliliği nedeniyle bölgesel emperyalizm hevesleri peşinde koşan Türkiye burjuvazisi, krizi bir savaş ile aşmayı düşünüyor olabilir, ki “Suriye’ye askeri harekat” dedikoduları boş alanda ortaya çıkmıyor.

Elbette rasyonel düşünülürse, yılda 60 milyar Doları enerjiye harcayan, ekonomisi ve siyaseti göbeğinden emperyalizme bağımlı olan, devlet bütçesi, ekonomisi ve toplumu borç batağında yüzen, toplumsal bölünmüşlüğü nefret düzeyine ulaşmış, kurulduğu günden beri kronikleşmiş sorunlarını çözememiş ve kangrene dönüşmüş Kürt ulusal sorunu olan bir ülkenin böylesi bir savaşa girmesi söz konusu olamazdı. Ancak AKP rejiminin iktidar hırsı ile içine düştüğü akıl dışılık (irrasyonalite), ülkeyi böylesi bir maceraya sürükleyebilir. Böylesi bir maceranın, Türkiye’yi dehşetli ve uzun yıllar kanlı bir biçimde sürecek bir mezhep çatışmasının içine sokması, hiç te hayali bir düşünce değil. Aksine, Türkiye’nin bugüne kadar görülmemiş bir kan gölüne dönüşmesi o zaman kuvvetle muhtemeldir. O nedenle AKP rejiminin geriletilmesi, antidemokratik seçim barajının yıkılarak, HDP’nin meclise girmesi, geleceğimiz açısından büyük bir önem taşımaktadır. 7 Haziran seçimleri yakın tarihte olmadığı kadar özel bir önem kazanmıştır. HDP’ye verilecek her oy, diktatörlüğe ve savaşa karşı verilmiş sayılacaktır.


Konuyla ilişkili diğer makaleler