Türkiye’nin Neoliberal Dönüşüm Süreci ve AB’nin Rolü (I)

Türkiye’nin Neoliberal Dönüşüm Süreci ve AB’nin Rolü (I)

Turgut ÖzalAvrupa’daki yaygın medya uzun bir süre “Türk ekonomi mucizesi” ve “demokratikleşerek Avrupa Birliği’ne yakınlaşan aday ülke” resmini çizmişti. Türkiye ne de olsa AKP hükümeti altında bütçesini konsolide etmiş, Kemalist generalleri kışlaya geri göndermiş, küresel stratejilere entegre edilmiş ve komşuları ile “sıfır sorun politikası” izleyen bir bölgesel güç hâline gelmişti.

Sadece yaygın medya değil, Avrupalı siyasetçiler de Başbakan Erdoğan ve partisinden övgüyle söz etmekte, hatta eski Alman Cumhurbaşkanı Christian Wulff gibi isimler müthiş devinimlerin yaşandığı Arap dünyasına Türkiye’yi “model ülke” olarak önermekteydiler. AKP, İslam’ı demokrasiyle “uyumlu” hâle getiren, kangrene dönüşmüş Kürt Sorununu çözme iradesini gösteren ve Türkiye’yi, şimdiye kadar hiç bir partinin yapamadığı kadar AB’ne yakınlaştıran “muhafazakâr-demokrat” bir siyasî formasyon olarak gösteriliyordu.

Ancak 2013 Haziran Direnişi bu resmin – en azından Avrupa kamuoyunda – bir daha düzeltilemeyecek biçimde paramparça olmasına neden oldu. Yer altında lavların birikip, basıncın artması ile yanardağın patlaması misali, 11 yıllık AKP hükümetinin politikalarının sonucunda, ancak 15-16 Haziran 1970 direnişiyle karşılaştırılabilecek bir kalkışma, Erdoğan’ın “yenilmezlik efsanesini” bitirdi. 2013 Haziran Direnişi AKP’nin çirkin, ama gerçek yüzünü herkes için görünür kılıyordu.

Haziran Direnişi, Ortadoğu’daki ve bilhassa Suriye’deki gelişmeler, uluslararası mali piyasa aktörlerinin böylesi dönemlerde “güvenli limanları” riskli eşik ülkelerine tercih etmeleri, AKP’nin dış politika hedeflerinin tümünün fiyaskoyla sonuçlanması sonucunda kimi sermaye fraksiyonunun Arap dünyasındaki yatırımlarının tehlikeye girmesi, AKP’nin uzunca bir süre kapitalist rekabette Sünni-muhafazakâr küçük ve orta ölçekli şirketlerde yana taraf tutması ve Erdoğan’ın “başkanlık sistemi” ile devletin hamilik vaadini vermesiyle birleşince, AKP’yi oluşturan koalisyondaki derin çatlak kaçınılmaz oldu ve Türkiye 17 Aralık 2013’de ender görülür bir kapışmaya güne uyandı.

Ancak Erdoğan’ın şahsında cisimleşen güçlerin kontrolü altında olan AKP, bu krizi çekirdek seçmen kitlesi üzerinde bugüne kadar büyük etkisi olan Erdoğan’ın bu kitleyi ustaca mobilize etmesiyle aşabildi. Dahası, yerel seçimlerde seçmen desteğini önemli ölçüde koruyabilen AKP, Erdoğan’ın ilk turda Cumhurbaşkanı seçilmesini sağladı. Yönetim krizini bir ölçüde aşabilen AKP, sermaye birikimindeki durağanlığın önüne geçemedi. Bunun ardında iktisadi büyümenin temel taşlarını inşaat sektörünün, perakendecilik ve hizmetlerin oluşturması ve bu çerçevede sınai üretimin yurt içi GSMH’daki payının sürekli düşmesi de yatmaktadır. Hane başı borçlanma ile şirketlerin döviz bazındaki borçlanmasının devasa boyutlara ulaşması, enerji alımının ve ihracatın göbeklerinden ithalata bağımlı olması, TL’nin süren değer kaybı birikim sürecindeki krizi derinleştirdi.

Büyük burjuvazi ile uluslararası tekeller kapitalist rekabete devlet müdahalesini istemediklerinden, Erdoğan’ın “başkanlık sistemini” reddediyorlar ve AKP koalisyonu içindeki çatlağın derinleşmesine uğraşıyorlardı. Nitekim otoriter neoliberal tedbirlere ve yaşamın her alanının İslamileştirilmesine karşı toplumda oluşan direnç mekanizmaları, HDP’nin kilit rol oynadığı 7 Haziran 2015 seçimlerinde “başkanlık sistemi” konseptinin yenilgisi ile sonuçlandı. Görüldüğü kadarıyla sınai üretimin yüzde 65’ini ve ihracatın yüzde 80’ini kontrol eden büyük burjuvazi ve tekeller kapitalist rekabetin örgütleniş biçimi üzerine verilen ilk ciddi muharebeyi zaferle kapattılar.

Bu makalenin kaleme alındığı günlerde “güvenlik rejimi” ve militaristleşme konseptine yeniden dönüşün hızlandığı bir sürece girilmişti. Henüz bu sürecin nasıl sonuçlanacağını öngörmek, çoklu kriz ortamını yönetmeye çalışan egemenler arasındaki iktidar mücadelesinin devam etmesi ve süreci doğrudan etkileyen Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesinin netleşmemesi nedeniyle kolay değil. Ancak süreç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Türkiye’nin egemen sınıfları ve onları destekleyen emperyalist güçler açısından belirleyici olan hedef, neoliberal dönüşüm sürecinin sürdürülebilirliği ve toplumsa dirence karşı güvence altına alınmasıdır.

Güncel gelişmelerin nasıl şekilleneceğini tahmin etmek ve buradan mücadelenin izlemesi gereken siyaset önerileri çıkartmak için, tarihsel gelişmeleri, maddi şartları ve uluslararası koşulları temel alan, küresel bir bakışa dayanan kapsamlı bir analiz gerekmektedir. Politika Gazetesi gibi bir yayının teknik sınırlılığı böylesi bir kapsamı ne yazık ki engellemektedir. Bu nedenle başladığımız bu yazı dizisinde tarihsel gelişmenin sadece bir bölümüne, Türkiye’nin neoliberal dönüşüm sürecine ve AB emperyalizminin bu süreç üzerindeki rolüne odaklanmak istiyoruz. Türkiye’deki farklı aktörlerin, özellikle sol liberal kesimler ve Kürt hareketinin yasal siyasi temsilcileri arasında hâlâ yaygın olan, “AB üyeliği, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve barışın tesis edilmesi için merkezi önem taşıyor” görüşü de böylesi bir odaklanmaya karar vermemizde etkili olmuştur. Kimi sosyalistin bile siyasi aktörlerin söylemine ve görüngülere göre siyaset analizi yaptıkları ve toplumsal hafızanın zayıfladığı bugünlerde hafızamızı tazelemek için tarihsel gelişmenin bu bölümüne telgraf stilinde bir bakış fırlatalım.

“Avrupalılaşmanın” Tercümesi

Türkiye, sahip olduğu jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik coğrafi konumu nedeniyle başından beri emperyalist güçlerin imtiyazlı hamiliğinde tutulan bir kapitalist devlet olmuştur. Türkiye’nin Avrupa’da oluşan birliğe alınması planları da, bu hamilik ilişkisinin bir parçasıdır.

Anımsanacağı gibi Türkiye’nin “Avrupalılaşma” macerası ciddi olarak ilk kez 1963 Ortaklık Antlaşması ile başlamıştı. Ortaklık Antlaşması sadece belirsiz bir üyelik vaadini içermiyor, aynı zamanda adım adım gerçekleştirilecek bir Gümrük Birliğini öngörüyordu. Türkiye burjuvazisinin ve devlet bürokrasisinin sanayileşmeye dayalı bir sermaye birikimi stratejisine ağırlık vermeleri ve dönemin Avrupa Topluluğu’nun Türkiye pazarına öncelik vermemesi nedeniyle, Ortaklık Antlaşmasından doğan yükümlülükler etkin bir uygulamaya dönüşmedi. 1970’lerin küresel krizi ve Türkiye’deki sanayileşme politikasının iflasının ardından IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası mali kurumlarla girilen ilişkiler, Türkiye’nin “Avrupalılaşma” sürecini yeniden canlandırdı. Bu aynı zamanda 1970’li yılların sonundan itibaren Türkiye’nin ihracata yönelen liberal bir gelişme yoluna girmesi anlamına geliyordu.

24 Ocak 1980 kararlarıyla Türkiye’de yepyeni bir dönem başladı. Bütçe konsolidasyonu, devalüasyon, ücretlerin düşürülmesi, ihracat teşvikleri, esnekleştirme, özelleştirme ve liberalleşme gibi adımları içeren kararlar, sendikal hareketin ve toplumsal muhalefetin direnci ile karşılaşınca, askerî darbe kaçınılmaz oldu. 12 Eylül 1980’den itibaren Türkiye, Şili’den sonra neoliberal politikaların askerî araçlarla uygulanmaya başlandığı ikinci ülke oldu.

Askerî zorla uygulamaya sokulan program, kısa vadede enflasyon oranının düşmesine, ekonomik büyümenin artmasına ve ticaret ile mali sektördeki liberalleşmenin hızlanmasına neden oldu. Cunta anayasasıyla güvence altına alınan neoliberal politika, cuntanın Kasım 1983’de iktidarı sivil hükümete devretmesinden sonra da devam ettirildi. 1980’li yılların sonuna kadar gerçekleştirilen uygulamalarla Türkiye ekonomisi dünya pazarı ile bütünleştirildi.

Bu dönemde Türkiye’nin ürün ve mali piyasalarının uluslararası sermayeye açılması, 1963 Ortaklık Antlaşması’nın yeşermesine ve antlaşmadan doğan yükümlülüklerin etkin bir biçimde yerine getirilmesine neden oldu. Gerçi Avrupa’da yaşayan Kürdistan ve Türkiye kökenli göçmenler ile politik mültecilerin oluşturduğu örgütlenmelerin meşakkatli çalışması sonucunda askerî cunta Avrupa kamuoyunda tepki topluyordu ve bu tepki sayesinde Avrupalı hükümetler cuntaya karşı pozisyon almak zorunda kalmışlardı, ama 1983 seçimleriyle birlikte Avrupa ülkeleri yeniden “demokrasiye geçen” Türkiye ile ilişkilerini normale döndürdüler. Nitekim 1980’li yılların sonunda Türk Lirasının konvertibilitesi gerçekleştirilmiş, sermaye trafiği serbest bırakılmış, özel sektörün yurtdışından kredi alması olanaklı hâle getirilmiş ve yabancı sermaye yatırımları hızlandırılmıştı.

Ancak 1988’e gelindiğinde bu stratejinin sürdürülebilirliği sınırlarına ulaştı. Ekonomik büyüme yüzde 2,1’e düşerken, enflasyon yüzde 75’e çıktı. Hükümet, özellikle sendikal hareketin yeniden örgütlenerek gerçekleştirdiği grevler nedeniyle baskı altına girmişti. Cunta ile yok edilen kazanımlar ve ücret kayıpları tam olarak kompanse edilemese de, sendikal mücadele sonucunda önemli sayılabilecek ücret artışları gerçekleştirilebildi. 1987’den itibaren hızlanan kamu borçlanması reel faizlerin artmasına, bunun sonucunda da yabancı sermaye akışına neden oldu. Artan yabancı sermaye akışı, cari dengenin kısa vadede finance edilmesini sağladı ve hükümete, populist tedbirler olarak nitelendirilebilecek olanaklar verdi. 1993’e kadar borçla finanse edilen ekonomik büyüme yılda ortalama yüzde 6’ya ulaştı, ama 1994’de mali krize tosladı ve Türk Lirası yüzde 13 değer kaybetti. Yaklaşık üç ay süren türbülanslar hükümetin 1994 Nisan’ında kabul edeceği İstikrar Paketiyle sona eriyordu, ama Türk Lirası da yüzde 64 değer kaybedecekti.

Cunta tarafından konulan siyaset yasaklarının 1987 referandumu ile kaldırılması ve parlamentarizmin görece güç kazanmasıyla birlikte AB ile olan ilişkiler derinleşmeye başladı. AB’nin Türkiye ekonomisinin şekillendirilmesinde merkezî bir aktör olmasıyla, Türkiye-AB ilişkileri yeni bir aşamaya geçti.

1990’lar: En Uzun ve En Kanlı On Yıl

İki kutupluluğun sona erdiği 1990’lı yıllar Türkiye için her açıdan en uzun ve en kanlı on yıl olarak nitelendirilebilir. Çünkü gerek neoliberal politikaların kökleştirilmesi, gerek Türkiye’nin küresel stratejilere eklemlenmesi ve gerekse de Kürt halkına yönelik kirli savaşın derinleştirilmesi bu on yıla damgasını vurdu.

Halbuki 1980’li yılların sonunda partiler sisteminde yapılan değişikliklerle “demokratikleşme” umutları çoğalmıştı. Ne yazık ki “demokratikleşiyoruz” laflarını ağızlarından düşürmeyenler ne cunta anayasasını, ne antidemokratik uygulamaları, ne de cumhurbaşkanının olağanüstü yetkilerini sorguluyorlardı.

Cunta karşıtı söylemle 1991’de iktidara gelen DYP-SHP hükümeti, askerî zor ile uygulamaya sokulan neoliberal politikalara hız verdi. Parlamentonun yetkilerini hükümete aktaran Kanun Hükmünde Kararname (KHK) uygulamaları 1991-1995 yılları arasında özelleştirmelerin herhangi bir engele takılmadan hızla gerçekleştirilmeleri, parlamento kontrolü dışında kalan bir gider yapılanması ile bütçe dışı fonların kullanılması için en fazla başvurulan enstrüman oldular. DYP-SHP hükümeti yabancı sermaye düzenlemelerinin sorumluluğunu Devlet Planlama Teşkilatı üzerinden Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’na vererek, başbakanlığın doğrudan kontrolüne bağladı. Böylelikle müsteşarlık, parlamento ve yargının hiç bir kontrolü ve etkisi olmadan neoliberal politikaların infaz memurluğu hâline getirildi.

Bir yanda KHK’ler ile başta telekomünikasyon ve enerji sektörleri olmak üzere, çeşitli sektörlerde Dünya Bankası, IMF ve AB’nin dayattığı düzensizleştirmeler gerçekleştirilirken, diğer yanda politizasyonu giderek yükselen Kürt halkının haklı taleplerine gösterilen militarist reaksiyon üzerinden Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) modernizasyonu hızlandırıldı. 1990’lı yıllar kirli savaşın, faili meçhul cinayetlerin ve antidemokratik uygulamaların zirve yaptığı bir dönem oldu.

AB, bilhassa Çekirdek Avrupa olarak adlandırılan Almanya-Fransa-Benelüks ülkeleri hem silah ve teçhizat hibeleri ve satışlarıyla TSK’nin modernizasyon sürecini, hem de Türk devletinin kirli savaş yöntemlerini kendi politikalarıyla desteklediler. Örneğin Türkiye’de suikastler ve faili meçhul cinayetler yılı olarak hafızalara kazınan 1993 yılında AB kurumları ve AB üyesi ülkelerin hükümetleri Kürtlere yönelik olan politikalarını sertleştirdiler. Bu açıdan PKK’nin 1993 Kasım’ında önce Almanya’da yasaklanması, ardından terörist örgütler listesine alınması tesadüfî bir gelişme değildir.

1990 sonrası dünyasında yaşanan devinimler, küresel stratejilerde önemli değişikliklere yol açtığından, AB’nin Türkiye ile olan ilişkilerini giderek daha çok kurumsallaştırmaya çalışmasına neden oldu. Avrupa sermayesi Türkiye pazarının, bilhassa Ortadoğu açısından taşıdığı potansiyellerin farkına varırken, geliştirilen Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikaları Türkiye’nin AB’ne yakınlaştırılmasını gerekli kılıyordu. NATO’nun ikinci büyük ve asimetrik savaşta deneyimli ordusuna sahip olan Türkiye, emperyalist güçlerin Balkanlar - Kafkaslar - Ortadoğu üçgenindeki jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik çıkarları için giderek daha önemli bir ülke hâline gelmişti. Bununla birlikte AB içerisindeki bazı çıkar çelişkileri de Türkiye’ye yönelik ilginin artmasına neden olmaktaydı: Almanya ve Fransa bilhassa enerji tedariki politikasında ABD ile olan rekabette Türkiye’nin konumu sayesinde avantajlı duruma gelmeyi hesaplarlarken, Britanya ile ABD stratejik ortak Türkiye’nin AB üyeliği sayesinde AB içerisindeki transatlantik cephenin güç kazanacağını düşünüyorlardı. Türkiye’nin AB üyelik süreci çerçevesinde ABD’nin üyelik için bastırması ve Almanya’nın “imtiyazlı partnerlik” önerisini ileri sürmesi biçiminde ifadesini bulan tartışmanın nedeni, bu farklı yaklaşımlardır.

Nitekim 1990’lı yılların ortalarından itibaren AB-Türkiye ilişkileri resmen üyelik sürecine dönüşmekteydi. 1980 darbesiyle uygulamaya sokulan politikalar, anayasa ile güvence altına alındıktan, esnekleştirme-özelleştirme -düzensizleştirmeler büyük ölçüde gerçekleştirildikten sonra Türkiye 1996 yılında Gümrük Birliği’ne üye edildi – ürün, sermaye ve hizmet trafiği serbest bırakıldı (Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için serbest dolaşıma izin çıkmadı ama) ve Türkiye Avrupa iktisat hukukunu kabul etti. Böylelikle Türkiye’deki neoliberal politikalar hızla AB’nin neoliberal ve militarist dönüşüm süreci ile birleştirilmiş oldu, ki AB ile olan ilişkilerin bu biçimde kurumsallaştırılması Türkiye sermayesinin çıkarlarıyla da bire bir örtüşmekteydi.

Diğer yandan Türkiye’nin AB üyelik süreci neoliberal politikalara toplumsal destek ve meşruiyet sağlıyordu. AB, Türkiye toplumu için 1980 sonrası Dünya Bankası ve IMF tarafından yönlendirilen ekonomi politikalarına nazaran, özellikle demokrasi ve insan hakları alanlarında ilerlemelerin gerçekleşeceği umutlarıyla da bağlantılı olduğundan, çok daha çekici geliyordu. Türkiye kamuoyu AB’nin Kopenhag Kriterleri ile demokratikleşmenin, demokratik hukuk devleti esaslarının tesis edilmesinin, azınlık ve insan haklarına saygının gerçekleşeceği kanısına sahipti, ama kriterlerin en büyük bölümünü oluşturan ekonomik yükümlülükler ve dönüşümler kaale alınmıyordu. Gerçi AB üyelik süreci belirli alanlarda “demokratikleştirmelere” ve belirli temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasına neden oldu (hoş, bunların daha çok, her an kısıtlanabilir kozmetik rötuşlar olduğu sonraları ortaya çıktı), ama aynı zamanda neoliberal iktisat rejimi yasal olarak kökleştirildi. Demokratikleşme çerçevesinde atılan belirli adımlar nedeniyle (ölümü gördükten sonra, sıtmaya razı olmak da denilebilir) Türkiye’deki sol liberal çevreler “Avrupalılaşmamıza” yol açacak AB üyelik sürecinin ve böylelikle neoliberal birikim rejiminin en önemli savunucuları hâline geldiler. Kamuoyunda AB üyeliğine karşı çıkmanın “eski rejim” taraftarı ve milliyetçi olmakla eş anlamlı olduğu kanısı yaygınlaştırıldığından, AB üyelik sürecini neoliberalizm ve kapitalizm karşıtlığı konumundan eleştiren sosyalist hareketin etkinlik alanı daraldı.

Neoliberalizm genel olarak 1990’lı yıllarda güç ve toplumsal meşruiyet kazanmış olsa da, aynı dönemde uluslararası mali piyasaların dünya çapında etkinliklerini artırmaları sonucunda neoliberal rejimin sınırları daha çok belirginleşti. Kirli savaşın derinleşmesi, toplumsal parçalanmışlıkların kronik hâle gelmesi, siyasetteki kutuplaşmalar, yasama-yargı-yürütme arasındaki çelişkiler, yolsuzlukların artması ve sosyal sorun patlaması nedeniyle toplumsal direncin gelişmesi, ekonomi yönetimini giderek zorlaştırıyordu. Bununla birlikte mali piyasaların liberalleştirilmesi ve sermayenin küreselleşmesi hükümetlerin ekonomiye müdahale etme ve bu şekilde piyasalardaki gerginlikleri yumuşatma olanaklarını azaltmıştı. Nitekim 1994 krizi, 28 Şubat 1997 “postmodern darbesi”, IMF’nin 1998 müdahalesi ve 1998 istikrar programları yaşanan ciddî krizlerin ifadesi oldular.

Bir dahaki sayıda: “Eski kıyafet dar gelmeye başlayınca...”, “Ve yeni elbise sahnede: AKP!