Türkiye’nin Neoliberal Dönüşüm Süreci ve AB’nin Rolü (II)

Türkiye’nin Neoliberal Dönüşüm Süreci ve AB’nin Rolü (II)

Eski kıyafet dar gelmeye başlayınca...

Uluslararası rating ajansları Türkiye’ye 1994 krizine kadar “borcunu geri ödeyebilir ve yatırıma uygundur” notunu vermişlerdi. 1994’den sonra bu not düşürüldü. 1997 Haziran’ında RP-DYP hükümetinin istifasının ardından iktidara gelen ANAP azınlık hükümeti üç yıllık istikrar programıyla işbaşı yaptı. IMF programa onay vermişti. Ancak 1997 Asya krizi ve Rusya’daki 1998 krizi ile uluslararası mali piyasalarda baş gösteren türbülasyonlar, diğer eşik ülkelerini vurduğu gibi, Türkiye’yi de vurdu. Gerçi vergi gelirlerinin artırılması, özelleştirmelerin hızlandırılması ve kamu giderlerinin azaltılması sonucunda bütçe konsolidasyonu hedeflerine kısmen ulaşılmıştı, ama daha başından üç yıllık istikrar programının başarısız olacağı görünür olmuştu.

Nitekim azınlık hükümeti istifa etmek zorunda kaldı ve 28 Nisan 1999’da DSP-ANAP-MHP hükümeti oluşturuldu. Ecevit hükümeti kamu borçlarının yurt içi GSMH’nın yüzde 42’sine çıktığı, bankalara ve TL’ye olan güvenin sıfırlandığı, enflasyon oranlarının zıpladığı bir dönemde işbaşı yapmıştı. Ecevit hükümeti kısa zamanda önemli kararlar aldı: Yeni Bankalar Yasası yürürlüğe sokularak, batık bankalar kamusallaştırıldı; Sosyal Sigortalar Kanunu değiştirildi; anayasa değişikliği ile uluslararası tahkim kabul edildi ve tarım sübvansiyonları durduruldu. Bunların yanı sıra DGM’lerde askerî yargıç uygulamasına son verildi ve yeni bir Siyasi Partiler Yasası kabul edildi. Bu değişikliklerin sonunda ise IMF ile 1999 Aralık’ında iki yıllık bir “Stand-By-Antlaşması” imzalandı. Türkiye’ye bir diğer mükâfat gene 1999 Aralık’ında Helsinki’de toplanan AB Zirvesinde verildi: artık Türkiye resmen aday ülke statüsüne sahipti. [ABD ve AB daha önce, 15 Şubat 1999’da uluslararası bir komplo ile PKK lideri Abdullah Öcalan’ı kaçırıp, Türkiye’ye teslim etmiş ve hükümetin iç politikada önemli ölçüde puan toplamasını sağlamıştı. Öcalan’ın yargılanma sürecinde gerçekleştirilen ekonomik kararlar kamuoyunda neredeyse hiç tartışılmadı. İdam cezası 2002 Ağustos’unda AB 3. Uyum Paketiyle kaldırıldı.]

Yapılan antlaşmalar on aylık bir sure içerisinde etkisini göstermeye başlamıştı. 2000 Ekim’ine kadar Türkiye’ye 15,5 milyar Dolar’ın girmesi sayesinde enflasyon ve faiz oranları düştü, tüketim arttı ve 1999’da yüzde -5 olan ekonomik büyüme, 2000’de yüzde 7,4’e yükseldi. Ancak aynı dönem içerisinde dış ticaret açığı 7 milyardan 14 milyar Dolar’a çıktı.

Sonuçta 2000 Kasım’ında ciddî bir mali kriz yaşandı. Bankaların yıl sonuna doğru masif bir biçimde devlet tahvillerini ellerinden çıkarmaları ve ağırlıklı olarak dövize yönelmeleri, banka sektöründeki spekülasyonlarla birleşince, bankaların likidite talebi faiz oranlarının artmasına neden oldu. Sadece bir aylık bir zaman içerisinde yaklaşık 6,5 milyar Dolar’ın Türkiye’den çıkmasıyla IMF’nin müdahalesini gerekli kılan bir likidite krizi baş gösterdi. IMF yıl sonunda hükümete 7,3 milyar Dolar’lık bir kredi açarak durumu kurtarmaya çalışıyordu.

 

Bunun yanı sıra devlette yönetim krizi de derinleşmekteydi. Askerî-bü-rokratik vesayet ülkenin merkezinde bulunduğu coğrafyaya yönelik yeni stratejiler çerçevesinde Türkiye’nin üstleneceği role artık uygun değildi. Türkiye’nin elbisesi eskimişti ve değiştirilmesi zorunlu görülüyordu. Kemalist bürokrasi bunu fark etmiş ve tasfiyeye direnmekteydi.

 

Nitekim MGK’nun 2001 Şubat’ındaki toplantısının Cumhurbaşkanı Sezer’in başbakan Ecevit’e anayasa kitapçığını fırlatmasıyla sonuçlanması, büyük bir döviz spekülasyonuna yol açınca, kriz derinleşti. 21 Şubat 2001’de bankalar arası gecelik faiz yüzde 6.000’de zirve yaptı. Böylece Türkiye’nin cumhuriyet tarihindeki en ağır ekonomik krizi başlamış oldu. İç borçlanmanın GSMH’ya olan oranı yüzde 29’dan yüzde 89’a çıkarken, dış borçlanma 2002 ortasında yaklaşık 126 milyar Dolar’a tırmanacaktı.

Bu gelişmenin faturası ise her defasında olduğu gibi, halka çıkartıldı. Yoksulluk, sosyal adaletsizlik ve işsizlik arttı. 2001 krizi sadece halka faturayı çıkartmakla kalmadı, aynı zamanda neoliberal dönüşüm sürecinin yeniden organize edildiği bir dönemi de başlattı. 2001 Mart’ında Dünya Bankası müdürlerinden Derviş’in ekonomi bakanı olarak atanmasıyla iktisat politikalarının karar verme mekanizması doğrudan uluslararası mali kurumların kontrolüne geçti. Sonuçta 2001 Mayıs’ında “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” (GEGP) olarak adlandırılan kapsamlı bir yeniden yapılanma başlatıldı.

Gerçi Derviş’in sorumluluğunda yürütülen programa karşı hem devlet bürokrasisi ve hükümet içerisinden, hem de toplumsal güçlerden direniş gösteriliyordu. Özellikle sendika konfederasyonları yeni Sendikalar Yasası’na karşı çıkıyor, meslek grupları ve esnaf birlikleriyle beraber protestolar örgütlüyorlardı. Ancak protestoların birbirlerinden kopuk olması, hükümetin bunlara yoğun polis şiddeti ve tutuklamalarla yanıt vermesi ve yaygın medyanın suçlayıcı propagandaları, toplumsal direncin birleşmesini ve etkin sonuçlar alabilmelerini engelledi. GEGP tüm şiddetiyle yeniden yapılanmayı gerçekleştirdi ve Türkiye’nin uluslararası mali piyasalarla bütünleşmesini derinleştirdi.

Ve yeni elbise sahnede: AKP!

2001 Şubat krizi ANAP-DSP-MHP hükümetinin de sonunu getirdi. 2002 Kasım’ında yapılan erken genel seçimlerde üç parti de parlamento dışında kaldı ve oyların yaklaşık üçte biri ile TBMM’deki sandalyelerin yüzde 55’ini alan AKP tek başına iktidara geldi. Ecevit hükümetinin IMF ile yaptığı antlaşmayı ve GEGP uygulamalarını eleştiren AKP, demokratikleşme vaatleriyle farklı kesimlerin sempatisini toplamıştı. AKP, GEGP’nin kapsamlı yeniden yapılanmasının neredeyse tamamlandığı bir dönemde iktidara geldi ve başlayan ekonomik rahatlamanın meyvelerini topladı.

IMF ve GEGP karşıtı pozisyonları siyasî söyleminde kullanan AKP, hükümet pratiğinde ise neoliberal programı tüm şiddetiyle uygulamaya devam etti, özelleştirmeleri hızlandırdı ve yabancı sermayenin girişini kolaylaştıran adımları attı. Diğer yandan AB’ne yakınlaşma siyasetini daha güçlü bir söylemle sürdürdü ve bazı “demokratikleşme paketleri” sayesinde kamuoyunda “muhafazakâr-demokrat parti” kanısını yaygınlaştırmayı başardı. Ancak “demokratikleşme paketlerini” devlet kurumları içerisinde büyük değişimlerle bağlantılı hâle getirdi. Bu şekilde bir tarafta “demokratikleşme” söylemiyle politikalarına yönelik muhalefeti zayıflatabiliyor, ama diğer yandan da devlet kurumlarında yapılan değişikliklerle demokratikleşme adımlarını boşa çıkartıyordu.

AKP ve Kentsel  Dönüşüm VurgunuAKP hükümetleri dönemi AB ile olan ilişkilerin en fazla yol aldığı bir dönemdir. 2005’de AB üyelik müzakerelerinin başlaması AKP’ye kamuoyunda puan kazandırıyordu. 2001 Mayıs’ında başlatılan programın devam ettirilmesi, yabancı sermaye girişinin kolaylaştırılması ve AB üyelik müzakerelerinin başlatılması, hem Türkiye’nin kredi notunu yükseltti, hem de yabancı sermaye girişini artırdı. [Burada AKP’nin internet sayfasında “İcraatlar” bölümünde şu ifadenin yer aldığının altı çizilmelidir: “1986-2002 döneminde 8 milyar Dolar özelleştirme geliri elde edilirken, 2003-2015 döneminde bu tutar 61,8 milyar Dolar’a erişmiştir”.] Yabancı sermaye girişi ekonomik büyümenin en önemli kaynağı oldu. 2003’de ülkeye toplam 7 milyar Dolar, 2004’de de 18 milyar Dolar girerken, 2006’da toplam 45 milyar Dolar yabancı sermaye girişi kaydediliyordu.

AKP, Türkiye’nin dış politikasında da önemli değişiklikleri gerçekleştirdi. Artık Türk dış politikası Türkiye sermayesinin ihracat olanaklarını artırmaya ve enerji ithalatını güvence altına almaya odaklanmıştı. Dış ticaret açığının büyümesini engellemek ve Türkiye sermayesine yeni pazarlar açmak için bölge ülkeleriyle ilişkiler geliştirildi. Ortadoğu ve Afrika ülkeleriyle geliştirilen ilişkilerin hedefine “bölgesel işbirliği” konulmuştu.

AKP’nin bu politikası, gerek 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra “teröre karşı savaş” gerekçesiyle küresel siyasetini şekillendiren ABD’nin, gerekse de 2000 Lizbon Zirvesi’nde aldığı kararlarla neoliberal ve militarist dönüşümünü hızlandıran AB’nin Ortadoğu’daki stratejik çıkarları ile bire bir örtüşmekteydi. AB, eski NATO komutanlarından dönemin Alman genelkurmay başkanı Naumann’ın dediği gibi, “güçlü Türkiye’yi desteklemek, Avrupa için stratejik bir emir kipidir” yaklaşımı ile Türkiye’ye bölgesel güç olma yönünde desteğini artırırken, ABD, İsrail ve Türkiye’yi “stratejik partner” ilân ediyordu.

AKP hükümeti Türkiye’nin dünya piyasalarına entegre olmasını ve uluslararası mali piyasaların etkisi altına girmesini de hızlandırdı. 2006 yılına gelindiğinde dış ticaret hacmi 225 milyar Dolar’a çıkmıştı (2000: 82 milyar Dolar). Aynı yıl ihracat 86 milyar Dolar’a (2000: 28 milyar Dolar) yükselirken, ithalat 140 milyar Dolar’a (2000: 54,5 milyar Dolar) çıkınca, dış ticaret açığı 54 milyar Dolar (2000: 27 milyar Dolar) sınırına dayanmıştı. Ama aynı şekilde dış borçlanma da yükseliyordu: TUİK verilerine göre 2008 ortalarında dış borçlar toplamı 284,4 milyar Dolar’dı.

AKP döneminde gerçekleşen ekonomik büyümenin etkisi kendisini tüketimde de gösteriyordu. Tüketim için yapılan harcamalar, kullanılabilir gelirlerin artışından daha hızlı bir biçimde arttı ve sonucunda hane başı borçlanma hızla yükseldi. Hane başı borçlanma 2002 ve 2007 yılları arasında her yıl yüzde 50 artarak büyüdü. Bilhassa konut ve otomobil kredileri ile kredi kartı borçları massif bir biçimde yükseldi ve böylelikle hane başına düşen borçların toplamı 2003’de 4,5 milyar Dolar iken, 2013’de 145 milyar Dolar’a çıktı. Borçla konut, otomobil, teknolojik aletler satın alma bir statü sembolüne dönüşüyor ve refahın yaygınlaştığı görünümünü veriyorken, bu yol ile ücretlilerin gelirleri özel sermaye birikimini yükseltiyordu.

Bir diğer birikim kaynağı: Kentsel dönüşüm

AKP dönemindeki neoliberal dönüşümün en belirgin özelliklerinden birisi, inşaat sektörünün ekonomik büyümede oynadığı roldür. Karatepe, Infobrief Türkei dergisinin 06/2013 nolu sayısında yayımladığı bir makalesinde inşaat sektörü - islamist politikaları – sermaye birikimi ilişkilerini detaylı bir biçimde göz önüne seriyor ve 2002-2012 yılları arasında inşaat sektörünün yurt içi GSMH’daki oranının yılda ortalama yüzde 5,5 olduğunu, AKP’nin başbakanlığa bağlı TOKİ ve kentsel dönüşüm uygulamalarıyla doğrudan müdahalelerde bulunarak, farklı sermaye fraksiyonlarının desteğini almayı başardığını belirtiyor.

Gerçekten de inşaat sektörüne yakından bakıldığında, TOKİ’nin ne denli önemli bir konuma getirildiği görülebilir. 1984’de kurulan TOKİ 2002 yılına kadar konut inşaatında sadece yüzde 0,6’lık bir orana sahipken, bu oran 2004’e gelindiğinde yüzde 24,7’e çıkıyor. Karatepe, AKP döneminde TOKİ tarafından 35 milyar Dolar değerinde 500 bin konutun inşa edildiğini belirtiyor.

Bu bağlamda AKP döneminde kentsel dönüşüm uygulamaları ile kamu arazilerinin özelleştirilmesi lehine sürekli yasal değişikliklerin yapıldığını da not etmek gerekiyor. Bilhassa su kaynakları, ormanlar ve hazineye ait tarım arazileri, yargının herhangi bir müdahalede bulunmasını engelleyen yasal değişikliklerle özelleştiriliyor. Bu özelleştirmelerin bir yan etkisi de, yurt içi göçün artması oluyor. Zaten son yirmi yıldaki müthiş dönüşüm ile istihdamın yarıdan aza indiği ziraat sektörü hem yurtiçi gıda talebini karşılayamaz olup, gıda ithalatının artmasına yol açıyor, hem de iç göç ile kent varoşlarına yerleşen güvencesiz kesimlerin kendi köylerinden gıda maddesi tedarikinin kesilmesine neden oluyor.

Kentlerde ise kentsel dönüşüm uygulamalarıyla müthiş devinimler yaşanıyor. Yüzyıllar içerisinde büyümüş ve bütünleşmiş sosyal yapılanmalar parçalanıyor, geliri düşük olan nüfus kent merkezlerinden uzaklaştırılıyor, yerlerine AVM’ler, lüks rezidanslar ile güvenlikli siteler inşa ediliyor ve kent yaşamının her alanı özel sermaye birikiminin boyunduruğu altına sokuluyor. İnşaat sektörünün diğer sektörlerle olan bağlantısı nedeniyle, neredeyse bütün sermaye fraksiyonları inşaat sektöründeki gelişmelerden faydalanabiliyorlar – bu sektörde sigortasız ve enformel istihdam da pek küçümsenecek düzeyde değil. Hükümetin “Kanal İstanbul”, “dünyanın en büyük havalimanı” veya üçüncü Boğaz Köprüsü gibi “çılgın projeleri” sermaye fraksiyonlarının iştahlarını kabartıyor. 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonları inşaat sektöründe faaliyet gösteren sermaye gruplarının AKP ve hükümet üzerinde ne denli etkin olduğunu gün yüzüne çıkarttığından, bu noktayı daha fazla detaylandırmak gereksiz – hele hele Gezi Parkı ve Haziran Direnişi bağlamında kentsel dönüşüm üzerine böylesine geniş bir külliyat oluşmuşken.

Gerçi AKP politikalarına karşı 2013 öncesinde de protestolar yapılıyordu. Okur 2004’deki “Zina Tartışmalarını” veya 2007’deki “Cumhuriyet Mitinglerini” anımsayacaktır. Ancak bu protestolar, her ne kadar neoliberal politikalara karşı çıkıyor olsalar da, daha çok İslamileşmeyi hedefine koyuyor ve alternatif olarak otoriter Kemalist-ulusalcı anlayışı ön plana çıkartıyorlardı.

Bu dönemde AB üyelik süreci kendiliğinden ivmesini kaybetmişti ve sadece neoliberal dönüşüm sürecinin dış güvencesi konumundaydı. Böylesi bir aşama hem AB’nin, hem de AKP’nin işine geliyordu: AB, 2007 yazında ABD’nde konut kredileri balonunun patlamasından sonra ortaya çıkan küresel mali krizden etkilenmiş ve AB genişleme politikasının sorunlarıyla boğuşmaktaydı. Türkiye’nin AB üyeliği öncelikli sorun olmaktan çıkmıştı. AKP içinse AB üyelik süreci devlet aparatının dönüşümü için görevini yerine getirmişti. Ayrıca 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde yüzde 34,4 oy alarak iktidarını korumuştu. Neoliberal dönüşümler için AB’ne ihtiyaç yoktu. Konumunu güçlendiren AKP, asıl yasal çerçevenin inşasına başladı.

“Cumhuriyet Mitingleri” gibi protestoları engellemek, devlet içerisinde tasfiyeye direnen Kemalist bürokrasiyi geri püskürtmek ve seçimle elde ettiği konumunu güçlendirmek isteyen AKP, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın 14 Mart 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne sunduğu iddianameden hayli ürkmüş ve karşı atağa geçmişti. Nitekim iddianameyi Kabul eden Anayasa Mahkemesi 30 Temmuz 2008’de partinin kapatılmayacağına, ancak “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olması nedeniyle hazine yardımının kesilmesine karar verildiğini” açıklıyordu.

AKP’nin karşı atağı mahkeme kararının açıklanmasından beş gün önce, 25 Temmuz 2008’de açılan “Ergenekon Davaları” ile resmen başladı. Davalar, darbe girişimleri konusunda hassas olan kamuoyunda, bilhassa sol liberal çevreler arasında büyük destek buldu. Soruşturma ve yargılama süreci hiç bir şekilde demokratik hukuk devleti esaslarına uymamasına rağmen, AB davayı »Türkiye reformları gerçekleştiriyor« gerekçesiyle destekledi. “Ergenekon Davalarının” gerçek yüzü Avrupa kamuoyunda ancak yıllar sonra, “KCK Davası” çerçevesinde binlerce kişinin tutuklanmasından sonra görülecekti. Darbeciler, kirli savaşın, yargısız infazların ve işkencelerin sorumluları bu suçlardan dolayı yargılanıp, hiç ceza almadılar.

AKP bu davalarla Türkiye’nin “sivilleşmekte” ve “demokratikleşmekte” olduğu ve “askerin kışlaya geri gönderildiği” resmini işliyordu. Aslına bakılırsa “Ergenekon Davaları” AKP’nin gerçekleştirmek istediği yasal değişikliklerin hazırlayıcısı oldu. Daha önceki “demokratikleşme paketlerinde” yaptığı gibi neoliberal dönüşümlere yarayan yasal değişiklikleri birbiri ile bağlantılı hâle getirerek, anayasadaki darbe izlerini kaldırmayı iddia eden, ama aynı zamanda yargıda önemli değişiklikler öngören bir anayasa değişikliğini halkın oylarına sundu. 12 Eylül 2010’da gerçekleştirilen Anayasa Referandumu herhangi bir şekilde AB üyelik süreciyle alakalı olmamasına rağmen, AB tarafından “olumlu bir adım” olarak selamlandı. “Cunta anayasası değiştiriliyor” demagojisiyle propagandalarını yürüten ve bu çerçevede sol liberal kesimlerin (“Yetmez ama evet” kampanyası) geniş desteğini alan AKP hükümeti, yargı aparatını doğrudan kontrolü altına alıyor ve idarî mahkemelerin yürütmeyi durdurma olanaklarını önemli ölçüde kısıtlıyordu. Bu şekilde doğal kaynakların, orman ve hazine arazilerinin özelleştirilmesi kolaylaştırıldı. Gene de 12 Eylül referandumu sadece yüzde 57,9 oyla kabul edildi. Bu sonuç, AKP tarafından bir başarı olarak görülse de, AKP’nin sınırlarını göstermekteydi. Nitekim AKP 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde iktidarını sadece yüzde 46,8 oy alarak devam ettirebildi. 15 Aralık 2009-4 Şubat 2010 tarihleri arasında gerçekleşen TEKEL direnişi, kentsel dönüşüm karşıtı hareketlerin uğraşları, HES karşıtlarının ve üniversite öğrencilerinin süregiden protestoları, Kürt hareketinin mücadelesinin ivme kazanması ve sosyalist hareket ile birlik arayışları etkilerini göstermeye başlamıştı. Öyle ya da böyle; AKP’nin “alternatifsizlik mitinin” boyasına ilk çizikler atılmıştı.

Bir dahaki sayıda: “Kriz yılı 2011”, “2013: Efsanenin çöküşü”


Konuyla ilişkili diğer makaleler