Türkiye’nin Neoliberal Dönüşüm Süreci ve AB’nin Rolü (III)

Türkiye’nin Neoliberal Dönüşüm Süreci ve AB’nin Rolü (III)

Kriz Yılı 2011

Küresel çapta büyük çalkantılara yol açan 2008-2009 krizlerinin ardından Yunanistan, İrlanda, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin içine düştükleri borç batağı, Euro bölgesinde derin bir krizin ortaya çıkmasına neden oldu. Aslında 2008-2011 yılları süregiden kriz yılları oldu. Türkiye’de de 2011 yazından sonra kriz tandansları kalıcılaşmaya başladı. Ekonomist Mustafa Sönmez 2011 Eylül’ünde IMF’nin Türkiye’yi “G 20 ülkeleri içinde krize en yakın ülke” olarak nitelendirdiğini yazıyordu.

Sahiden de: cari açığın milli gelire oranı ve dış ticaret açığı büyüyor, ekonomik büyüme oranları düşüyor ve döviz pahalılaşıyordu. AKP hükümeti sermaye birikimini hep daha büyük projelerle uyarmaya çalışırken, “çılgın projelerin” ekolojik ve alan sınırları ortaya çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda projelere karşı farklı alanlarda toplumsal direnç dinamikleri oluşuyordu. Daralan olanaklar, hükümete yakın kesimlere tanınan fırsatların da tetiklemesiyle, sermaye fraksiyonları arasındaki gerilimi artırıyordu.

R. T. Erdoğan ve A. DavutoğluDiğer yandan Arap dünyasında meydana gelen devinimler başlangıçta AKP hükümetine yeni fırsatlar sağlamış gibi görünüyordu. AKP, Arap dünyasında kendisine yakın siyasî formasyonların hamisi gibi davranırken, önceleri Arap despotlarıyla sıkı ilişkiler içerisinde olan, ama kalkışmaların ardından bölgedeki çıkarlarını korumak amacıyla İslamist partilere destek çıkan ABD ve AB, bu ülkelere Türkiye’yi “model ülke” olarak gösteriyordular. Avrupa medyası Türkiye gibi “dindar-muhafazakâr” topluma sahip bir ülkede “parlamenter demokrasi ile piyasa liberali ekonomiyi başarıyla birbirine bağlayan AKP”den övgüyle bahsediyorlardı.

Ama bilhassa Mısır ve Tunus’ta AKP benzeri siyasî formasyonların burjuva demokrasisine uyum sağlayamadıkları kısa sürede ortaya çıkacaktı. Diğer tarafta dış politikasını neo-osmanlıcı bir anlayışla yönlendiren ve bölgesel emperyalizm heveslerini saklamayan AKP’nin Suudi Arabistan ve Körfez İşbirliği Ülkeleri ile oluşturmaya çalıştığı “Sünnî Yayının” rahatsız edici sonuçları da ortaya çıkmaktaydı. Gerçi neo-osmanlıcı dış politika esas itibariyle AB’nin stratejik çıkarlarına ters düşmüyordu, ama Türkiye çok erkenden Suriye’deki Esad rejimine karşı İslamist terör örgütlerini desteklemekle, Suriye’deki iç savaşın kanlı bir mezhep savaşına dönüşmesine katkıda bulunuyordu. Ayrıca Türkiye kamuoyunda Suriye ile savaş konusunda geniş bir karşı cephe oluşmuş ve Batı politikalarına muhalif bir tutum alınmıştı. Böylelikle neo-osmanlıcılık ülke içerisinde de bir ihtilaf kaynağı hâline geliyordu.

Bununla birlikte neo-osmanlıcı dış politika hakkında Arap dünyasında da olumsuz algılar yaygınlaşmaktaydı. Erdoğan’ın İsrail karşıtı sert retoriği Arap sokağında sempati toplamasına rağmen, henüz Arap ülkelerinde Osmanlı egemenliği hafızalardan silinmemiş ve Türkiye’nin, “ikiz kardeşi” İsrail gibi, Ortadoğu’ya ait olmayan bir ülke olduğu unutulmamıştı.

AKP, her ne kadar Güney Kürdistan üzerinden enerji tedarikini güvence altına almak için adımlar atmış olsa da, Irak merkezî hükümetiyle AKP hükümeti arasında ortaya çıkan ciddî sorunlar, Türkiye sermayesinin Güney Kürdistan’daki yatırımları açısından bir tehdit oluşturmaktaydı. Zaten Türkiye sermayesinin Suriye’de (özellikle mobilya üretiminde) gerçekleştirdiği yatırımlar kayıp sayılırdı. Üstüne üstlük ABD ve AB, Türkiye’nin beklediği gibi, Suriye’ye müdahale etmekten kaçınıyorlar ve Esad rejimi silahlı muhalefet ile İslamist terör örgütlerine direnebiliyordu. Esad’ın, aynı Kaddafi’nin Libya’da olduğu gibi, çabuk pes edeceği üzerine planlarını kuran Türkiye, büyük bir hesap hatası yapmıştı. Bununla birlikte hiç beklenmedik bir şekilde Rojava Kürtleri özerkliklerini ilân etmişlerdi.

2011 sonuna gelindiğinde, 2012’nin küçülme yılı olacağı belli olmuştu. 2010’da yüzde 9,2 olan büyüme, 2011’de yüzde 8,8’e gerilemişti. 2012’de ise sadece yüzde 2,5’lik bir büyüme kaydedilecekti (Burada Mustafa Sönmez’in, İran’dan alınan enerji taşıyıcıları için ödemelerin altınla yapıldığını ve bunun da ihracat sayılıp, bu sayıların “makyajlandığını” belirttiğini vurgulamayı da unutmamalıyız). 2012’deki dış ticaret açığı 100 milyar Dolar’a ulaşırken, cari açık 65,4 milyar Dolar olarak not edilecek, inşaat sektöründe artan istihdama rağmen, resmî işsizlik oranı yüzde 10,4 olarak tespit edilecekti.

2013: Efsanenin Çöküşü

Ekonomik daralma ve dış politikada başarısızlığın yanı sıra, 2012’de “MİT krizi” olarak kamuoyuna yansıyan hükümet ve parti içi çatışmalarla da boğuşmak zorunda kalan AKP, 2013 yılında ciddî bir yönetim kriziyle karşılaştı. Koalisyonu oluşturan güçlerin istikrarlı bir biçimde yan yana durması olanaksızlaşmıştı.

Kürt hareketinin verdiği mücadelenin Abdullah Öcalan’ın Newroz 2013 mesajıyla yeni bir aşamaya geçmesi ve TEKEL direnişi, Emek sineması eylemleri, kentsel dönüşüm ve HES’lere karşı gerçekleşen protestolar, 4+4+4 sistemine karşı oluşan direnç biçiminde ortaya çıkan zincirleme muhalif hareketler, 2013 Mayıs’ında Gezi Parkı olayları ve akabinde Haziran Direnişi ile birleşince, AKP’nin yönetim krizi derinleşti.

Bu durum AB’ni de zora sokmaktaydı: hükümetin protestolara aşırı polis şiddetiyle karşılık vermesi sonucunda partnerleri AKP’nin uluslararasındaki “temiz” imajı zedelenmişti. Bölgedeki istikrarsızlık da işin cabasıydı. AB buna rağmen AKP hükümetini zora sokacak hiç bir adım atmadı. AB, Haziran Direnişinin Avrupa kamuoyunda gördüğü sempatiye rağmen »üç maymunları« oynamaya karar kıldı.

Ancak bu “ses çıkarmama politikası” uzun süre sürdürülemezdi: 2013 Ekim’inde yeni bir müzakere başlığının açılması gerekiyordu. Ayrıca AB Komisyonu’nun İlerleme Raporu açıklanacaktı. Nitekim 2013 Ekim’inin ortasında açıklanan rapor, şaşırtıcı olmadı: gerçi Gezi olaylarında polisin aşırı şiddet kullanması eleştiriliyordu, ama hükümet yeni bir “demokratikleşme paketiyle” gazeteci Murat Yetkin’in yazdığı gibi, “son dakika müdahalesiyle son yılların en sert raporunun çıkmasını engelledi”. İlerleme Raporunda ilginç bir ayrıntı dikkat çekiyordu: Komisyon, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “denkleştirici rolünü” öne çıkartıyor ve “yasama sürecinde sivil toplum ile diğer paydaşlar (stakeholder tanımı kullanılıyor) ve siyasî partilerin sürekli bir konsültasyon içerisinde olmalarının” önemi vurgulanıyordu.

Aslında İlerleme Raporunu aynı tarihlerde yayınlanan AB Strateji Belgesi ile birlikte okumak gerekiyor. Strateji Belgesi, AB’nin dış politika alanında Türkiye ile sürmekte olan işbirliği ve diyaloğun önemini vurguluyor ve Türkiye’nin enerji güvenliği açısından taşıdığı stratejik rol ile “Suriye konusunda oynadığı belirleyici rolü” öne çıkartıyordu.

Bu açıdan İlerleme Raporu’nun böylesine olumlu çıkması hiç kimse açısından şaşırtıcı olmadı. AB, AKP hükümetinin izlediği siyasetin, yani gerçekleştirmekte olduğu neoliberal dönüşümün genel yönünün değil, bazı detayların “iyileştirilmesi ve düzeltilmesini” gerekli görmekte. Rapor bu zorunluluğun altını şöyle çiziyor: “2012’de başlatılan olumlu ajanda, ortak çıkar alanlarında: siyasî reformlarda, dış politika üzerine diyalogda, vize, mobilite ve göçte, ticaret, enerji, antiterörizm ve AB programlarına katılma [konusunda] genişletilen işbirliği ile üyelik müzakerelerini destekledi. (...) Komisyon aynı şekilde yargıyı ve temel hakları ilgilendiren önemli koşullar açısından sağlanan ilerlemeleri de övgüyle görmektedir”.

AB’nin AKP açısından olumlu olan İlerleme Raporu kısa zaman içinde 2013’ün “Türk iktisat mucizesi” efsanesinin çöktüğü bir yıl olması gerçeğiyle yalanlanmış oldu. 2014’de yüzde 5 olarak hedeflenen enflasyonun yüzde 8,9’a çıkması, TL’nin 2013 Mayıs’ından bu yana yüzde 40 değer kaybetmesi, 2010’da yüzde 9,2 olarak not edilen ekonomik büyümenin 2013’de yüzde 4,1’e gerilemesi ve bu rakamın 2015’de yüzde 3,1’de kalacağının tahmin edilmesi ve bunlarla birlikte ülkedeki tasarruf oranının yüzde 15 ile son derece düşük olması –ki bu yatırımlar için gerekli olan finansmanın yurt dışı kredileriyle karşılanması ve cari açığın büyümesine neden olmaktadır– Türkiye’deki sermaye birikiminin içinde olduğu krizin büyüklüğünü göstermektedir. Şüphesiz Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durgunlukta Ortadoğu’daki, bilhassa Suriye ve Irak’taki olumsuz gelişmelerin ve Türkiye ihracatının yarısının yapıldığı AB’ndeki gerileyen talebin de etkisi büyük. Ancak krizin temel nedeni Türkiye ekonomisinin AKP hükümetleri döneminde daha da derinleşen yapısal sorunlarıdır.

Güncel gelişmeler, Ortadoğu’daki denge değişimlerinin doğrudan etkilediği ve çoklu kriz ortamında boğuşan Türkiye’nin, yılda 65 milyar Dolar’ını enerji taşıyıcısı alımına harcamak zorunda olan, milli gelirinin yarısı kadar ithalat yapan ve kronik cari açığını finanse edebilmek için yabancı sermaye akışına ihtiyacı olan bir ülke olarak, ne denli kırılgan bir ekonomiye sahip olduğunu bir kez daha kanıtlamışlardır. Bununla birlikte AKP’nin sermaye birikimini büyük kamu projeleri ve inşaat sektörünün, perakendeciliğin, hizmet sektörünün desteklenmesi ile teşvik edebilmesi de artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Kısacası, Türkiye “güvenlik rejimi” konseptine geri dönerek ve militarizmi hızlandırarak aşmaya çalıştığı sermaye birikimi krizi içerisinde bocalamaktadır.

AB, aynı NATO gibi Türkiye egemenlerine destek çıkmaktadır. Sonuç itibariyle AB emperyalizmi açısından önemli olan AB sermayesinin stratejik çıkarlarının ve Türkiye’de uygulanmakta olan neoliberal politikaların savunulmasıdır. Kaldı ki, zaten Kopenhag Kriterleri hem Türkiye egemenlerine, hem de kurum olarak AB’ne neoliberal dönüşümün savunulması yükümlülüğünü vermektedir. Kendi sınırları içerisinde otoriter devlet uygulamalarını yaygınlaştıran, burjuva demokrasisinin içini boşaltan, dış politikasını militaristleştiren ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi, üye ülkelerini iflasa sürükleyen AB, sol liberal çevrelerin iddia ettiğin gibi, “Türkiye’de demokratikleşmenin ve barışın tesis edilmesinin merkezi önem taşıyan aktörü” değil, tam aksine otoriter neoliberalizmin, militarizmin ve İslamileşmenin en önemli garantörlerinden birisidir. AB-Türkiye ilişkilerinin tarihi ve 1999 sonrası AB Yakınlaşma Süreci tereddüt edilmeyecek biçimde bunun kanıtıdır.

Sonuç Yerine...

AKP ve bilhassa Erdoğan uzun süre boyunca AB emperyalizm tarafından Türkiye pazarını “Avrupa” ile bütünleştirebilecek, ülke kaynaklarını ve genç istihdam piyasasını uluslararası tekellerin hizmetine daha rahat sokabilecek, Türkiye’yi “AB Enerji Güvenliği” için ucuz ve kontrol edilebilir bir mevzii hâline getirebilecek, Arap dünyası için “model” ülke rolünü oynatabilecek ve modernleştirilmiş savaş aygıtı ile Ortadoğu’daki emperyalist stratejilerin korunmasında etkin görevler üstlenebilecek bir noktaya getirecek yegâne aktörler olarak değerlendirilmekteydiler. Ancak siyasi İslam’ın Sünni versiyonunun –aynen Mısır’da olduğu gibi– burjuva parlamenter sistemi ile uzun süre istikrar sağlayıcı uyumu gösterememesinin ve kapitalist rekabetin örgütlenme süreçlerine sürekli belirli sermaye fraksiyonları lehine müdahale etmekte olduğunun ortaya çıkması, Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarıyla birleşince, bu değerlendirme revize edildi. Dahası, AKP rejiminin AB emperyalizminin stratejik çıkarlarına ters düşen dış politika hamleleri, AB-Türkiye ilişkilerinin soğumasını hızlandırdı.

Türkiye’nin, devleti, asker-sivil bürokrasisi ve sermaye fraksiyonlarıyla birlikte emperyalist güçlerin işbirlikçisi bir ülke olduğuna şüphe yok. Ancak bu kayıtsız-şartsız bir işbirlikçilik, siyasi bağımlılık anlamına gelmiyor. İşbirlikçiliğinde bir hukuku var nihâyetinde ve tüm ortaklığa rağmen kendini dayatan çıkar çatışmaları stratejik yönelim farklılıklarına yol açıyor. Kaldı ki, asıl yönlendirici ABD emperyalizmi olan Türkiye’nin AB ile olan ilişkileri başından beri hep değişken olmuş, bu ilişkiler ABD ve AB emperyalizmleri arasında zaman zaman sertleşen çelişkilerden etkilenmiştir.

Ancak bugün ABD ve AB emperyalizmlerinin uzun vadeli stratejilerini önemli ölçüde uyumlaştırdıkları bir dönemde, AKP ve Erdoğan kliği kontrol edilebilir ve istikrarı sağlayabilir bir faktör olmaktan uzaklaşmışlardır. Ki burada da İsrail ile olan bir benzerlik daha göze batmaktadır: Nasıl Netanyahu Hükümeti ABD ve AB’ne karşı “başına buyruk” bir tavır sergilemeye çalışıyorsa, Erdoğan ve AKP de kendi iktidarlarını elde tutabilmek için benzer bir yatkınlık göstermektedirler.

Elbette bu AKP ve emperyalist güçler arasında iplerin koptuğu anlamına gelmemektedir. Tam aksine, emperyalist güçler Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşa, despotik uygulamalara, otoriter neoliberalizm tedbirlerine destek dahi çıkmaktadırlar. Örneğin Federal Hükümet Türkiye’nin Kürdistan Özgürlük Hareketine karşı geliştirdiği düşman siyasetini Federal Almanya’da bire bir uygulamakta, yasaklamalar, tutuklamalar ve hapse atmalar ile Kürtleri ve kurumlarını kriminalize etmektedir. Benzer yaklaşımları Çekirdek Avrupa’nın diğer NATO üyesi ülkelerinde de görmek olanaklıdır. O açıdan bugün şiddetlenen kirli savaşın aynı zamanda bir NATO savaşı olduğunu söylemek olanaklıdır. Ama temel ayrışma bu alanda değil, özelde Suriye, genelde ise Ortadoğu politikalarında vuku bulmaktadır. Türkiye’de konuşlandırılan Alman Patriot hava savunma sistemlerinin geri çekilme kararı bu ayrışma ile bağlantılıdır.

2015 yılı sadece emperyalist güçlerin, uluslararası tekellerin ve Türkiye sermayesinin umut bağladığı islamistneoliberal AKP’nin tılsımının bozulduğu değil, aynı zamanda demokratikleşme ve barışın “AB ile olanaklı” olabileceğine dair liberal ve sol liberal illüzyonun fos çıktığı bir yıl oldu. Cari açığın yüzde 9,7 ile yeni rekorlar kırdığı, geniş kesimlerin satın alma gücünün azaldığı, yoksullaşmanın yaygınlaştığı, ihracatın gerilediği, ekonomik durgunluğun sabitlendiği ve çoklu kriz ortamının derinleştiği bugünlerde, Erdoğan’ın sıkça tekrarladığı “2023’de dünyanın en büyük on ekonomisi arasında olma” hedefine artık kendisinin dahi inanmadığını söylemek olanaklıdır. Artık neoliberal tedbirlerle, hane başı borçlanmanın 150 milyar Dolar’a, özel sektörün yurtdışı kredilerinin ise 212 milyar Dolar’a yükseldiği bu dönemde, yabancı sermaye akışı ve kredilerle finanse edilen hissedilir refah seviyesinin aynı düzeyde tutulamayacağını ve ekonomik gerilemeye engel olunamayacağını burjuva ekonomistleri dahi itiraf etmektedirler. Hiç şüphe yok: ülkemizi yangın yerine çeviren Erdoğan iktidarı artık yolun sonuna gelmiştir.

Aynı şekilde AB de Türkiye ve Avrupa halkları için bir “umut” olmaktan çıkmıştır. 2000 Lizbon Stratejisiyle neoliberal ve militarist dönüşümünü hızlandıran AB, Federal Almanya’nın patronajı altında neoliberal kapitalizmi ve emperyalist sömürüyü küresel çapta yaygınlaştırmak için dünya çapında müdahale savaşlarını, iç savaşları, etnik ve dinsel ihtilafları körüklemekte, gerek Avrupa’daki burjuva demokrasilerinin içini boşaltarak ve üye ülkelere asosyal tasarruf politikaları dayatarak, gerekse de komşu ülkelerde rejim değişiklikleri teşvik ederek Avrupa ve komşu halklarını emperyalist boyunduruk altına almayı amaçlamaktadır.

Türkiye Kürdistan’daki emekçi halklar açısından AB’ne üye olmak, sömürünün ve ulusal baskının katmerleşmesi ile eş anlamlıdır. Gerçek barış ve demokrasinin tesis edilmesi AB ile olanaklı değildir. Bu nedenle komünistler ülkemizi daha bağımlı kılacak ve daha fazla sömürülmesine imkân sağlayacak olan AB üyeliğine ilkesel olarak karşı çıkmaktadırlar. Gerek burjuva partilerinin, gerekse de sınıf mücadelesini devrimci bir yönde geliştirme yeteneğine sahip olmayan reformist oluşumların aksine AB konusunda hiç bir illüzyona kapılmayan komünistler, kısmi kazanımların ve reformların burjuva iktidarına son vermeden sonuç alıcı olamayacaklarına inandıklarından, Türkiye işçi sınıfını ve emekçi halkları burjuvazinin işbirlikçi oligarşik iktidarına son verip, işçi sınıfının politik iktidarını, sosyalist toplum düzenini kurma mücadelesine davet ediyorlar. Haklı olarak: çünkü AB emperyalizminin bugüne kadarki uygulamalarından ve Türkiye’nin neoliberal dönüşüm sürecinden çıkartılacak yegâne sonuç, proletarya enternasyonalizminin ışığında sosyalizmi kurma mücadelesinin zorunlu olduğudur.


Konuyla ilişkili diğer makaleler