TKP’nin Kuruluşunun 101. Yıldönümünde Kimi Düşünceler ve Devrimci Perspektif

TKP’nin Kuruluşunun 101. Yıldönümünde Kimi Düşünceler ve Devrimci Perspektif

İlk Fırsat

Türkiye Komünist  Partisi Türkiye’nin en eski partisidir. 10 Eylül 1920’de kuruluşunun hemen sonrasında Anadolu ve Rumeli halklarının mücadelesine öncülük etmek, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Sosyal Kurtuluş aşamasına yükseltmek amacıyla önderleri görev üstlendiler. Anadolu’da ve Rumeli’de emperyalist işgalcilere karşı çete savaşı yürüten komünist birlikler;

Adana’dan İstanbul’a kadar o dönemin tekstil, tütün, demiryolu işletmelerinde örgütlenen komünist gruplar; İstanbul ve Ankara’da kurulan legal ve yarı legal komünist örgütlenmeler; Yeşil Ordu ve İslam Enternasyonalistleri; I.Meclis bileşiminde yer alan komünist grup arasında koordinasyonu sağlamak, güçleri birleştirmek için harekete geçtiler. TKP Kuruluş Kongresi’nde onaylanan Parti Programı doğrultusunda “Amele ve Rençber Şuraları Cumhuriyeti” kuruluşunu gerçekleştirme misyonunu üstlenmişlerdi. Mustafa Suphi ve yoldaşları Ankara’ya intikal ederek yeni Cumhuriyetin şekillenmesine katılmak için çıktıkları yolda siyasi bir cinayet sonucunda katledildiler. Katliam emrini veren dönemin I. Meclis Başkanı Mustafa Kemal olduğu belgeler ile sabit.

Türkiye Komünist Partisi, yaşanan bu saldırıdan sonra tarihindeki ilk önemli darbeyi yemiş ama aynı zamanda Türkiye işçi sınıfı, köylüleri ve ezilen halklar önemli bir gelişmeden mahrum kalmışlardı. Kısacası bu olay TKP’nin değerlendiremediği ilk politik fırsat oldu. Türkiye burjuvazisinin aldığı önlem kendisi açısından koruyucu bir önlemdi. Katliam gerçekleşmeseydi Türkiye Cumhuriyet’nin kuruluş seyri değişecekti. Olmadı, olamadı! 1923’de Cumhuriyeti yeniden kurdular, 1924’de günümüzdeki Anayasa’nın temelini oluşturan belge temelinde ulus-devlet oluşturma amaçlı tekçi (tek millet, tek dil, tek din, tek mezhep) yola koyuldular. Komünistlere yönelik katliamdan sonra amaçlarına ulaşmak için yol temizliğine devam ettiler. Komünist katliamını, Alevi katliamları, Rum katliamları, Kürt katliamları izledi. Ermeniler, Rumlar zorla evlerinden barklarından edildi, zorunlu göçe zorlandı. Ezidiler, Süryaniler, Keldaniler yerlerinden edildiler, soyları kurutulmaya çalışıldı. Günümüzde ne yaşıyorsak o gün ekilen tohumlar nedeniyledir. Günümüzde ne uygulanıyorsa o gün belirlenen politikaların devamıdır. Kimi zaman tek parti diktatörlüğü, kimi zaman çok partili parlamenter görünümlü rejim, arada sırada askeri darbeler, kimi zaman da şimdi yaşadığımız Saray rejimi. Yöntemler değişiklik gösteriyor ama nitelik ve yön aynı.

İkinci Fırsat

Öyle bir Türkiye Cumhuriyeti kurdular ki, bu Cumhuriyet 1941 yılında faşist Hitler Almanyası ile iş birliğine girdi. O dönemde dış ticaretinin en parlak dönemini yaşadı. Hitler, İnönü’ye faşist Almanya ile birlikte Sovyetler Birliğine saldırması karşılığında Ege adalarını ve Balkanları teklif etti. Türkiye işbirliğini gizli geliştirerek “tarafsız” kalmayı yeğledi. Resmi tarih “tarafsız” kalındığını yazar. Aslında savaşa aktif olarak katılmak dışında bir tarafsızlık yoktur. Savaşa aktif katılmamak da Sovyetler’deki sosyalizm kuruculuğunun etkilerinden kaynaklanan korkunun eseriydi. Ekim Devrimi Anadolu ve Rumeli haklarını derinden etkiliyordu. Ankara Hükümeti Alman faşistleri ile açık işbirliğine girseydi Sovyetler de Türkiye’ye cephe açacaktı. Türkiye faşist Alman ordularına Anadolu üzerinden Kafkasya’ya yol açarken Sovyetler’in karşı taaruzu ile karşılaşacak ve Türkiye’nin kaderi değişecekti. Ankara Hükümeti “Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmamak” için olsa gerek savaşa açıktan girmedi. Değilse, bir kolu Anadolu üzerinden Kafkasya’nın işgali olarak planlanan Barbarossa Harekatı sonucunda Sovyetler ile savaşa girmiş olacaktı. Barbarossa Harekatı’nın ana kolu Stalingrad’da faşist Alman ordusu yenilgiye uğramasaydı yine de Anadolu kolu açılabilirdi. O zaman ne olurdu? Sovyet Kızıl Ordusu faşist Alman ve işbirlikçisi Türk ordusunu püskürterek Kafkasya’dan Anadolu’ya girer, Rumeli ve Anadolu’da TKP’li komünist gerilla direniş birlikleri düşmanı içeriden zayıflatır ve aynen İspanya, Yunanistan, Fransa, Yugoslavya’da olduğu gibi komünistler halk kahramanları ilan edilir, Türkiye de bu savaşın sonucunda Stalingrad Savunması sonucunda tüm Doğu Avrupa ülkeleri Halk Demokrasilerine dönüştüğü gibi Halk Demokrasisi rejimine sahip olabilirdi. Bu süreç Türkiye halklarının ve dolayısıyla TKP’nin değerlendiremediği ikinci fırsat oldu.

Bu iki yaşanmışlıkta TKP’nin hiç bir sorumluluğu ve hatası yoktu. Sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliğinde değişiklik yaratabilecek iki belirleyici tarihsel gelişme olarak altlarını çiziyoruz.

Üçüncü Fırsat

12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi ele alınabilecek üçüncü önemli noktadır. Küçümsememek gerekir. Türkiye işçi sınıfı, tüm demokrasi güçleri TKP öncülüğünde 1976 yılında eşsiz bir işçi direnişi geliştirerek devletin kurma kararı aldığı Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ni - DGM’leri engellemiştir. Direniş sonucunda Hükümet aldığı kararı iptal etmek zorunda kalmıştır. Bu olay sınıf mücadelesinde politik olarak çok önemli bir niteliksel gelişmeyi işaret ediyordu. 1980 yılında ise Türkiye işçi sınıfı, yine TKP önderliğinde, Turgut Özal’ın başında olduğu Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası - MESS’e karşı direnişteydi. Ülke Genel Grev ortamına dönüşmüştü. Ana slogan “DGM’yi Ezdik, Sıra MESS’de “ idi. Demokrasi ve Sosyalizm mücadelesinin tüm güçleri Metal işkolunda direnen işçiler ile dayanışma içindeydi. Unutulmamalıdır, bu mücadeleyi kıramayan egemen güçler, 12 Eylül faşist darbesi sonucunda kurdukları Sıkıyönetim Mahkemeleri’ni daha sonra DGM’lere dönüştürerek amaçlarına ulaştılar. Yani, işçi sınıfının direnişini ve yükselen devrimci ayaklanmayı engellemek için 12 Eylül faşist darbesine ihtiyaç duydular. 12 Eylül öncesi sınıf mücadelesinin ve TKP önderliğinin geldiği düzey bu denli önemliydi.

12 Eylül 1980 sabahı faşist darbe ilan edildi, tüm grev ve direnişler yasaklandı ve maalesef grev ve direnişler sürdürülmedi. Hem de TKP’nin işyerlerinde örgütlü parti örgütlerinin, sendikaların, gençlik, kadın, mühendis ve teknik eleman örgütlenmelerinin direnme eğilimine karşın, direnmeme kararı alındı. Böyle bir direniş sonuç alıcı ve başarılı olur muydu, onu bugün yanıtlamak mümkün değil. O gün direnip görmek gerekiyordu. 15-20 önemli fabrikada, Arçelik, Netaş, Profilo, Uzel, Tofaş, Renault, Demirdöküm, Sarkuysan, Kavel, Kale Kilit, Otosan, Man, Magirus ve benzeri işletmelerde fabrikalar işgal edilip teslim olunmasaydı ülke çapında bir direniş gelişebilirdi. Ordu, bu direnişleri kırmak için silahlı şiddet göstermesi gerekir, işçiler mevzilerini savunur, belki de ciddi bir çatışma ortamı oluşurdu. İki ihtimal olurdu. Ya askeri faşist darbe geri püskürtülür ve sınıf hareketi mevziilerini güçlendirirdi, ya da direniş kanla bastırılırdı. Fakat kaybedilseydi dahi direnerek kaybedilirdi. Bu direniş her halükarda 12 Eylül faşist saldırısına karşı bir direniş olur ve sınıf mücadelesinde iz bırakırdı. Cunta’nın devrimci örgütlerin üzerinden bir silindir gibi geçmesini engellerdi. Devrimci örgütlerin saflarında ve özellikle yönetimlerinde gelişen teslimiyetçi eğilimler gelişemezdi. 12 Eylül’den çıkışı direniş ve mücadele belirlerdi. Bu yaşanmışlık TKP tarihi açısından değerlendirilemeyen ve sorumluluğu tamamen öznel olan bir olgudur. Bu süreç sınıf hareketinin değerlendiremediği ve öncekilerine karşın kendi sorumluluğunda olan üçüncü kaçan fırsattır.

Güncel ve Dördüncü Fırsat

Türkiye işçi sınıfı hareketi halen 1980’nin olumsuz etkileri ve sonuçları ile karşı karşıya. Ancak aynı süreçte Kürt halkının özgürlük mücadelesi büyük bedeller ödenerek güçlendi, yayıldı ve tüm toplumu sardı. Bedel ödemeden hiç bir kazanım elde edilemiyor. Onun için 12 Eylül diktatörlüğüne sınıf hareketinin teslim olmayıp bedel ödeyerek de olsa direnmesinin önemine vurgu yaptık. Saat geri çevrilemiyor, ancak yaşanmış deneyimler ve çıkarılan dersler neticesinde bugün ve bundan sonra doğru bir politik çizgi izlemek gerekiyor.

Unutulmamalıdır ki, bugün yaşananların tüm tohumları 12 Eylül cuntası ile ekilmiştir. Ortadoğu’daki savaş, 12 Eylül rejiminin sınırlarını genişletme ve yeni pazarlar yaratma politikalarının sonucudur. Yine Ortadoğu savaşı, 1920’lerden itibaren izlenen Misak-ı Milliye politikalarının devamıdır. Bugün hala “Cumhuriyetin kazanımlarını korumak”tan söz edenler hangi gezegende yaşıyor bilemiyoruz ama bizce bu Cumhuriyetin değişmesi gerekiyor. Bugün gelişen geniş ve yığınları saran devrimci demokratik hareketin geldiği aşama bu Cumhuriyeti değiştirme konusunda gerçekçi olanaklar sunuyor. Bu olanakların varlığı komünistleri önemli görevler ile sorumlu kılıyor. Artık anlaşılmıştır ki sınıf hareketinin ve gerek siyasal, gerekse de sendikal örgütlerinin yediği ağır darbelere karşın yeni olanaklar oluşmaktadır. Egemen sınıfların uyguladığı iç ve dış politikaların karşısına onlara koşut ama tersi alternatifler ile çıkılabiliyor. Bu alternatifler devrimci alternatiflerdir. Sınıf mücadeleleri tarihi sürekli egemen sınıfların uygulamalarına karşı reaksiyonlar ve onların sonucunda süren kavganın sonuçlanması ile şekillenmiştir. Bugün Türkiye’de durum budur.

Ekonomik çöküşün etkisi altında ezilen, başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere tüm halkların sabrı artık tükenmektedir. Rejimin içte ve dışta savaş politikaları, onun yarattığı politik ve ekonomik sonuçlar artık destek görmüyor. Rejim sansür, yasaklar ve baskılarla kendisine yönelen tepkileri etkisizleştirmeye çalışıyor. Hayali projeler ile kendi seçmenleri oyalanmaya çalışılıyor. Dini hassasiyetler ve milli duygular istismar edilerek ömrünü uzatma manevraları gerçekleştiriliyor. Uluslararası alanda ve dış politikadaki saldırgan tutumları hezimetle sonuçlandıkça yeni arayışlara giriyorlar. Mısır, Libya, Tunus, Afganistan, Irak ve Suriye’de önlerine koydukları hiç bir uğursuz hedefi gerçekleştiremediler. Bir yandan hiç bir şey olmamış gibi davranırken şimdi de İran, Ermenistan, Yunanistan, Mısır ile yeni ve farklı ilişkiler kurmaya çalışıyorlar. En önemli değişiklik ise birkaç yıldır sürdürdükleri Rusya ve ABD’ye karşı görüntüde aynı mesafede durma politikaları iflas etti. NATO Zirvesi ve Biden görüşmesi sonucunda aksı ABD’den yana kırdılar ve ABD’nin kucağına oturdular. Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nda "İlhakını tanımadığımız Kırım dahil, Ukrayna'nın toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin korunmasına önem veriyoruz. Kırım Tatarlarının haklarını korumak için daha fazla çaba göstermemiz gerekiyor” sözleri önümüzdeki dönemde Rusya ile olan ilişkilerin nasıl gelişeceği konusunda fikir veriyor. Türkiye, ABD ve NATO’nun ileri karakolu olarak daha saldırgan bir pozisyona geçecek, bu tavır da Ortadoğu’da devrimci güçlerin mücadele olanaklarını ve hareket kabiliyetini iyileştirecek. ABD ile tekrar girilen şartsız itaat koşulları ABD’nin Türkiye iç politikasına da tekrar daha aktif müdahale etme olanakları sunuyor.

ABD hiç bir koşulda MHP destekli AKP-Saray Rejimi’nin zorla devrilmesinden yana değil. Onun için de Millet ve Cumhur ittifaklarını uzlaştırarak yumuşak bir geçiş planlıyor. Millet İttifakı partilerinin ve diğer düzen içi muhalefet partilerinin AKP rejimi karşısında kesin tavır koymamış olmalarının nedeni de budur. Şimdi değişik politik taktiklerle HDP’yi de bu işbirliğinin içine çekme denemeleri yürütüyorlar. Tam da bu aşamada, rejim ile uzlaşan sözde muhalefet partilerinin tabanları ile halkların demokratik güçlerinin birlikte mücadelelerinin güçlenmesi ve bu mücadelenin daha geniş yığınları sarma olasılığı artıyor. Bugün dahi parlamentoda kilit konumunda olan HDP’nin, Türkiye’nin devrimci  demokratik güçlerinin birleşik gücü olarak parlamento ve parlamento dışında tüm baskı ve sindirme girişimlerine karşı güçlenmesi söz konusudur. Onun için Millet ve Cumhur İttifaklarının ikisinin de dışında, devrimci nitelikte bir Demokratik İttifakın gelişme koşulları ve ülkedeki politik gelişmelere müdahil olma olanakları artıyor.

100 yıllık Cumhuriyet tarihinde ilk defa yaşama geçen komünistlerden burjuva liberal demokratlara kadar en geniş demokratik muhalefet güçlerini bünyesinde birleştiren halkların demokratik ittifakının değerini anlamak ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda değerlendirmek, günümüzde bağımsız sınıf politikası yürüten ve örgütsel bağımsızlıklarını koruyan komünistler açısından en önemli görevidir. Somut ve elle tutulur, gerçekleşebilecek devrimci hedefler, söylemde en doğru ifadeleri içerse de ayakları havada kalan sözde ilkeli söylemlerden bin kat daha değerlidir. Çünkü Sosyalizm’e yolu açacak olan devrimci demokratik dönüşümlerin, anti-emperyalist demokratik halk devrimi hedeflerinin gerçekleşmesinin koşulları olgunlaşmaktadır. Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile Kürt özgürlük güçlerinin birleşik mücadelesi ve kolektif önderliği, bölgede ve ülkede devrimci dönüşümlerin teminatıdır. Bu fırsat geçmişten çıkarılacak sonuçlar doğrultusunda doğru değerlendirildiğinde sonuç alıcı olacaktır. TKP’nin 101. Kuruluş yıl dönümünde ülkenin durumu nedir ve Mustafa Suphilerin başlattığı mücadele bugün nasıl yaşamda karşılık bulabilir sorularının yanıtı bize göre burada saklıdır.