Trump’ın Yeni “Ulusal Güvenlik Stratejisi”

Trump’ın Yeni “Ulusal Güvenlik Stratejisi”

ABD Başkanı Donald TrumpHer ABD Başkanı gibi Donald Trump da kendi »Ulusal Güvenlik Stratejisini« kamuoyuna tanıttı. 18 Aralık 2017’de açıklanan strateji belgesi, önümüzdeki dönemde ABD politikalarını belirleyen en önemli siyaset belgelerinden birisi olacak. Strateji belgesini değerlendiren kimi yorumcu bunu »ikinci restorasyon hamlesi« olarak nitelendiriyor. Örneğin Ergin Yıldızoğlu, »karşımızda, geride kalan 30 yılın dış politika geleneğinden kopmayı arzulayan, işbirliği ve diplomasi yerine dayatmaya, korunmaya öncelik veren bir belge var« tespitini yapıyor. Bu tespit öz itibariyle pek yanlış sayılmaz, ancak kanımızca ABD’nin temel »geleneksel» çizgisinden kopmak istemesi de söz konusu değil.

Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin öncü gücünün emperyalist yayılma politikasından başka bir şey olmayan »dış politika geleneğini« genel hatlarıyla değiştirdiğini söylemek yanlış olur. ABD emperyalizmi giderek daha sertleşen emperyalist rekabete saldırganlığını artırarak yanıt vermeyi yeğliyor. Sadece dış politikada değil elbette. Daha önceki yazılarımızda da vurgulamıştık: Trump’ın başkan seçilmesiyle birlikte tekelci burjuvazi bizzat sahaya inerek, egemenlik metotlarında değişimler gerçekleştirmektedir. »Demokratörlük« olarak nitelendirdiğimiz bu yeni metotlar, burjuva demokrasilerinin alışılagelmiş kurallarını altüst etmekte, kurumlarının içini boşaltmakta ve toplumsal rızanın yaratılması için şantajı, baskıyı ve sosyal şovenizmi daha etkin bir şekilde araç olarak kullanıma sokmaktadır. Korumacı iktisat politikaları, sermayeye geniş serbestlik tanınması, emek sömürüsünü yoğunlaştıran uygulamalar, sermaye lehine vergi indirimleri, göçmen ve mültecilere karşı ayırımcı ve ırkçı uygulamalar, işgücü göçünün sınırların kapatılmasıyla engellenmesi, iç ve dış politikada militarizmin derinleştirilmesi, düşman resimleriyle bezenmiş vatanperverlik demagojisi gibi »tedbirler« de bu araçlar arasındadır. Aslına bakılırsa burjuvazinin sınıf tahakkümünün sürdürülebilirliği için gerekli olan bütün araçlar daha etkin bir biçimde kullanılmak istenmektedir.

»America first!« (Önce Amerika!) sloganı bu bağlamda dış politikada en saldırgan ABD tekellerinin, dünya piyasalarında ABD aleyhine gelişen güç kaymalarını durdurmayı ve ABD emperyalizminin hegemonyasını genişletmeyi amaçlayan bir savaş ilânıdır, ki burada özellikle Çin Halk Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu’nu saldırgan söylemin hedefine yerleştirmektedirler. Çünkü ABD emperyalizminin, kimilerince »yükselen yeni dünya güçleri» olarak nitelendirilen bu iki stratejik rakibinin kendilerine yeni etki alanları yaratmaları, teknolojik atılımları, ekonomik verimliliklerini artırmaları ve nihâyetinde yeni askerî yetilere kavuşmaları, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin işleyişini ve yayılmasını aksatmakta ve böylelikle merkezi emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin derinleşmesine neden olmaktadır. Derinleşen çelişkiler ve gerçekleşen güç kaymaları emperyalist güçleri daha da saldırganlaştırmaktadır. ABD emperyalizmi tüm bu gelişmeleri, sonucunda yayılma ve hegemonik gücünü koruma stratejisi olarak anlaşılması gereken yeni »Ulusal Güvenlik Stratejisi« ile yanıt verdiği büyük meydan okumalar olarak algılamaktadır.

Yeni Stratejinin İçeriği

Trump yönetimi, ABD tekelci burjuvazisinin en saldırgan fraksiyonlarıyla tam uyumluluk içerisinde geliştirdiği güvenlik stratejisini, dört taşıyıcı sütun üzerine kurduğu »ulusal çıkarlar tanımı« çatısı altında formüle ediyor. Belgede bu sütunlar şöyle sıralanıyor:

  1. Birleşik Devletlerin, ABD halkının ve Amerikan yaşam tarzının korunması;
  2. Amerikan refahının teşvik edilmesi;
  3. Güçlü konum sayesinde barışın korunması ve
  4. Amerikan etki alanının genişletilmesi.

Belgede, »dünya çapındaki nüfuzumuzu etkileyen« meydan okumalar ve gelişmeler ise şöyle sıralanıyor: »Teknolojiyi, propagandayı ve şiddet araçlarını kullanarak, çıkarlarımıza ve değerlerimize aykırı olan bir dünya yaratmak isteyen Çin ve Rusya gibi revizyonist güçler; terörü yaygınlaştıran, komşuları olan ülkeleri tehdit eden ve kitlesel imha silahlarını ellerine geçirmek isteyen bölgesel diktatörlükler; nefret yayan ve alçak ideolojileri adına suçsuz insanlara şiddet uygulayan cihatçı teröristler ile kentlerimize uyuşturucuyu ve şiddeti taşıyan sınır aşırı kriminel yapılar«.

Trump yönetimi böylelikle emperyalist saldırganlığa toplumsal rıza ve burjuva hukuku temelinde meşruiyet sağlamak için gerek duyduğu düşman resmini çiziyor ve baş düşmanları olan Çin Halk Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu’nun yanına, adlarını açıkça anmadan Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve İran İslam Cumhuriyeti’ni, ayrıca işine geldiğinde terörist ilân edeceği cihatçı gruplar ile uyuşturucu tacirlerini yerleştiriyor. »Cihatçı teröristler« ve »sınır aşırı kriminel yapılar« nitelendirmeleri ile aslında mülteciler kastedilmekte, böylelikle hem sınırların göçe kapatılması, hem de BM Şartı’na aykırı saldırı savaşları için gereken toplumsal rızayı sağlayacak sosyal şovenizm körüklenmektedir. Zaten »alçak ideoloji« tanımlamasıyla da açık İslam düşmanlığı yaygınlaştırılmak istenmektedir.

Çin Halk Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu’nun »revizyonist güçler« olarak tanımlanmasının iki temel nedeni var: Birincisi, iki ülkenin de hem BM Şartı’nın geçerliliğini, hem de her devletin bağımsızlık ve hükümranlık haklarının korunmasını savunmasıdır. Bu konulardaki ısrarları, özellikle hammadde kaynakları ve dünya piyasalarına engelsiz ulaşım için müdahale savaşlarını önceleyen emperyalist stratejilere ters düşmektedir. İkincisi ise, her iki ülkenin de neoliberal iktisat politikasını uygulamak istemeyişleri ve kapitalist birikim süreçleri üzerindeki bürokratik kontrolden vazgeçmemeleridir. Trump bu ülkelerin »revizyonizmini« şöyle açıklıyor: »İkisi de ekonomik sistemlerini haksız ve özgür olmayan biçimde şekillendirmek, ordularını büyütmek ve bilgi ile verileri kontrol altında tutmak istiyorlar, ki halklarını baskı altında tutsunlar ve etki alanlarını genişletebilsinler diye«. Trump’a göre »rakiplerin uluslararası kurumlara ve dünya ticaretine alınmaları, onları otomatikman iyi niyetli ve güvenilir aktör yapmayacağından«, nükleer cephanenin caydırıcılığı daha da önem kazanıyor.

Belgede Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu konusunda böylesine açık karşıtlık söz konusuyken, iki ülkeye yönelik adımların ne olacağı muğlak bırakılmış. Belge Rusya Federasyonu ile hem işbirliği içinde olunmasını, hem de »Rusya’nın Avrupa’daki etkinlik alanını genişletip, NATO üyelerinin arasını açma çabalarının engellenmesi gerektiğini« belirtirken, »stratejik rakip« olarak tanımlanan Çin Halk Cumhuriyeti’nin öncelikli olarak »iktisadî alanda geri püskürtülmesi gerektiğini« ve bunun için »serbest dünya ticaretinin Amerika’nın güvenliğini sağlayacağını« vurguluyor. »Serbest dünya ticaretinin korunmasının« yolu olarak da, nükleer ilk vuruş opsiyonu ile »siber saldırılar dahil, nükleer olamayan stratejik saldırılara nükleer silahlarla yanıt verme« kararlılığının gösterilmesi gerektiği belirtiliyor.

Stratejinin Öngördüğü Adımlar

»Ulusal Güvenlik Stratejisi«nde yer alan hedeflerin gerçekleştirilmesi için öngörülen adımlar, Trump’ın başkanlık döneminin gerek ülke içerisinde, gerekse de dünya çapında ihtilafları derinleştiren ve hâlihazırda ilân edilmemiş »Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşının« ilân edilen bir sıcak savaşa dönüşme riskinin masif biçimde artacağı bir süreç olacağına işaret etmektedir. Strateji belgesinde öngörülen adımları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

»Birleşik Devletlerin, ABD halkının ve Amerikan yaşam tarzının korunması« için sınır kontrolleri güçlendirilecek ve göç yasaları »reforme edilecek«. Bugün Müslüman ülke vatandaşlarına karşı uygulanan sınırlama pratiği ve Meksika sınırına duvar örülme kararı bu konuda neler olabileceğini gösteriyor. Olası tehditleri »henüz ortaya çıktığı yerlerde ve sınırlarımıza daha ulaşmadan bertaraf edilmesi sağlanacak«. Bu cümleden istenildiğinde »terörist« olarak tanımlanacak gruplara ve ülkelere karşı BM kararlarını beklemeden ve uluslararası hukuku çiğneyerek askerî müdahaleler ile işgallerin gerçekleştirilebileceğini okuyabiliyoruz. Ayrıca siber saldırılarına karşı »bilişim ve iletişim teknolojileri daha güçlü koruma altına alınacak« cümlesinden de, Snowden’in ortaya çıkardığı devasa sansür ve manipülasyon skandalını aratacak derecede adımların hazırlandığını anlayabiliyoruz. Nitekim, ABD’ni »roket saldırılarından korumak amacıyla« ABD’nde ve dünya çapında farklı ülkelerde konuşlandırılacak »çok katmanlı roket savunma sistemleri geliştirilecek«.

»Amerikan refahının teşvik edilmesi« için uluslararası serbest ticaret antlaşmaları gözden geçirilecek ve korumacı iktisat politikaları uygulanacak. Daha önceki ABD başkanlarının, Avrupalı ortaklarıyla beraber geliştirdikleri TTIP ve TPP gibi antlaşmalar rafa kaldırılacak. »21. Yüzyılın jeopolitik rekabetindeki öncülüğümüzü koruyacak araştırma, teknoloji ve innovasyon alanları ulusal güvenlik koruması altına sokulacak«. Ve »ABD’nin enerji hakimiyeti uluslararası piyasaların serbest kalması ve enerji kaynaklarına ulaşımın engelsiz olması sayesinde ulusal güvenliğin korunması için baskın biçimde kullanılacak.

»Güçlü konum sayesinden barışın korunması için« ABD’nin askerî üstünlüğü »yeniden sağlanacak ve sürekli hâle getirilecek«. Yeni stratejik rekabet dönemi olarak adlandırılan önümüzdeki yıllarda ABD çıkarlarının korunması için »tüm diplomatik, iktisadî ve askerî araçlar kullanılacak«. Uzayın kullanılması ve internetin »güvenlikli hâle getirilmesi için« (bu cümleleri uzay savaşları ve siber dünyanın kontrol altına alınması olarak okumak gerekir) gerekli olan »yetenekler geliştirilecek«, müttefiklerin »ortak tehditlere karşı mücadelede daha fazla sorumluluk almaları sağlanacak«. Avrupa, Pasifik ve Ortadoğu gibi dünyanın kilit bölgelerindeki güç dengelerinin »ABD lehine gelişmesi sağlanacak». Özellikle bu alanda öngörülen adımların NATO ülkeleri ile bu bölgelerdeki işbirlikçi rejimlerin silahlanma bütçelerini devasa biçimde artırma baskısıyla karşı karşıya kalmalarına yol açacağını şimdiden söyleyebiliriz. Doğal olarak bu silahlanma bütçelerini artırma baskı ve sonucunda militaristleşmenin derinleşmesi, strateji belgesinde »düşman« olarak görülen Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve İran İslam Cumhuriyeti’nin de kendi ordularının silahlandırılmasını hızlandırarak yanıt vermelerine neden olacak. Sonucunda dünya çapında nükleer ve konvansiyonel silahlanma yarışı hızlanacak.

Nihâyetinde »Amerikan etki alanının genişletilmesi için« tüm diplomasi ve gelişme işbirliği politikaları ile NATO müttefikleri ve stratejik partnerlerle ortaklaşa geliştirilecek olan çabaların »Amerikan vatandaşlarını korumak ve refahımızı teşvik etmek« gerekçesiyle »ABD’nin dünya çapındaki askerî üstünlüğünü korumak ve genişletmek için kullanılması sağlanacak«. Strateji belgesi ABD çıkarlarının korunması için ayrıca »yeni ikili ve çoklu antlaşmalarla aynı değerleri savunan ülkelerle işbirliğinin kurulmasını« ve bu sayede ABD tekelleri için yeni piyasaların açılmasını sağlayan adımların atılmasını öngörüyor. Belgeye göre »serbest piyasa ekonomisini, özel sektörün büyümesini ve siyasî istikrarı savunan ülkelerle stratejik partnerliklerin kurulmasının«, stratejik rakiplerini geri püskürtecek »değerli bir araç« olacak.

Sonuç yerine

Yeni »Ulusal Güvenlik Stratejisi« ABD emperyalizminin dünya çapındaki hegemonik konumunu »barışın, refahın ve başarılı toplumların gelişmesinin çerçevesini sağlayacak pozitif güç« olarak tanımlıyor. Elbette bu demagojik bir söylemden başka bir şey değil. Ancak gerek strateji belgesinden yapılan tespitler ve öngörülen adımlar, gerekse de strateji belgesinde muğlak bırakılan noktalar, ABD emperyalizminin ne denli ekonomik, askerî ve stratejik zaaflarla karşı karşıya olduğuna işaret etmektedir. Emperyalist-kapitalist dünya düzeninin öncü gücü, en başta Avrupalı emperyalist müttefiklerinin ve aralarında Türkiye’nin de olduğu işbirlikçi rejimlerin güvenlerini kaybetmek üzeredir. Her ne kadar dünya çapındaki silahlanma giderlerinin yüzde 45’ini harcasa ve devasa askerî gücüyle hegemonik konumunu koruyor olsa da, ABD emperyalizminin ve onunla birlikte tüm emperyalist güçlerin dünya çapında mutlak hakimiyet kuramadıkları her geçen gün daha da açığa çıkmaktadır. Gerek emperyalist güçler arasındaki, gerekse de işbirlikçi rejimler ile emperyalist güçlerin aralarındaki çelişkilerin derinleşmesi, hâlâ üstesinden gelinememiş olarak devam etmekte olan 2007 kapitalist krizin etkisinin artması, sürdürülen vekalet savaşlarının başarısızlığı, işbirlikçi rejimlerin bölgesel emperyalizm hevesleriyle »bağımsız« davranmaya çalışmaları, Ortadoğu başta olmak üzere, dünyanın muhtelif bölgelerinde muhalif güçlerin artan bir biçimde direniş göstermeleri, özellikle Avrupa’daki kapitalist devletlerin yönetim-temsilîyet-meşruiyet ve kimlik krizleriyle boğuşmaktan kurtulamamaları ve neoliberalizmin genel anlamda tılsımını kaybetmesi, başta ABD emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalist güçleri çoklu kriz ortamının girdaplarıyla başa çıkmakta zorlamaktadır.

Aynı şekilde »revizyonist« güçler olarak tanımlanan Çin Halk Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu’nun beklenenin aksine Ortadoğu’da, Afrika’da ve Asya’da etkinlik alanlarını genişletmeleri, bilhassa Rusya Federasyonu’nun doğal gaz politikalarıyla ABD’nin Avrupalı müttefikleri birbirlerine düşürmesi; bununla birlikte İran İslam Cumhuriyeti’nin Ortadoğu’da mevzi kazanması ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin nükleer cephanesiyle direnmesi, emperyalist stratejilerin uygulanabilirliğini zora sokmaktadır.

ABD’nin yeni »Ulusal Güvenlik Stratejisi« tüm bu gelişmelere verilen ve çıkış yolunu göstereceği umulan bir yanıt, daha doğrusu bir savaş ilânıdır. Ancak daha önceki strateji belgelerini ve bilhassa George W. Bush’un başkanlık dönemindeki saldırgan politikalar ile sonuçlarını göz önüne aldığımızda, yeni stratejinin de ABD emperyalizmini içinde bulunduğu gerileme döneminden kurtarma başarısını pek gösteremeyeceğini söyleyebiliriz. Yine de bu tespitimiz, emperyalist cephenin zayıfladığı, savaş risklerinin azaldığı ve demokratik gelişmelerin önünün açıldığı bir sürece girildiği sonucunu çıkarmaz. Aksine, dünya çapında daha tehlikeli bir döneme girilmektedir. ABD emperyalizmi, emperyalist müttefikleri ve işbirlikçi dostları daha da saldırganlaşacak, daha dizginsizleşecek ve daha baskıcı yöntemlere başvuracaklardır.

Böylesi bir durumda, başta komünistler olmak üzere, devrimci-demokratik güçler gelişmeleri titiz ve iyi analiz etmek, bu analiz temelinde hangi mücadele biçimlerinin gerekli olduğunu ortaya koymak ve en geniş direniş cephesini örmekle mükelleftirler. Kanımızca, dünya çapında en başta ezilen ve sömürülen sınıflar olmak üzere, burjuva toplumlarının farklı katmanlarını da emperyalist stratejilere karşı mobilize etmenin en önemli anahtarlarından birisi barış sorusudur. Barış için mücadele, insanlığın ezici çoğunluğunun çıkarına olmasından dolayı, karakteri gereği anti-emperyalisttir. Anti-kapitalist olmayan anti-emperyalizm mümkün olmayacağından, barış mücadelesini Sosyalizm için devrimci mücadeleye dönüştürmek ise, komünistlerin görevidir.


Konuyla ilişkili diğer makaleler