Öfkeyi Acıya Bölmek, Bağırmak Sınıf Kiniyle…
Her birey bulunduğu yerden değerlendirir dünyayı. Yaşamın gerçekliğine bulunduğu yerden yürür. Değer yargıları, bilinci, davranış biçimleri yaptığı işte, attığı her adımda parça parça şekillenir. Bozkırın hoyrat rüzgarında sertleşen, ovanın bereketiyle çoğalan, şehrin sokaklarında kavgayı öğrenen neslin öyküsüdür bu. Karlı dağların baharda eriyen pırıl pırıl akan suyuydu onlar; kirlettiler… Öfkeyle bakışları ondandır, yüksek sesle bağırtıları…
O sabah karara bağlanan davaları sonuçlanmış, evlerine yeni dönmüşlerdi. İki kız kardeşin alınlarına kara vuruldu diyordu komşuları. Aslında olan neydi. Tam olarak bunu açıklayan da yoktu. Köşe başında bir araya gelenler yazık oldu gencecik kızlara diyordu. Bir yürek buruntusu ve acıma duygusuyla yazık olmuştu gencecik kızlara!.. İki kardeşin yaşadığı şehri, üstlerine yaranmak için ahlaki olmayan her şeyi yapabilecek despot bir bürokrat yönetiyordu.
Aylardır şehirde içme sularının hastalık yaydığı, şehri bölen çayın tarlalara zehirli atık taşıdığı için, bölgede tarımı bitirdiğinden söz ediliyordu. Bu Anadolu şehrinin ürkek bakışlı insanları her köşe başında, dolmuşta, mahallelerinde bu konuyu konuşuyordu. Hastaneler, sağlık ocakları hastalarla dolup taşmış, özellikle çocuk ölümleri çoğalmıştı. Buna rağmen hiç kimse sorunun kaynağına ilişkin somut bir değerlendirme yapmıyor, çözümüne ilişkin bir adım atılmıyordu. Birdenbire iki kız kardeşin, daha ilkokul sıralarındaki kardeşi yaşamını yitiriverdi. Sanki kıyamet koptu ocaklarında. Ailenin tek oğlan çocuğu nedenini bilmedikleri ve ilgili kurumların açıklamadığı bir nedenle yaşamını yitirmişti. Bütün yürekleriyle dua ettiler ilkin. Sonra tanımadıkları biri geldi evlerine. Uzun uzun konuştu. Gözlerini ona dikmiş, mıhlanmış gibi yabancının esrarlı sözlerini dinlediler… Sonraki günlerde ilk önce komşularının kapılarını çaldı iki kız kardeş, sonra mahallenin ve diğer mahallelerin. Şehir onları konuşur oldu. Kimileri bize ne zaman gelirler beklentisine bile girmişti. Şehri bölen çayın boyuna kurulu köylerde bile tanınır oldular… Çayın, yaşam alanlarına, içme sularına karıştırdığı zehrin yaşamlarını tehdit ettiğini, çocuk ölümlerinin bu nedenle çoğaldığı ve fabrikaların arıtımsız atıkları yüzünden tarımın yapılamadığı bir açıklamanın altına imza topluyorlardı…
Bir gün davranışlarıyla önemli biri izlenimi veren, bakışları sade, alçak gönüllü gözüküp ama gülüşleri sahte biri çaldı kapılarını. Başkaları da vardı yanında. Önemli gördükleri bir olayda nasıl gözdağı vereceklerini biliyorlardı. İmza toplama nedenini sordular önce. Devletin gerekeni yaptığı ve karışıklık çıkarmanın gereği olmadığını belittiler. Topladıkları imzaları istediler. İlgili kuruma kendilerinin vereceğinin cevabını alınca, iyi şeyler değil yaptığınız tehdidiyle sahte babacan davranışlarını ve gülüşlerini bırakıp gittiler… Şöhret düşkünü ilin yöneticisi ilk günden gözletiyordu olan biteni. Gizlendiği önemli biri edası ardında, kenti zehirleyenlerin kapıkulu, açıkgöz kurnazlığıyla tırmanmak istiyordu basamakları yukarıya doğru… Birkaç gün sonra iki kız kardeş topladıkları imzaları vermek için gittiler devlet kapısına. Meraklı bakışlar arasında girdiler kapıdan. Sonra çıkmadılar. Yerel basın karışıklık çıkarmak, kentin huzurunu bozma gerekçesiyle tutuklandıklarını söylüyordu. İmza vermek için kapılarını açık bekleyenler kapattı kapılarını. Sonra yazık oldu kızlara dövünmeleri… Üç ay gözaltında kaldılar. Mahkemeleri yıl sürdü. Sonra suçsuzsunuz dediler. Ama şehrin insanları aslında onmaz bir korkuyla, nedenini kendilerinin de bilmediği bir acıma hissini dışa vurarak kapattılar kapılarını. Böyle biter zannettiler… İki genç kız çiçekli yollara yürüdüler. Unutuldu denilen bir zamanda, dudakları sıcaktan birbirine yapışmış köylülerin, işçilerin şaşkın bakışlarıyla şehrin orta yerinde korkusuzca söylediler türkülerini
***
Korku ve karanlık… Karanlığın ardından bir çalı süpürgesi gibi izleri silerek büyür korku. Güneşin ateş yağdıran ışıklarını unutursun. Çepeçevre ufuklar silinir, geçit vermeyen aşılmaz bir duvardır karanlık. İçselleşmiştir korku, yenilmez aşılmazdır artık…
Tarihte bütün despotik yönetim biçimleri ilk önce korkuyu ürettiler bunun için. Aşılmaz, yıkılmaz düzenlerini korku çitiyle çevirdiler. Karanlıktır asıl korkan aslında. Yaman bir kavcı korkusuyla titrek cılız bir mum ışığına yenilen… Kuşkusuz insanlar çok, güçlü, onurlu. Birlik olamamanın zayıflığında esir. Atılan her adım bir bilgi, öğrenme yolunda uzun bir süreç. Öğrendikçe çoğalır gözlerdeki ışık. Övünçsüz yola çıkılır sonra. Yukarıdan bakanlara, uzaktan seslenenlere güvenilmez. Kendi meselesini yaşayarak, yazarak öğrenir. Açıkça düpedüz herkesin eşit olduğunu bilerek, özne olduğu yaşanmışlıklarından sağlam düşüncesini yaratır… Egemenler karanlık, çirkef dünyalarında korkuyu ürettiler önce. Sonra bilgisizliği, örgütsüzlüğü, bireyciliği… Korkunun yanına yalnızlaştırmayı eklediler…
Yaşar Kemal’in Zilli Kurt hikayesi anlatılır Güney Toroslar’da. Ezop masallarından uyarlanmış ülke koşullarına. Uzun kış gecelerinde çobanlar ahıra kapatırlar koyunlarını. Kış çetin. Gece aç kurtlar dolanır durur ahır etrafında. Bir yolunu bulup bütün güvenliği aşar, dalar sürünün içine. Kurt, gücü yetesiye sıkar boğazını koyunların. Sonra birini alır gider. Sabah farkına varılır yapılan telefin. Sürü sahipleri toplanır. Atlar hazırlanır, silahlar kuşanılır, başlar sürek avı… Yakalanan kurtlar öldürülmez. Boyunlarına sağlam bir zincirle gürültülü bir zil takılır, bırakılır yeniden. Kurt boynundaki zilden kurtulamaz. Avına yaklaşamaz, suya inse av olacak. Dolanır durur bozkırda. Günler sonra açlıktan bitkin düşer. Eziyetli bir ölümdür geleceği… Bu ülkenin duyarlı insanlarını, devrimcileri, komünistleri zilli kurt’a dönüştürmek istedi egemenler. On iki martta, on iki eylülde bunu denedi. Sonra dili, özgürlüğü, esareti için mücadele veren insanları ve giderek bir lokma ekmek parası için batı illerine çalışmaya giden bütün Kürtleri zilli kurda dönüştürmek istediler. Daha dün yapılan katliamlarla burjuvazinin karanlığına bir çakmak yakan örgütleri zilli kurda dönüştürmek istediler… Korku, yalnızlaştırma ve suçlu gösterme… Tarih boyunca despotların silahıydı bu yöntemler… Her şeye rağmen gözsüz kör bir karanlıkta korkuyu yenenlerde çıktı, zilli kurt olmayı kabul etmeyenler de… Asıl olan iki kız kardeşin sıradan bir talebine karşılık hapsedilmesi sonucu “yazık oldu” yakınmalarıyla içine kapanan insanlarda nasıl aşılmalı bu?
Bahar istenmese de gelecek, mevsimler değişecek. Çiçekli yollara yürüyecek insanlar. Tıklım tıklım mutluluklarla dolacak dünya. Önce sevgi üretilecek. Halka, emekçilere karşı sevgiyi… Sonra omuz omuza yürünen yalansız bir dürüstlükle kucaklaşacak çocuklar. Güven büyüyecek… Sömürü ve baskı dünyasında ormanlar ve fabrika bacaları arasından yükselen katranlı dumanların, suların, denizlerin üzerinde kocaman lekelerin yerini güçlü arkadaşlık bağıyla sarmaşan insanlar alacak… Masmavi bakışlarla yaprakların arasından esen inatçı, militan bir yüreklilikle yok edilecek karanlıklar… İnsanlık yeniden, nasırlı avuçlarına tükürerek dünyayı yaratan emeği sevmesini öğrenecek… Bunlar olacak, olmadan karanlıkları yara yara kapalı göz kapakları açılabilir mi?... Masumluk maskesi giyenlerin saldırgan bakışlarının gerçek yüzünü açığa çıkarmadan, gülümseyen gökyüzü, denizler yaratılabilinir mi?
Güzel şeyler sırtlandık yarın için… Dağların dorukları serttir, fırtınalıdır… Soğutur yürekleri ama; ekmeğin, onurun, emeğin adına en güzeli bizimkisi…