Ütopya ve Sosyalist Ütopyalar

Ütopya ve Sosyalist Ütopyalar

Şeyh BedreddinHangimiz  şöyle gözlerimizi geleceğe doğru kapatıp bir özgürlük ve mutluluk adası oluşturarak mükemmel bir toplumun dingin ve ebedi huzurunda kendimizi dinlendirmeye, var olan sorunlardan bir nebze de olsa uzaklaşmaya çalışmamıştır ki. İnsanlığın adaletli, bereket ve refah içinde yaşadığı, sonsuz devinimli bir enerji ve mutluluk kaynağından beslenen ve etrafımızı saran doğanın ve bütün diğer şeylerin bizim tam ve mutlak mutluluğumuza hizmet ettiği bu (henüz) olmayan toplum biçimine Yunanca ‘‘U’’ ve ‘‘Topos’’ kelimelerinden türetilmiş ‘‘olmayan ülke’’ anlamında ütopya deniliyor edebiyatta. Ütopyalar ilk çağlardan beri edebiyatın ve politikanın atölyelerinde farklı amaç ve aletlerle işlenmiştir, sadece insanlığa birbirinden güzel ve özellikle yazıldıkları, üretildikleri dönemin koşullarını anlatması açısından değil yazıldıkları dönem ait sorunlarla baş edebilme hayallerinin de inceliklerini göstermeleri açısından ilginçtirler. Ortak yanları sınıfların olmadığı, paranın bir biriktirme aracı değil sadece değişim aracı olduğu hatta hiç olmadığı, insanların kendi kendilerini yönettiği; herkes için sağlık, eğitim ve ulaşım gibi hizmetlerin  karşılıksız sağlandığı modellemelerdir.

Marksizm insanın sosyal serüveninin üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı ilkel komünal toplumla başladığını söyler. İçinde sınıfların olmadığı avlanan hayvanların ve toplanan sebze meyvanın adaletli bir şekilde bölüşüldüğü bir topluluktur ilkel komünal toplum. Din adamları, komutanları ve yöneticileri henüz muazzam servetleriyle içinde yaşadıkları toplumla farklılaşmamışlardır. Küçük akraba topluluklarının önünde uzanan sonsuz topraklar, dağlar dereler, akarsu ve gölller kimsenin değildir, ama toplumundur. Zenginin ve yoksulun ezenin ve ezilenin olmadığı doğal bir yaşamın adil kuralları hükmeder topluluğa. Şarkılar, ilahiler, danslar hep ortak üretimin tamamlayıcı ögeleridir. Kimseyi, malların ve servetin bu ortaklaşa kullanımını ve onun yarattığı büyüleyici  yaşama biçimini ‘‘gözünüzde de fazla idealize etmeyin’’ diye uyarmaya gerek yok elbette. 

İlkel komünal toplum insanın ortak irade ve bilinciyle yani gönüllülüğüyle gerçekleştirdiği erdemli bir dayanışma olmaktan ziyade doğa karşısında, yabani hayat ve iklim koşulları karşısında insanın zorunlu olduğu için yaşadığı, ama ilk fırsatta terkedeceği bir tolumsal modeldi. Ama her şeye rağmen bugün varılmak istenen irade birliğinin sonucu ortaya çıkacak ideal bir toplumsal düzenin yani komünizmin bir dizi anahtarını da içinde barındıran bir toplumsal modeldi. Yıkılması ve yerine sınıflı yeni bir toplumun, feodal toplumun ortaya çıkması gerekiyordu, öyle de oldu; günümüzde ve geçmişte araştırmacılara bu aşılması zorunlu toplumsal modele, sanatın, dinin ve politikanın bütün başlıklarında usanmadan gönderme yapmak her zaman bu değişimin nedenlerini üzerinde durmaktan daha çekici gelmiştir. Farklı nedenlerle de olsa, biz de bu değişimi yani komünün yıkılmasının nedenleri üzerinde durmak yerine bugünün ütopyalarındaki komünal göndermeleri irdelemeye çalışacağız.

Kutsal kitaplarda insanın öyküsü ‘’bir elma yüzünden’’ Tanrı’nın öfkesine maruz kalarak cennetten kovulup kendisine yer yüzünde bir tarım işletmesi kurmasıyla başlar. Nedense Tanrı bir “elma” yüzünden insanı cennetten kovmakla kalmamış, gittiği yerde, yani dünyada çekmek üzere ona bir de yerlerde sürünme cezası vermiştir. Cennetten kovulan insanın yeryüzüne ilk indiği yerin, ‘‘Aden’’ ‘in, Urfa’da Göbeklitepe olma ihtimali, ütopyalarımızı konuşurken “cennet” metaforu üzerinde ilgisiz kalmamamızı gerektiriyor. Kutsal kitaplarda insan soyunun başlangıcının hesaplandığı 7000 yıllık bir tarih ile Göbeklitepe’de insan yaşamına dair ortaya çıkan 12.000 yıllık bulgular arasındaki 5000 yıllık farkın açıklaması  gibi can sıkıcı işleri(!) kutsal kitap arkeologlarına ya da antropoloji bilimine bırakarak cennetin İslam ütopyalarındaki yerine kısaca bakalım.

Hatırlatmaya gerek var mı bilmiyoruz ama ‘‘cennet’’ utopyası İslam ütopyalarının başlıcası değildir ama en önemlisidir.  Nas Suresi 12-21 arası ayetlerde erkekler için bir cennet tasviri vardır ve cennet içinde sonsuz bakireler ve yerlere saçılmış inciler gibi dolaşan ölümsüz oğlanlar vardır. Bu dünyada ahlaken yasaklanmış herşeyin cennete gitmeye hak kazanmış müminlere ödül olarak verileceği bildirilmektedir.

Kuran ve Nas Suresi:  

Ve bir kadehle susuzlukları giderilir ki içindeki şaraba zencefil karıştırılmıştır... Etraflarında, ölümsüz delikanlılar dolaşır, onları görünce sanırsın ki saçılmış incilerdir 

... 

Cennet tabii ki İslamiyet’teki kadar hiç bir dinde bu kadar dünyevileştirilmemiş, oradaki hayatın tasvirine ilişkin vaatler manzumesi hiç bir dinde bu kadar pragmatik promosyonlara dönüşmemiştir. Nas suresinde geçen bu iki ayet İslam bilginlerinin fantazyalarında engin bir zenginlik kazanmış, hadis ve rivayetler inancın ve İslam eskatolojisine ölümden sonra özellikle erkekler açısından bir birinden konforlu ve abartılı erotik vaatler sunarak dinin dışına taşmış, onun ötesine geçmiştir. Cennetle ve cennette bizi bekleyen güzelliklerle abartılmış İslam ütopyalarının sığlıkları ve kendisinden önceki tektanrılı dinlerden açıkça intihal edilmiş olmalarından başka özellik taşımaması itibarıyla konumuz dışındadırlar.

Oysa bu alanda esas incelenmesi gerekenler İslam eskatolojisinin parlak ve gelecek dolu cennet vaatleri değil, yaşamın bir bütün halinde cennetvari bir örgütlenmesinin bu dünyada kurulabilmesinin imkanlılığına inanmış İslam filozoflarının bu dünya için önerdikleri gerçekci ütopyalardır... Doğu ütopyalarında hatta kısmen Batı ütopyalarında ‘‘dinin’’ , Tanrıyı Bulmanın’’, ‘‘İlahi Adaletin’’  ütopyaların tam ortasına gelip konmalarına şaşırmıyoruz, zira Fransız devrimine kadar Batı’da; Cumhuriyete kadar da bizde yazılan metinler ister tarih, ister tıp, ister coğrafya alanında olsun ‘‘ilk oluşum’’un .’’İlk hareket’’in kutsal onuru ve ontolojisi neredeyse tamamen bilim masasının baş köşesinde oturan “”Yüce Rabbimize” adanmak zorundaydı. Bütün fikirler ve eşyalar yaratanını iradesi ve izniyle hareket ettiğinden ütopyacı için kalan alan oldukça daralıyordu. Başlangıcı ve bitişinde dominant bir ‘‘Tanrı’’ hakimiyeti açıkça teslim edilmeyen metinlerin sahibi dinsiz bile sayılabiliyordu.

Farabi Ütopyası: İdeal Devlet (El-Medinetül Fazıla)

8.yy filozoflarından Farabi, İdeal Devleti’nde erken dönem islam toplumları için yaşamın bütün sokaklarını tanımlayan tek, adil, ve bereketli bir şehir tasarlamıştı. Üzerinde uzun uzun durduğu kötü şehir (distopya) modellerini atlayıp ideal şehir tahhayülünde bize neyin olması gerektiğini anlatırken neyin olmaması gerektiğini de anlatıyordu. İdeal devlet sadece Arap ya da Müslüman toplumlar için değil, din, dil, ırk farkı aramadan bütün insanlık için geliştirilmiş bir modeldir. İslamiyetin erken dönemi için oldukça başarılı ve doğrudan yoksul köylüleri hedef almasa bile sosyal talepleri ağır basan bir içeriği vardır. Daha Ortaçağ’ın başlangıcıdır ve henüz işçi sınıfı tarih sahnesine çıkıp dostunu düşmanını selamlamamıştır. Buna rağmen adaletli ve paylaşımcı bir yönetimin oluşması için doğu toplumlarında ilk arayışlar olması açısından çok değerli bir toplumsal modelleme olduğu açıktır.

Tanrı, yöneticier ve bireyler için öngördüğü bir dizi düzenleme dışında Platon’un ‘‘Site’’ modellemesinden yola çıkarak ideal bir kent dizayn etmeye çalışmıştır. Farabi’nın ‘‘İdeal Devlet‘‘i ütopyasını şöyle sunar “Bunlar aynı şehirde veya muhtelif şehirlerde ortaya çıkmış olsalar dahi aynı durumdadırlar. Toplumları bir tek yönetici, nefisleri de bir tek nefis gibidir. Şehir halkının her tabakası da bu durumdadırlar. Yâni muhtelif zamanlarda da birbirini izlemiş olsalar dahi zaman boyunca bir tek (ortak) nefis gibidirler. Bunlar muhtelif şehirlerde yaşamış olsalar dahi öyledirler. Bu tabakalar (meslek grupları) hangi mertebede olurlarsa olsunlar — âmir olsunlar memur olsunlar — bir tek nefis halinde yaşarlar. Fazıl şehir halkının bildikleri ve yaptıkları müşterek şeyler bulunduğu gibi, bilimde ve işde, her tabakaya ve her ferde mahsus şeyleri de vardır. İşte saadet merhalesine bu iki şeyle varılır: biri, ferdi başkasına bağlıyan beraberlikle, diğeri, ferdi mensub olduğu zümreye bağlıyan beraberlikte. Her ferd bu iki saadete ulaşmak için çalıştığı takdirde üstün bir ruh seviyesine varır. Bu uğurda çalıştığı nisbette ruhî üstünlüğü artar, gün geçtikçe de fazileti kuvvet kesbeder. ‘‘

Bedrettin Ütopyası: Varidat

“Olup Mansur, bu yolda verdi bâşın
”Hüdâ aşkında hiç çatmâdı kaaşın”

Anadoluda, 15. yy’da Moğol istila ve yağmasının getirdiği ekonomik kriz ortamında ortaya çıkan Bedrettin ayaklanması için, Mizancı Murat Tarihül Ebülfaruk adlı kitabında Bedrettin ve müridlerinin , Allah dünyayı yaratmış insanlara sunmuştur. Tarım ürünleri ve servet kamunun ortak hakkıdır. İnsanlar eşittirler. Birinin sonsuz servet biriktirmesine karşın öbürlerinin ekmekten bile yoksun kalmaları , tanrısal adalete aykırıdır. Tanrısal amaç böyle bir haksızlığı kabul etmez. Kadınlardan başka her şey insanların ortak kullanacakları bir şekilde yaratılmıştır. Tanrının yasaları insanların akılları ölçüsünde anlaşılır.... Herkes Tanrı kuludur. Aralarında var olması gereken, eşitlik ve kardeşliktir. Meslek ve inanç özgürce seçilmelidir.” dediklerini yazar

Bedrettin’in ütopyasının içerik kadar bir önemli yanı da onun bir gelecek projesinin toplumsal modelini tahayyül edip dillendirmesi değil, Anadolu’nun ve Rumeli’ni bir çok yerinde taban bulan bir köylü ayaklanmasına önderlik ederek elini taşın altına sokması ve idealleri için ölümü göze almasıdır. 

Nazım Hikmet’in Bedrettin Destanı’nı yazarken Bursa cezaevinde aynı koğuşta kalan Rumeli’li tutuklulardan Ahmet adlı bir emekçinin Rumeli’deki köyü üzerine anlattığı bir hikayeden etkilenmediği düşünülemez. Rumelili Ahmet’in anlatısına göre aradan beş yüz yıl geçtiği halde Bedreddin’in bir ağaca asılı çıplak bedeninin bir gün geri geleceğine inanan köylüler, Bedrettin’e olan bağlılıklarını hala sessizce sürdürürler. Vergi toplamakla görevli Jandarmalar köyü, “dünyanın en inatçı en vergi vermez, en dik kafalı köylüleri” olarak nitelediğini de anlatır Ahmet Nazım’a. Buradaki “çıplaklık” ile onun ve felsefesinin dünya malında mülkünde gözü olmaması sembolize edilir. Bedreddin fikirleri etrafında toplanan yoksul köylüler eşitlik ve adalet savaşını kaybederler, Bedrettin, Serez çarşısında idam edilir. Onun halkçı ve kollektivist ütopyaları günümüzde de halk kültürü içinde yaşamaya devam ediyor.

15. yüz yıldan biraz daha günümüze doğru gelelim ve doğu ütopyalarının en ilginçlerinden birisini yazmış olan Davudzade Mustafa Erzurumi’nin Rüyada Terakki adlı kitabında topladığı ütopyası ile tanışalım. 

Davudzade Mustafa Erzurumi: Rüyada Terakki 

Vaktiyle insanların ortaklaşa yaşamayı kabul etmiş olmaları, her ferdin her şeyde olan hakkını muhafaza ve müdafaa hususunda müttefiken hareket etmeleri gibi gayet makul esasa dayanmaktadır.     (Türkçeleştiren M.C.)

Eshabı Kehf (Yedi Uyurlar) efsanesindekine benzeyen ve yaşadığı dönemin çok sonrasında uyanan bir adamın İstanbul’u kendisine gezdirecek torunun torunu Nazım ile tesadüfen başlayan karşılaşmada, yazarın yaşadığı 1900’lü yılların İstanbulu’ndan yüzlerce yıl sonra geldiği mükemmel noktayı anlatır. Nazım ile şehri gezerler dönemin İstanbulu’ndan bu günün İstanbulu’na birçok ilginç ve isabetli göndermeler yapan öyküde geleceğin İstanbulu’nda bir ekmek fabrikasının çalışma düzeni işyerinde çalışan bir işçinin ağzından şöyle anlatılır. ‘‘Tekmil fabrika çalışanı yüz kişiden ibarettir. Her saat başı münavebeyle değiştirmek üzere her (çalışanın) günde dört saatlik mesaisi vardır. Fabrikamız geçen sene hissedar senetlerine % 40 kar payı dağıttı. Çalışanlar olarak bizler maaşlı değiliz. Fabrikanın net kazancının % 30’unun çalışanlara dağıtılması fabrikanın temel çalışma prensibidir. Bu dağıtılan kar payı çalışanını fevkalade memnun ediyor. Nimete Kemali Afiyetle bakılcak olursa hem hisse senedi sahipleri hem fabrika hem de biz çalışanlar yararlanmış oluyoruz. Bu surette insaniyete de büyük hizmet etmiş olunuyor.’’

Kadınların eğitimi ve özgürlüğü de Davudzade’nin ütopyasında özel ve ilerici bir yer tutar. Kentin meydanları belirli saatlerde tamamen kadınlara ayrılmakta, kadınlar kendilerine ayrılan bu meydanlarda istedikleri gibi gezmekte alış veriş etmektedirler. Bu saatlerde erkekler evlerine, iş yerlerine otellerine kapanır bu dönemde İstanbul adeta bir ‘‘kadın dünyası’’ halini alır.

Davudzade’ye göre kadınlardan öyle alimler, öyle erdemliler çıkar ki insan hayrete düşer. Ütopyasında kadın yazarların eserleri, bilimsel ve teknik buluşları insanı şaşırtacak kadar çoktur ve etkileyicidir. 

Bu günkü Avrasyacıların düşüncelerine benzer bölgesel işbirliği ve entegrasyon projeleri de geliştirir Davudzade... Asyanın Garb’ında bulunan Osmanlı ile şarkında bulunan Çinlilerin, Avrupa ve Amerika’nın kendilerine karşı beslediği caniyane planları boşa çıkarmak için beraber hareket etmeleri gerektiğini savunur. 

(devam edecek)


Konuyla ilişkili diğer makaleler