10 Eylül, TKP, Şanghay, Ergenekon, Seçimler Ve Ortadoğu Devrimci Çemberi

10 Eylül, TKP, Şanghay, Ergenekon, Seçimler Ve Ortadoğu Devrimci Çemberi

TKP 102 YAŞINDA

Türkiye Komünist Partisi – TKP, geçtiğimiz günlerde kuruluşunun 102. yıl dönümünü karşıladı. TKP bu toprakların en eski siyasal partisidir. Eski olduğu kadar da gençtir. Gazetemizin bu sayısında konu ile ilgili Mustafa Suphi Vakfı’nın düzenlediği Panel’e sunulan tebliğler yayınlandığı için tarih ile ilgili çok ayrıntıya girmemize gerek yok. Biz, günümüzde TKP’ye bu topraklarda neden ihtiyaç duyulduğu üzerinde durmak isteriz. TKP, Türkiye’nin ve hatta bölgenin içinde bulunduğu düğümü çözmeye aday olmalı. TKP 10 Eylül 1920’de kurulduğu zaman ortaya koyduğu bir program vardı.

Bu programda ele alınan sorunların hiçbiri çözülmemiştir. Yetmezmiş gibi yeni sorunlar eklenerek katmerleşmiştir. TKP kurucu önderleri Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve yoldaşları Kemalistler tarafından kahpece katledilmeselerdi ve TKP kuruluşunun henüz birinci yılında yasaklanmasaydı Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşu, içeriği, niteliği ve gelişimi çok farklı olurdu. Milli kurtuluş savaşı verme adına emperyalist güçlerle uzlaşarak anti-demokratik ve kapitalist bir devlet kuran Kemalistler, bunun önündeki en büyük engel olan TKP’nin gelişimini engellemek zorundaydılar. Demek ki o dönem gerçekleştirilemeyenleri, günümüz yeni koşullarında gerçekleştirmek yine TKP’nin görevi olmalı.

Başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm ezilen ve sömürülen halkların ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturduğundan yola çıkarak, TKP’nin tüm sorunların köklü çözümüne yönelik programı zorunlu bir ihtiyaçtır. Bilindiği üzere, iktidarlar aslında kendilerine karşı olması gereken onmilyonların desteği ile bu ülkede söz sahibi olabiliyorlar. Bugün düzen partilerine oy veren işçi, emekçi ve tüm sömürülen halkların bu yanlışı düzeltmeleri nasıl gerçekleşecek? Temel soru budur. Türk, Kürt, diğer tüm uluslardan halklar, Aleviler, dini hassasiyete sahip Sünniler, Şafiler, tüm din ve mezhep mensupları, işçi, emekçi, köylü ve ezilip sömürülen olmanın ortak paydasında bir araya gelebilmeli. Bunu başarmak için bu kitlelerin komünistlere yönelik ön yargıları kırılmalı ve aynı zamanda bugünkü durumda içinde bulundukları durumda kendileri ile sağlam bağlar kurulması gerekmektedir. Bu konu program ve bu programın ajitasyon ve propagandasının konusudur. Örgütlenme mantığının bu görevi başarıyla tamamlamaya yönelik yürütülmesidir. TKP’nin Birinci Programı, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının kuruluş sürecinde çalışmaları bu görevleri kapsayıcı ve çözümleyici içeriklere sahip idi. Bugün aynı görev yeni ve genç kuşakların önünde başarılması gereken bir görev olarak durmaktadır. İşçi sınıfı ile bağ kuramayan, emekçileri etkileyemeyen, Müslümanları ve tüm din mensuplarını etkileyemeyen, Kürt halkını kucaklayamayan bir komünist politika başarısızlık ile karşılaşacaktır. Doğanın talanı ve çevre sorunları, kadın sorunları, cinsel farklılıklardan kaynaklanan sorunlar, dünyada esen savaş yellerine karşı barışı savunan konumdan politikalar eksik kaldıkça sonuç almak mümkün olmayacaktır. Bu noktada, işçi sınıfının sınıfsal çıkarları tüm bu kesimlerin istemleri ile örtüştüğü için konunun çözümü mümkündür yanıtı kolaycılık ve yüzeysellik ifade etmektedir. Konu bu kadar basit değildir. Toplumun farklı kesimlerine ulaşmak ve etkilemek için geliştirilecek program ve politikalar konunun bir yanıysa, bu politikaları bu kitlelerin içine taşımak ve sınıf bilinci aşılamak da konunun diğer yanıdır. Ama daha önemlisi, stratejik hedefe yönelmek için, somut durumun somut tahlili temelinde güncel taktik çizgiyi isabetle saptamak ve hem kitle çalışmasını, hem de ajitasyonu bu tahlil ışığında formüle etmektir. Görevler sahada uygulanacak ve çözülecek görevlerdir.

TKP’ye gönül vermiş yoldaşlar 102. yılda bu soruların yanıtını ortaya koyarak, bu da yetmez, onun pratiğini de geliştirerek komünist olmanın kendilerine verdiği misyonu yerine getirecek azim ve kararlılığa sahip olmalıdırlar. Yazımızda komünistlerin politik aktüel çizgisiyle ilgili somut politik durum konusunda görüşlerimiz ele alınacaktır. Bu durum ele alınmadan işçi sınıfının çıkarları temelinde hiçbir soruna çözüm bulunamaz. Siyasal çizgi de nesnel politik koşullardan ve uluslararası politik gelişmelerden kopuk değerlendirilemez.

NÜKLEER TEHLİKE VE BARIŞ

Sovyetler Birliği’nde yaşanan karşı-devrimin sonuçları insanlığa çok büyük bir bedel ödetiyor. Geçmiş dünyada, ne kadar eleştirilirse eleştirilsin emperyalizmin saldırganlığını gemleyen ve savaşlardan ve silahlanmadan herhangi bir sınıfsal çıkarı olmayan bir sosyalist dünya sistemi vardı. Putin “çok kutuplu dünya tekrar oluşmuştur” demektedir ama oluşan bloklaşma arasında sınıfsal farklılık yoktur, iki “kapitalist” blok gerçeği ile karşı karşıyayız. NATO ile Rusya arasında askeri, Çin arasında ise bir ekonomik hegemonya yarışı başlamıştır. NATO’nun Pasifik Stratejisi Çin ile de askeri çatışma tehlikesini güncel hale getirmiştir. Tekrar nükleer bir savaşın eşiğine geldik. İnsanlık sırtını dayayacağı bir “barış” merkezinden yoksundur. Yalnız şu olgu bile tehlikeyi anlamamıza yeter: 1980’lerde ABD Orta Avrupa’ya nükleer silahlar yerleştirmeye kalktığında Sovyetler Birliği’nin “detant” politikası Avrupa’da milyonları harekete geçirmişti. Şimdi ise hem Biden, hem de Putin “nükleer tehditlerde” bulunurken ve savaş Avrupa’ya yayılmakta iken Avrupa sokakları bomboştur. Ne Şanghay İşbirliği Teşkilatı (ŞİT) ülkelerinde ve ne de NATO ülkelerinde bu devletleri durduracak sivil bir isyan henüz ufukta görünmüyor. Sosyalist sistem çöktü diye zil takıp oynayan “solcular” bile şimdi “NATO’ya mı yoksa ŞİT’e mi kapılansak” hesabında. Oysa alternatif var. 

Bu yazının bundan sonraki bölümünün amacı önce ŞİT yanlısı egemen sınıf ideologlarının ve kendini komünist diye pazarlayanların “anti-emperyalizminin” altında ‘vahşi kapitalist sınıfın ve endüstriyel-askeri kompleksin temsilcisi Ergenekoncu strateji ve taktiklerin yattığını göstermektir. 

Buna karşılık yazının diğer amacı ŞİT karşıtlarının, henüz çok cılız itirazlarının ise altında neo-liberal kapitalist sınıfın çıkarlarının yattığını göstermektir.

Gerçekte her iki sınıfsal zümrenin amaçları aynıdır; birisi ŞİT’e dayanarak, diğeri NATO’ya dayanarak başta Ortadoğu, Afrika, Kafkasya ve Balkanlar olmak üzere “bölgesel nüfuz pazarlarında” hegemonya kurmak istiyor. Dolayısıyla iki ayrı gibi görünen zümrenin çıkarları ortaklaşmaktadır.

Bu güçler arasındaki iktidar mücadelesi henüz sonuç vermemiştir. Türk dış politikasındaki git gellerin de sebebi budur. Eğer devrimci güçler bu iki çizginin dışında bir “üçüncü bir yol” bulamaz ve bunu gerçekleştiremezlerse, Türkiye ya ŞİT’in ya da NATO’nun safında çok tehlikeli maceralara sürüklenecektir. Yazımızın asıl amacı bunun kader olmadığını, karşımızda bir alternatifin durduğunu göstermektir.

ŞANGHAY POLİTİKASI

Buradan itibaren konuya geçelim. AKP’li CB’ı Erdoğan geçtiğimiz hafta Şanghay İşbirliği Teşkilatı’nın (ŞİT) toplantısına katıldı. Ülkede ABD ve AB’ye nispet ŞİT ile ilişkilerin geliştirileceği havası yaratılıyor. Kimileri bu eğilimi ABD’ye kafa tutan güçlü bir ülkenin güçlü lideri olarak okuyor. Kimileri ise buradan anti-emperyalist politika sonuçları çıkarıyor. Bizce ikisi de değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin ŞİT’e yönelme stratejisinin altında 2002 yılında Erdoğan daha henüz Başbakan olmadan Milli Güvenlik Konseyi’nin karar altına aldığı Avrasyacılık stratejisi yatmaktadır. Dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç 7-8 Mart 2002 tarihinde İstanbul Harp Akademileri Komutanlığında düzenlenen “Türkiye’nin Uluslararası İlişkileri ve Güvenlik Politikaları” konferansında yaptığı konuşma ile Türkiye’nin AB’den medet ummaması gerektiğini, ABD ile ilişkilerini bozmadan Rusya ve İran ile yeni bir işbirliğine girmesi gerektiğini, bu işbirliğinin ekonomik, politik ve askeri tüm yanları içermesi gerektiğini vurgulamıştır. Konferansta henüz hayatta olan Evren, Demirel, Ecevit ve Çiller de dinleyici olarak ön sıralarda yer almışlardır. Erol Manisalı’nın aynı konferansta bilimsel alt yapısını hazırladığı yeni Avrasya stratejisi böylece MGK Genel Sekreteri tarafından resmen açıklanmış oluyordu. Bugünkü Şanghay yöneliminin başlangıcı bu olgulardır ve bu strateji tamamen bir Ergenekon stratejisidir.

ERGENEKONCULUK

8 Mart 2002’de Avrasya Stratejisi’nin açıklanmasını 1 Mart 2003 Tezkeresi olayı izledi. Bilindiği üzere Erdoğan Büyük Ortadoğu projesi Eş Başkanı olarak bir misyon üstlenmiş, onun için de AKP kurulmuş ve Başbakan olmuştu. Ancak Ergenekoncu generallerin çabaları tam tersi yönde idi. Wikipedia Ansiklopedisi 1 Mart 2003 tezkeresi olayını bize şöyle hatırlatıyor:

“(…) Tezkerede, en fazla 62 bin yabancı askeri personelin 6 ay süreyle Türkiye'de bulunması öngörülüyordu. Yabancı kuvvetlerin hava unsurları 255 uçak ve 65 helikopteri aşamayacak.

CHP'den Önder Sav, yaptığı konuşmada tezkereye karşı çıktı ve Amerikan gemileri için düşman gemileri ifadesini kullandı. Abdullah Gül'ün danışmanlığını yapan Ahmet Sever kaleme aldığı bir eserde AK Parti içindeki durumu şöyle anlatıyordu: ‘Özellikle, Beşir AtalayMehmet AydınErtuğrul YalçınbayırBülent ArınçZeki ErgezenAzmi Ateş ve Kemalettin Göktaş gibi önemli isimler tezkereye karşıydı ve parti içinde açıkça bunun kulisini yapıyordu. Recep Tayyip Erdoğan ise, tezkerenin mutlaka meclisten geçmesi gerektiğini vurguluyordu.’, ‘Cüneyt ZapsuÖmer Çelik ve Egemen Bağış tezkerenin kabulü için çırpınıyorlardı. Özellikle Zapsu ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ile telefonda sürekli temas halindeydi.’ Yapılan oylamaya 533 milletvekili katıldı, 250 ret, 264 kabul, 19 çekimser oyu kullanıldı. Ancak, Anayasa'nın 96. maddesinde öngörülen 267 salt çoğunluğa ulaşılamadı. Bu durumda, tezkere kabul edilmemiş sayıldı.

Tezkerenin reddedilmesi Amerikalılarda hayal kırıklığı yaratmıştır. Türk hava sahasını, liman ve topraklarını kullanamayan ABDIrak işgali sırasında büyük bir başarısızlığa uğramış ve ağır bir ekonomik ve sosyal fatura ödemek zorunda kalmıştır. (…)”

MGK, 1 Mart Tezkeresi ile ilgili öncesi ve sonrasında bir tek açıklama yapmadı. Tezkereye karşı çıkan AKP’nin ileri gelen bazı isimleri, mesela Gül, Arınç vb, MGK’nın herhangi bir açıklama yapmamasından, ABD’nin AKP’ye karşı tavır alacağından ve hesap soracağından yola çıkmışlar ve temkinli davranarak oy kullanmamışlardı. Ancak ABD, 1 Mart Tezkeresi ile ilgili AKP’yi suçlamadı. Durumun farkındaydı. MGK’yı suçladılar ve 22 Ocak 2008’de Ergenekon Operasyonu resmen başlayana kadar farklı suikast ve eylemlerle operasyonu hazırladılar. Düğmeye basıldı ve çok yüksek rütbeli generaller dahil büyük bir tutuklama dalgası ardından da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları da içeren dava yürütüldü. İlker Başbuğ başta olmak üzere eski Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanları ikişer üçer kez ağırlaştırılmış ömür boyu hapse mahkum edildiler. Ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası idam cezası kalktıktan sonra en ağır muadil ceza olarak uygulanmaktaydı.

Ergenekon Davası süreci boyunca TC Devleti’nin geleneksel güçleri yedikleri bu darbeye karşın aralarındaki ayrılıkları bir kenara bırakarak yeni bir konsensüs temelinde toparlandılar. Bahçeliler, Ağarlar, Soylular, Çillerler, vb’leri o güne kadar söylediklerini yutarak 180 derece çark ederek Erdoğan’ı markaja aldılar. Değişik kanatlar birlikte hareket etmeye başlamıştı. Erdoğan üzerinde baskı arttı. İki taraflı oynamaya başladı. Bunun üzerine ABD Fethullahçılar eliyle yeni operasyonları devreye soktu. 17-25 Aralık 2013 Yolsuzluk Operasyonu bunun sonucuydu. Kavga kızışmıştı. Barış süreci Ergenekoncular tarafından sonlandırılmaya çalışıldı. Ocak 2012 Paris Katliamı bu senaryonun bir parçasıydı. Kürt siyaseti oyunu sezdi ve provokasyona gelmedi. Sonuç başarılıydı. Ergenekoncular, yani devletin geleneksel sahipleri ağırlıklarını tekrar koymuşlardı. Mart 2015’te bu sefer Harp Akademileri Komutanlığının misafiri Erdoğan idi, Şöyle konuştu:

“Komutanlarımıza, subaylarımıza, askerlerimize yönelik operasyonları da ben aynı kapsamda değerlendiriyorum. Suçluyla suçsuzun, gerçekle yalanın, doğruyla yanlışın aynı torbaya konularak yürütüldüğü bu operasyonlarla, şahsım başta olmak üzere, tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı. Kurumlarımızın içinde örgütlenmiş, güçlü medya desteğiyle teçhiz edilmiş bir yapının, Türkiye’yi ele geçirmek için yürüttüğü bir kumpasa, bir darbe teşebbüsüne hep birlikte maruz kaldık. Samimiyetle ifade ediyorum; eski Genelkurmay Başkanımız başta olmak üzere, birlikte mesai sarf ettiğim için yakından tanıdığım pekçok komutanın tutuklanmasına şahsen gönlüm hiçbir zaman razı olmadı. Tereddütlerimi, itirazlarımı o dönemde bu işin sorumlularına ifade ettim, hatta kamuoyu önünde de dile getirdim. Ama o zaman önümüze konan, ancak çoğunun sahte ve çarpıtılmış olduğu daha sonra ortaya çıkan belgeler, bilgiler karşısında, hukuka saygı gereği, yapacak bir şeyimiz kalmadı.”

DOLMABAHÇE MASASI

Dolmabahçe Masası tek taraflı devrildi. O güne kadar yapılan tüm çalışmalar, görüşmeler, Akil İnsanlar Heyeti dahil unutuldu. Bu gelişmeler Erdoğan ve AKP açısından 180 derece politika değişikliği idi ve devletin yörüngesine tam olarak girme anlamı taşıyordu. Ergenekon Davasından mahkum tüm generaller 2014 yılında beraat ettirilerek serbest bırakıldı, Çöktürme Eylem Planı kararı alındı ve savaş tekrar başlatıldı. 7 Haziran 2015 seçimlerine bu siyasi havada girildi. AKP ve Erdoğan kaybetti. Bundan sonra zorla, sansürle, terör ve yasaklarla iktidarda kalma süreci kurumsallaştı. ABD’nin son girişimi 15 Temmuz 2016 Darbesi’ni planlamak oldu. Rusya ile Türkiye’nin arası savaş jetinin düşürülmesi olayından dolayı çok kötüydü. Ancak Rusya istihbaratı almıştı. ABD darbe planlıyordu. NATO içinde çatlak ve ABD – Türkiye ilişkilerini germek için bulunmaz fırsat değerlendirildi. Darbe tarihinden kısa olmayan bir süre önce Erdoğan ve devlet uyarıldı. Gerekli önlemler alınarak karşı-darbe hazırlıkları tamamlandı ve 15 Temmuz 2016 darbe senaryosu bu şekilde yaşandı.

Bugün Türkiye’nin Şanghay toplantılarına ilgisi ile katılımı geri plandaki bu gelişmeler ele alınmadan anlaşılamaz.

SAHTE TKP

Bu arada TKP’nin duruşu açısından konunun daha iyi anlaşılması için bir noktaya değinmeden geçemeyeceğiz. Devletin icazeti ile 2001 yılında adını değiştiren Sosyalist İktidar Partisi – SİP, “TKP” adını kullanarak puslu havada devlet cenahından görevlerini yerine getirmiştir. Nasıl ki bugünlerde “Yeniden 2023” sloganı altında 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ve politikalarına sahip çıkıyorlarsa, her fırsatta Ergenekon ile ilgili de devletçi bakış açılarını ifade etmekten geri kalmamaktadırlar. SİP/”TKP” sözcüleri “Ergenekon safsatası çökmüştür” diyebilecek kadar ileri gidebilmiştir. Bunun bir tek anlamı vardır. Devlete sahip çıkma refleksi. İşçi sınıfı, komünizm, Marksizm-Leninizm sözleri ile süslenerek soslanan politikanın ana doğrultusu budur. TKP’nin yeni bir açılım ile ülkede düğümü çözme çabası içine girme zorunluluğunun bir nedeni de TKP adı ile yaratılan bu dezenformasyondur.

Müsaadenizle burada yaşanmış bir olayı anekdot olarak aktarmak istiyorum. Tarih 3 Haziran 2015. Silahlı sivil kontr-gerilla unsurları gündüz gözüyle kadın arkadaşlarımız Mustafa Suphi Vakfı’nda Politika Gazetesi dağıtımını hazırlarken baskına uğruyorlar. Önce semt karakolu polisleri, ardından Olay Yeri İnceleme derken, İEM Terörle Mücadele Dairesi polisleri de Vakıf bürosuna intikal ettiler. İncelemeler bittikten sonra konuşurken TEM Başkomiseri “Anlamış değilim devletin TKP ile ne sorunu olabilir” sözünü sarf etti. Yardımcısı, ve daha sonra TKP masasından olduğu anlaşılan daha genç bir komiser “Amirim bunlar o TKP değil, burası İsmail Bilen ve Mustafa Suphi’nin görüşlerini savunan TKP’lilerin yeri” düzeltmesi yapınca, Başkomiser “Haa tamam o zaman konu anlaşılmıştır” yanıtı verdi ve vedalaştı gitti. Sanırım resmi ağızdan konunun net itirafı da ancak bu kadar olabilir.

AVRASYACILAR = AKP + ERGENEKON

Türkiye Komünist Partisi ülkede sınıf savaşımında tutulacak ana halkanın Ortadoğu’da devrimci sürecin merkezinde duran Kürt Özgürlük hareketi ile birlikte mücadele olduğu tespitini yapmaktadır. 102 yaşındaki TKP ne Cumhur İttifakı, ne de Millet İttifakı derken de, ne ŞİT, ne ABD ne de AB derken de aynı politik yaklaşımı ortaya koymaktadır. İşçi sınıfı, ezilen ve sömürülen halklar birleşik mücadeleleri ile devrimci alternatifi kendileri oluşturacaklardır demektedir. Tüm bloklaşmalara karşı eşit mesafede durarak kendi bağımsız devrimci politikalarını geliştirmektedir. Ülke çapında bloklar arası tercih tartışmaları kızışmaktadır. Avrasyacıların 2002’de sözcülüğünü yapan Tuncer Kılınç Ergenekon Davasından beraat ettikten sonra CHP’de politika yapmaya başlamış ve görüşlerini Cumhuriyet gazetesinde ara ara yazmıştır. Gerek Kıbrıs gerekse Şanghay konusunda AKP’ye desteği tamdır. 20 Eylül 2022 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde “MGK eski genel Sekreteri” imzasıyla yazdığı yazının girişinde şöyle demektedir:

“(…) ABD, bu kapsamda, ilki 1980’deki, ikincisi 2016’daki girişimleriyle Cumhuriyetimizin laik yapısına ve sosyal ve siyasal iç yapımıza büyük zararlar verdi. 1980’de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta heyetini, 2016’da ise Nurcu tarikat vaizi Fethullah Gülen’i ve onun yurtiçindeki asker ve sivil destekçilerini kullanarak ülkemizde Müslüman Kardeşler köktendincilik anlayışını güçlendirmeye ve bu yolla sosyal ve siyasal yapımızı ayrıştırmaya ve halkımızı uzlaşmaz bir topluma evirmeye çalışmıştır.

2016 yıkıcı harekâtı öncesinde, Ergenekon ve Balyoz gibi düzmece davalarla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin vatansever mensupları yargılandı, haksız ve hukuksuz şekilde hapse mahkûm edilerek halk arasındaki itibarları sıfırlanmaya çalışıldı. 2016 girişimi sonucunda Kemalist milli ordunun irfan yuvaları askeri liseler, harp okulları, asker hastaneleri ve askeri yargı yapıları tasfiye edildi. Devlet laik ve demokratik yapısından uzaklaştırıldı.

ABD’nin, S-400 alımını bahane ederek Türkiye’yi F-35 savaş uçağı programından dışlaması, Suriye kuzeyindeki ayrılıkçı YPG-PYD unsurlarına silah, eğitim, maddi ve manevi destek vermesi, FETÖ örgütünün başını teslim etmemesinin yanında, özellikle 2021’den itibaren, ulusal çıkarlarımız aleyhine aldığı açık tutum ve girişimleri son derece endişe vericidir. (…)”

Bu makalenin AKP politikalarına ters düşen hiçbir yanı yoktur. İşin en ilginç yanı SİP/”TKP” nin görüşleri ile de örtüşmektedir. İnanmayanlar SİP/”TKP” sözcülerinin konuşma ve yazılarına bir göz atabilirler. CHP’li eski MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç bu açıklamaları yaparken CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçtaroğlu ise farklı bir açıklama yaparak tercihinin AB’den yana olduğunu ilan etmiştir. Kılıçtaroğlu’nun geçtiğimiz hafta sonu İzmir parti kampında katılımcılara “Benimle birlikte misiniz? Size güvenebilir miyim?” sorusunu yöneltmesi anlamlıdır.  CHP içinde etkin bir güç olan Ergenekoncular ile çatışma ve muhtemel bir ayrışma önümüzdeki dönem için beklenmelidir. Kılıçdaroğlu’nun Ergenekoncular ile ters düşen açıklamaları kendisi ve çevresinin ülkedeki sınıfsal sorunlar, Kürt sorununun çözümüm ve seçimlere yönelik HDP ile ilişkilerinde de sonuçlar doğuracağı muhtemeldir. Muhtemel olmanın ötesinde gereklidir.

NATO’DAN ÇIKILMALI, ŞİT’TEN UZAK DURULMALI

Tüm bu gelişmeleri değerlendirirken Türkiye’nin ABD yanlısı ve NATO bloku içinde bir devlet olduğu gerçeğini her değerlendirmemizde ön planda tutmak zorundayız. Bugün ABD politikaları ile çelişen generaller de eğitimlerini Pentagon’da almışlardır. Alıntı yaptığımız görüşlerin sahibi Tuncer Kılınç NATO’da en uzun süre görev yapmış Türk generali ünvanını taşımaktadır.

Rusya nasıl Türkiye’yi yanına çekmek ve NATO içinde sürekli çatlaklar yaratmak için büyük bir çaba harcıyorsa NATO da aynı çaba içindedir ve Türkiye’yi kendi hizmetinde kullanmaya devam etmek için politikalar geliştirmektedir. ABD ve NATO bu doğrultuda iktidarı, AKP içinde belli kesimleri ve düzen muhalefetini etkilemek için ayrıntılı çalışmalar yürütmektedir.

ABD’nin amacı Türkiye’yi Rusya’ya ve İran’a karşı NATO’nun yeniden koçbaşı haline getirmektir. Bunu da Türkiye üzerinde Yunanistan’ı ve Kuzey Kıbrıs’ı silahlandırarak ve Kürdistan’ın bütün parçalarını Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesi sonucu Barzanici hegemonyaya sokma temelinde “Kürt kozuyla” sıkıştırarak sonuç almaya çalışıyor. Bu arada ekonomik ambargo tehditini de kullanıyor. ABD, Türkiye’ye baskı yapmak için, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya hattında alternatif bir NATO sınırı oluşturmuş, üsler kurmuş, asker yığmış ve bu ülkeleri silahlandırmayı hızlandırmıştır. Amaç Türkiye’ye baskı uygulamaktır. Ukrayna’nın NATO üyesi yapılması amacı da Türkiye’yi rahatsız ediyor. Onun için bir yandan Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasına karşı çıkıp Ukrayna’yı SİHA’lar ile beslerken, diğer yandan Rusya ile de iyi ilişkilerini sürdürmeye çalışıyor. Türkiye’nin NATO üyeliğinden ayrılması ve ABD ile ikili askeri anlaşmaları iptal etmesi bu tehlikeler karşısında en doğru çözümdür.

Ukrayna savaşının asıl sorumlusu NATO’dur. Rusya’yı kuşatma yeltenişi Rusya’yı savunmaya zorlamıştır. NATO, bu savaşta Rusya’yı Ukrayna’ya yaptığı silah desteği ile geriletemeyeceğini görmüştür. Hiçbir savaş sadece silahlarla kazanılamaz. Silahlı insanların “düşman topraklarını” işgal etmesi dışında zafer mümkün değildir. Ama ne ABD ve ne de AB bu savaşa kendi askerlerini sürmekte zorlanırlar. Bunun kamuoyunda meydana getireceği tepkileri göğüsleyemezler. Savaşa resmen girmişlerdir, ama asker gönderme durumunda fiilen girmiş olurlar ve bu da savaşın sınırlarını Batıya doğru genişletir. Bunu göze alamazlar. Onlar için çözüm Türk ordusudur. Türkiye NATO’da karar kıldığı gün kendini Rusya ve İran’la savaş halinde bulur.

Benzer sonuç Türkiye ŞİT’te karar kıldığında da ortaya çıkar. Bu olduğu zaman Türkiye’nin ekonomisi o gün çöker. Elindeki NATO silahları anında çöp olur. Türkiye o zaman Rusya ve Çin’in “müttefiki” olmaktan çıkar, bir Orta Asya devleti gibi ŞİT’in uydusu haline gelir. İşte bu iki ucu pis değneğe karşı alternatif Ortadoğu devrimci çemberinin genişletilmesidir.

ORTADOĞU DEVRİMCİ ÇEMBERİ

Ortadoğu devrimci çemberinin ulaşacağı sonuç, Türkiye dahil tüm Ortadoğu ülkelerini, özellikle de Irak, Suriye ve İran’ı kapsayan tek tek federe devletlerin birliği olacak olan devletler topluluğunu oluşturmak ve onu tek devlet çatısı altında birleştirmektir. TKP’nin programatik olarak ön gördüğü Türkiye Federatif Sosyalist Cumhuriyeti amacı bununla çelişmez. Ortadoğu devrimi stratejisi daha ileri ve kapsayıcı niteliğe sahiptir. Tek tek federatif cumhuriyetlerin birliği amaçlanmalıdır. Bu devlet Demokratik Halk Cumhuriyetleri Birliği niteliğinde bir Birlik Cumhuriyeti olarak nitelenebilir. Bu amaçla devrimci mücadelenin geliştirilmesi güncel bir gerekliliktir. Kürt özgürlük hareketinin bölgedeki devrimci rolü ve mücadelesinin önemi bu açıdan ele alınıp değerlendirilmelidir. Konu sadece Kürt ulusal sorunun çözümü için destek ve dayanışmadan ibaret bir olgu değildir. Aslolan birleşik devrimci mücadele sürecidir. Türkiye’nin geneline de politik olarak yansıyan bunun iz düşümüdür.

EMEK VE ÖZGÜRLÜK CEPHESİ

Ülkede bu koşullarda HDP gibi bir kazanımın yanında Sol ve Sosyalist Partilerin ittifakı ile Emek ve Özgürlük İttifakı oluşturulmuştur. Bu ittifak sınıf savaşımının gelişmesi doğrultusunda önemli bir adımdır. Ortadoğu’da emperyalizmin tutuşturduğu savaş ateşleri içinde Kürt halkının öncülüğünde yükselen devrimci direniş, tüm sol, sosyalist ve komünist güçlerin ortak mücadelesi ile eğer Türkiye’de bir dizi demokratik gelişmeler sağlanabilirse tüm Ortadoğu’yu kucaklayacak ve onun etkisiyle Kafkaslar ve Balkanları saracak devrimci bir sürecin başlangıcı olabilir. Ortadoğu Devrimci Çemberi güncel stratejik aşamaya yükselmiştir. O açıdan EÖİ’nın başarısı stratejik açıdan belirleyicidir. EOİ salt bir seçim ittifakı değil seçimlerin öncesinde ve sonrasında Cephe niteliğinde sınıf savaşımını geliştirecek, devrimci demokratik dönüşümleri gerçekleştirecek ve Sosyalizme yönelmeyi sağlayacak bir örgütsel yapılanmadır. Devletten yana utangaç tutum alanlar bu politikaları anlayamazlar veya tersinden ifade edersek bu politikalar onların misyonlarına ters düşer. Ülkede sosyalistler ve komünistler ile devrimci demokratik güçlerin, Kürt yurtseverlerinin biraraya gelmeleri ve mücadelelerini güçlendirmelerinden rahatsız olmaları bu nedenledir. Bu nedenle en devrimci görevleri üstlenen, her gün yeni bedeller ödeyen tüm bu güçlerin siyaset alanında bir araya geldiği HDP’den uzak durma girişimleri söz konusudur. Uzak durmanın ötesinde engelleme ve karalama söylemleri geliştirilmektedir. Neki, tarih sınıf savaşımlarının tarihidir ve bu gerçek değiştirilemez. TKP’nin, 102. savaş yılında sınıf savaşımının ön cephesinde daha etkin ve daha güçlü yer alması, TKP politikalarını savunan bizlere güç katmaktadır.


Konuyla ilişkili diğer makaleler