15 Temmuz, Anayasa Referandumu, Adalet Yürüyüş ve Mitingi Ardından Durum Ve, Biz Ne Yapıyoruz?

15 Temmuz, Anayasa Referandumu, Adalet Yürüyüş ve Mitingi Ardından Durum Ve, Biz Ne Yapıyoruz?

 Türkiye 1920 yılından bugüne yüzlerce bu tür olaylar ve süreçler yaşadı. O anlamda bakılırsa durum değerlendirmesi yaparken bir bütün olarak doksan yedi yıllık tarihi bir on iki aylık döneme sıkıştırıp değerlendirmek pek de doğru gelmeyebilir. Onun için bu son on iki aylık süreci tarif ederken, doksan yedi yıl ile bağını da kurmak gerekmektedir.

Doksan yedi yıl, devletin Türkiye burjuvazisinin sınıfsal egemenliğinde yönetildiği bir süreçtir. Aynı zamanda başından itibaren emperyalist merkezler ile işbirlikçilik temelinde gelişmiş bir dönemdir.

Bu iki özellik Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli ve belirleyici nitelikleridir. Öncelikle bu konuda çok net olmamız gerekir.

Bu doksan yedi yıllık dönem, aynı zamanda burjuva egemenliğine karşı işçi sınıfı, ezilen emekçi halkların ve sömürgeleştirilmek istenen ulusların mücadele tarihidir. Ve öyle bir tarih ki, burjuvazi, egemenliğini tehlikeye sokacak her olası girişimi kan, ateş, şiddet, terör, cinayetler, katliamlar ve en hafif yöntemleri olan baskı ile karşılamıştır. Dillerinden hiç düşürmedikleri ‘demokrasi’ kavramı, en fazla onlara yabancı bir kavramdır. Onların adaleti, özgürlüğü, eşitliği, hak ve hukukları sadece ve sadece kendi sınıfsal çıkarları çerçevesinde geçerlidir.

Bu nedenledir ki, sınıfsal olarak işbirlikçi tekelci burjuvazinin karşısında olan, ve çıkarları onların çıkarları ile çelişen en geniş güçler bu kavramlara doksan yedi yıldır olduğu gibi bugün de sahip çıkmak zorundadırlar. Karşı çıkarken de toplumun yüzde doksanını oluşturan en geniş toplum kesimlerinin birlikteliğini sağlamak zorunluluğu vardır.

İşbirlikçi tekelci burjuvazi, yani emperyalist merkezlerin ülkemizdeki taşeronu olarak, ülkedeki temel sektörlerde, yani, sanayii, tarım, bankalar, sigortalar, yer altı ve yer üstü kaynakları, ulaşım, limanlar, demiryolları, hava taşımacılığı v.b. alanlarda üretim araçları üzerindeki mülkiyeti elinde tutanlar, devleti ve iktidarı ele geçirmiş olanlar bu “ayrıcalıklarını” korumak için mücadele etmektedirler. Bu amaçla da her yolu kendileri açısından olağan görmektedirler. Onun için bu kadar kolay şiddet uygulayabiliyor ve tüm toplumu baskı altında tutma yöntemleri geliştirmektedirler. Bunu uygularken de aslında çıkarları işbirlikçi tekelci burjuvazi ile tamamen çelişen ve hiç uzlaşma olanakları olmayan işçileri, emekçileri, köylüleri, hatta küçük burjuvaziyi ve emperyalizm ile işbirliği içinde olmayan ama işbirlikçi burjuvaziye hizmet ederek yaşamını sürdürebilen burjuva katmanlarını da kullanıyorlar. Bu kesimlerin dini hassasiyetlerini, ulusal duygularını ve maddi ihtiyaçlarını değerlendirerek, kendi karşılarında saf tutmayacakları, belirlenmiş sınırlara kadar onlara yaşam ve hareket alanı sağlayarak tarafsızlaştırıyorlar, hatta ekonomik güç ve fiziki şiddet kullanarak kendi çeperlerinde tutuyorlar.

İşbirlikçi tekelci burjuvazi egemenliğini korumak için gerçekten tüm olanaklarını kullanarak, bıkmadan, yorulmadan, taviz vermeden mücadele ediyor. Eğitim sistemlerini, kültürel politikalarını bu amaçları beslemek için kurmuş ve uyguluyorlar. Çünkü konumlarını korumayı kendileri için bir ölüm kalım meselesi olarak görüyor ve ona göre davranıyorlar.

Bu egemenliğe karşı duracak, haklı nedenlerden dolayı ona karşı mücadeleyi sonuna kadar sürdürecek tek güç işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı işgücünü burjuvaziye satmaktan başka hiç bir şeye sahip olmayan sınıftır. İşgücünü satarken de artı-değer sömürüsü ile iliklerine kadar sömürülmektedir. Onun için burjuvazinin sınıfsal egemenliğine karşı kendi çıkarları temelinde mücadele eden tüm diğer toplumsal katmanların öncüsü olma niteliğine sahiptir. İşçi sınıfını ve tüm diğer ezilen, sömürülen yoksul emekçi halkları da bilinçlendirip onlara öncülük edecek olan, ittifaklar yoluyla işbirlikçi tekelci burjuvazi ile çıkarları çelişen diğer toplumsal katmanları bu mücadeleye kanalize edecek olan yegane güç de Komünist Partisi’dir. Ülkemizde de bu parti Türkiye Komünist Partisi’dir.

TKP’nin kurucularından ve ilk Genel Başkanı Mustafa Suphi yoldaş, 10 Eylül’de toplanan TKP’nin Kuruluş Kongresi’nin kapanış konuşmasında şöyle demektedir: “Memleketimizde her türlü derece ve sınıf ahit ve yalanlarının yerinden oynadığı böyle bir devirde, böyle bir devr-i buhranda, işçi halkın mukadderatını kendi eline alarak iş görmesi bir zaruret haline giriyor. Bu işte doğru yolu göstermek vazifesi Komünist Fırkası'nın uhdesine düşmektedir. Komünist Fırkası için memlekete musallat olan harici düşmanları kovmak nasıl bir vazife ise, dahilde halkın sırtından geçinen yağmacı tufeyli sınıflarını da hazır yiyicilik halinden çıkarıp yumruk altında işletmek de, o derece esaslı bir vazifedir. Bu iki cihetin temini iledir ki, Komünist Fırkası mazlum amele ve rençber halka karşı hizmetini ifa etmiş ve ortadan sınıflar farkı kalkarak heyet-i içtimaiye, adalet-i hakikiyeye nail olmuş olacaktır.”

***

Adalet MitingiGeçmişi bugüne bağlarsak, burjuvazinin egemenliğinde herhangi bir değişiklik olmadığını ve devlete doksan yedi yıldır kesintisiz olarak sahip olduğunu nitelersek, sadece doğruyu ifade etmiş oluruz. Demek ki, son on iki aydır karşı karşıya olduğumuz durum geçmişin devamıdır.

Yazımızın başında şöyle demiştik: “Dillerinden hiç düşürmedikleri ‘demokrasi’ kavramı, en fazla onlara yabancı bir kavramdır. Onların adaleti, özgürlüğü, eşitliği, hak ve hukukları sadece ve sadece kendi sınıfsal çıkarları çerçevesinde geçerlidir.” Demek ki, özünde burjuva demokratik istemler olan bu istemleri burjuvaziye karşı savunmak dahi günümüzde işçi sınıfı ve bağlaşıklarının görevi durumundadır. Çünkü burjuvazi bunlara dahi sahip çıkamayacak durumdadır. En geniş toplum kesimlerini, işçi sınıfının politik önderliğinde birleştirmek bugün ancak barış, demokratik ve sosyal haklar, eşitlik, adalet, özgürlük ve toplumsal ilerleme mücadelesi ile mümkündür. Yığınlar bu mücadeleler içinde, kendi deneyleri temelinde bilinçlenecek ve bu istemleri savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız bir toplum amacına yükselteceklerdir. Sosyalizm mücadelesinin başarısı bu denli bugün yürütülen mücadelelere bağlıdır. Kapitalizmin duvarlarını dağıtmak ve tüm engelleri aşarak sosyalizme yürümek adım adım gelişecek kesintisiz bir süreçtir. Bugünün görevlerini bu gerçekliği somut olarak görerek tarif etmek zorundayız.

Bugün karşı karşıya olduğumuz durum, bu nedenledir ki niteliksel olarak çok farklı bir durum değildir. Burjuvazi kimi zaman özgürlükleri biraz genişletir, böyle ortamlarda sınıf hareketi, barış, demokrasi, özgürlük ve toplumsal ilerleme hareketi de daha rahat nefes alır verir ve gelişmesi için daha uygun ortam bulur. Bu hareket biraz genişlemeye ve ilerlemeye başladığı zaman ise burjuvazi şiddet, baskı ve yasaklarla balyozu işçi sınıfının ve bağlaşıklarının başına vurur. Yaşadığımız süreç, burjuvazinin yine “sertleştiği” bir dönemdir.

Yazımızın ortalarında dedik ki, burjuvazi her şeyi göze alarak kendi devletini korumaya çalışıyor ve bunun için de çok çalışıyor. Bu onlar için bir ölüm-kalım mücadelesi tespitini yaptık. Şimdi bu meseleye bir de bizim durduğumuz yerden bakalım. Biz onlar kadar her şeyi göze alarak, bir ölüm-kalım mücadelesi veriyor muyuz? Onlar kadar çalışıyor muyuz? Maddi-teknik olanaklarımızı her gün daha fazla mükemmelleştirmek için fedakarlık yapıyor muyuz? Örneğin, AKP kadroları Cumhurbaşkanından mahalledeki sandık görevlisi AKP üyesine kadar nasıl çalışıyor, bunu hiç düşündük mü? Biz aynı şekilde, hatta onlardan daha fazla çalışmayarak bu mücadeleyi nasıl kazanırız, bu hiç mümkün mü? Demek ki, önce bu konuda hepimiz şapkalarımızı önümüze koyup düşüneceğiz. Şatafatlı laflar sarfetmeden, kimseye hava atmadan, boş boş konuşmadan, dedikodu yapmadan, insanlarla uğraşmadan, az konuşup nasıl çok çalışacağımızı değerlendireceğiz. En başta buna hazır olup olmadığımıza tek tek özneler olarak karar vereceğiz. Vermeliyiz…

***

Bu ne anlama geliyor? Hepimiz çok somut olarak her gün ne yaptığımızı değerlendirmeliyiz. Kaç Politika satıyoruz, sattığımız gazeteleri verdiğimiz arkadaşlar, tanıdık veya yeni tanıştığımız insanlar ile ne konuşuyoruz? Onların yaşadıkları veya çalıştıkları yerlerde ne olup bittiğini nasıl öğreniyoruz? Buralarda düşüncelerimizi, sorunları ve çözümlerimizi yaygınlaştırmak için nasıl bir yol izliyoruz? Bu konuda sebatlı mıyız? İşçi ve emekçilerle aynı dili konuşuyor muyuz? Onların dertlerini dert edinip birlikte çözüm arıyor muyuz? Bu soruları çeşitlendirip geliştirebiliriz. Asıl mesele burada. Biz o çok kızdığımız, öfkelendiğimiz, haksızlıklarını bildiğimiz burjuva egemenliğine karşı her gün çok somut olarak ne yapıyoruz ve yaptıklarımızdan öncelikle kendimiz memnun muyuz?

Bazı gazete temsilcilerimiz 30, bazılarımız 100 hatta 200 gazeteyi okuyucularımıza ulaştırıyoruz. 30 gazete ulaştıran 3, 100 gazete ulaştıran 10, 200 gazete ulaştıran 20 okuyucumuzla nasıl bir ilişki geliştiriyoruz. Bu okuyucularımızın kaçı kendisi gazete temsilcisi veya dağıtıcısı durumuna geliyor? Kaçı ile haftada, on günde veya en az iki haftada bir düzenli görüşüp ‘ne yaptık, daha ne yapacağız’ı konuşabiliyoruz? Kaç okuyucumuzun evine misafir olduk veya kaç okuyucumuzla bir sinemaya veya tiyatroya gittik. Kaç okuyucumuz ile en az haftada bir kere buluşup çay içiyoruz? Uzun sözün kısası ‘çevremizde karşılıklı güven oluşturduğumuz ve düzenli görüştüğümüz kaç tane ilişkimiz var?’

Bakınız, 12 Eylül öncesi oldukça yaygın bir hareket niteliğinde olan Devrimci Yol “Üreten Biziz, Yöneten de Biz Olacağız!” belgisini yükseltiyordu. Emeğin Birliği çevresi “Fabrikalar tarlalar, siyasi iktidar, her şey emeğin olacak!” diyordu. Bizler bugün de gazetemizin ana belgisi olan “Savaşsız Sömürüsüz Bir Dünya ve Türkiye” diyorduk. Bu belgilerin tümü yazımızın başında değindiğimiz, işçi sınıfının burjuvazinin egemenliğine karşı mücadelesinin niteliğini ifade eden söylemlerdi ve bugün hala da geçerli. Ancak, o dönemlerde hepimiz çok somut ve çok çalışarak bu belgilerin gereğini yapıyorduk. Bugün de yapıyoruz, fakat sayılarımız azaldı. Demek ki öncelikle ilk görevimiz bunu yapacakların, yani bizim sayımızı artırmamıza bağlı. Bu da kafe ve çay bahçeleri köşelerinde oturarak veya bin bir türlü özel hayata ilişkin bahane yaratarak mümkün değildir. Hem çalışıp iş dışında tüm zamanımızı planlı ve verimli olarak sınıf çalışmasına yoğunlaştırmak, hem çocuk veya torun bakıp, doğal çevremizde bahane üretmeden komşularımız arasında mahalli çalışma yürütmek, kültürel çalışmalar geliştirmek, gazete dağıtmak ama bu yaptıklarımızı değerlendirmek için haftada bir veya on günde bir düzenli değerlendirme toplantılarına ayırmak… Bunu yapamazsak ne konuşursak, ne kadar yazarsak maalesef hepsi karşılıksız kalıyor. Bu arada kitap okumaya, eğitimimize planlı ve ciddi zaman ayırmamız gerekiyor. Değilse, kulaktan dolma bilgilerle kimse bizi ciddiye almaz. Günümüz koşullarında herkes bir şekilde ve geçmişe oranla çok daha kolay olarak bilgiye ulaşıyor. Biz ondan fazlasını nasıl bir iletişimle ve somut pratik çalışma ile bağlayacağız? Kendimize yöneltmemiz gereken soru budur.

***

Burjuvazi nasıl çalışıyorsa, daha özverili, daha nitelikli, daha sonuç alıcı, daha sabırlı ve daha girişken, kısacası daha çok ve verimli bir çalışma disiplini geliştirmeliyiz. Bunu yapanlar, yapamayanlara yardımcı olmalı, onları teşvik etmeli, sonuç almaya yöneltmelidir. Küçük başarı ve kazanımlar elde etmek bize daha fazlasını yaşama geçirmek için moral ve heyecan kazandıracaktır. Ülkenin birçok il, ilçe, semt, mahalle, fabrika, maden, tersane ve işyerlerinde oluşan küçük nüveler, birleştiğinde muazzam bir güç ve enerjiye dönüşecektir.

Mahalle ve Semt Meclisleri ile İşçi Meclisleri, kültür, edebiyat, spor faaliyetlerinin de düzenleneceği, katılanların somut sosyal ve demokratik sorunlarının ele alınıp uğrunda hareket edileceği topluluklardır. İlerici, demokrat, devrimci vekillerimizi bu Meclis faaliyetlerine aktif olarak katmanın yol ve yöntemlerini geliştirmeliyiz. Bizim seçtiğimiz vekiller, seçmenlerinin toplandığı Meclis’lere karşı sorumludurlar. Onlar halkların vekilleridirler. Seçimden seçime değil, sandık temelinde sürekli bir yığın çalışması geliştirmeli bu çalışmaları Meclis’ler vasıtasıyla seçmenler ile birlikte tartışıp, kararlaştırıp planlamalı ve uygulamalıyız. Çocuklarımıza kreş, öğrencilerimize ev ödevi yardımı, kadınlarımıza sağlık eğitimi, edebiyat ve filim akşamları gibi aktiviteler ile ilişkilerimizi canlı tutmalı ve geliştirmeliyiz. Yaptığımız çalışmaları gazetemize yansıtmalıyız. İş yerlerimizden, halk pazarlarından, semt ve mahallelerden haber, röportaj gibi yazılarla, fotoğraflarla sorunları mahalle ve semt sınırlarının, fabrika duvarlarının dışına taşırmalıyız. Onbinlerce okuyucumuzun bu deneylerden yararlanmalarını sağlamalıyız.

Bu yazımızda 15 Temmuz, Anayasa Referandumu, Adalet Yürüyüşü ve Mitingi ile ilgili politik değerlendirmeler yapmaya yönelmedik. Sadece öz itibarıyla bu düzenin yapısının doksan yedi yıldır değişmediğine ve son on iki ayda yaşadığımız tüm olumsuz gelişmelerin artık aşılabilmesi için bizim yapabileceklerimize yoğunlaştık. Her okuyucumuzun bu yazıdan gerekli fikirleri alarak, onları kendi pratiğini dikkate alıp değerlendirerek, daha zenginleştirerek uygulamak ve yine gazetemiz vasıtasıyla bu deneyleri genelleştirmek için önerilerimizi dile getirdik. Kuşkusuz ki sizin de daha farklı ve zengin deneyimleriniz vardır. Onları gazetemizin sayfalarına yansıtmak da sizin tercihiniz olsun. Tek başına yazmak zor geliyorsa telefonda sesli mesaj oluşturup ulaştırın veya imece usulü birlikte yazın, ama yazın, kafa yorun, birşeyler yapın ve bizi de haberdar edin. Bizim yapmaya çalıştığımız da bundan farklı bir şey değil.


Konuyla ilişkili diğer makaleler