Azarbaycan’lı Yazar, Prof. Cengiz Hüseyinov

Azarbaycan’lı Yazar, Prof. Cengiz Hüseyinov

Azarbaycan’lı Yazar, Prof. Cengiz HüseyinovMuhammet Mehmet Memiş” romanının Sovyetler Birliği’nde, Fransa’da, Amerika’da ve zamanın Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde yayımlanmasıyla, dünya edebiyatı çevrelerinde sesini duyuran Azeri yazar Cengiz Hüseyinov ile 1989 yılı içerisinde Federal Almanya’yı ziyareti sırasında bu söyleyişi gerçekleştirdik. Yazarın bir de Almanca dilinde yayımlanmış kitabı bulunmaktadır: “FATALİ oder Die betrogenen Sterne”. Yazar C. Hüseyinov’un yazdığı oyunlar da halkın büyük ilgisini çekmiş ve aylarca kapalı gişe oynamıştır.

 

A.Ö.Ç: Değerli Cengiz Hüseyinov, bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

C.H.: Ben, bir Azeri ailesinin çocuğu olarak Bakü’de dünyaya geldim. (1929). Babam iyi Rusça bilirdi. Çünkü Rus eğitimi görmüştü; annemse sadece azerice konuşurdu. Petrolle geçinen Azeri halkı çok milletliydi. Örneğin bizim bulunduğumuz genişçe evde, (konak) Almanlar, Ruslar, Tatarlar, aşağı katlarda da iki Yahudi ailesi, karşımızda ise Ermeniler kalırdı. Ben çocukluğumda evde Azerice, dışarıda ise Rusça duyardım. Yani bu iki dil de benim ana dilim sayılır; ilk duyduğum, konuştuğum dillerdir çünkü. Benim için ikisini birbirinden ayırmak çok zordur. Ben inanıyorum ki okullarda sonradan öğrenilmiş yabancı dilde şiirler yazılabilsin. Bu benim fikrim tabi, çok zordur. Dildeki nüanslar, incelikler sonradan öğrenilemiyor maalesef. Yani bu manada yazdığın edebiyat ürünleri anadilde olmalıdır.

Şimdi örneğin bana İngilizce yaz deseler –benim için- imkansızdır bu. Ama şimdi buralarda duyuyorum, 20-25 yaşlarında Almanya’ya gelen yabancılar Almanca olarak şiirler, öyküler, romanlar yazıyorlar. Doğrusu bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Belki de bunlar çok yeteneklidirler. Çünkü yukarıda altını çizmeye çalıştığım dildeki o incelikler ancak çocuk yaşlarda öğrenilebilir. Bunlar yine o yaşlarda bilince yerleşen şeylerdir, dile yönelik bilgi kırıntıları; insan büyüdüğünde yazarken yeri gelince bunları kullanır. Yazarlık hadiseyi söylemek, aktarmak demek değildir çünkü. Orada verilen yeni bir tat olmalıdır; yazara ait bir tat. İnsan psikolojisine ait, insan hayatına, sosyal hayata ait. Bir aktarış, üslup olmalıdır.

Benim gençlik dönemlerimde Rus diline büyük merak vardı. Rus dilini bilmeden iş görmek mümkün değildi. Ve beni babam Rus okuluna verdi. Babamda bu merak o kadar fazlaydı ki, Abimi Azeri okulunun üçüncü sınıfından alarak Rus okulunun birinci sınıfına kaydettirmişti. Sonra İkinci Dünya Savaşı başladı. Babam o yıllarda kırk yaşlarındayken öldü. (1939). Savaş nedeniyledir ki, ben tam on bir okul değiştirmek zorunda kaldım. Çünkü okul açılıyordu, oraya savaştan yaralılar getirilip dolduruluyordu. Biz haydi yine bir başka okula naklediliyorduk.

Ortaokul bittikten sonra, Moskova’ya gitmek istiyordum. Orasını öyle güzel anlatıyorlardı ki, “cennet şehir” diyorlardı. Ben 1946’da okulu bitirende, 1947’de annem öldü. O da kırk yaşındaydı... Yalnız kalmıştım ve kendi kendime karar verdim. Mirastan hakkıma düşenleri aldıktan sonra, Moskova’ya okumaya gittim. Sovyet Yazarla Birliği’nin Enstitüsü’ne. O zamanlar da yazar olmak istiyordum. Bir gün arkadaşım elinde bir şiirle geldi: “Bak bunu benim arkadaşım yazdı!” dedi. Baktım, beğenmedim, kötüydü. Düşündüm. Kendim yazsam daha güzel yazarım, diyordum.

Enstitü, bir yıllıktı. Oraya kabul edilmem için eser vermem gerekiyordu; onlar görüp beğendiğinde girebiliyordunuz çünkü. Benim olmadı ve tekrar Bakü’ye döndüm, üniversiteye kaydoldum. Orada iki yıl okudum. Ama can atıyordum tekrar Moskova’ya gitmeye. Daha sonra isteğim gerçekleşti ve tekrar döndüm, yeniden Moskova Devlet Üniversite’sine girdim. O zamanlar hiçbir şey yazmamıştım. Üniversitede Rus Edebiyatı üzerine çalıştım. Burada öğrendiklerim sonraları çok işime yaradı. Nasıl olsa Azeri edebiyatını az çok biliyordum. Rus edebiyatı ise büyük edebiyattı. Daha sonra bana: “Sen Azeri’sin, ve Rus edebiyatı gördün, niye diğer ulusların edebiyatıyla da ilgilenmiyorsun?” dediler. Ve ondan sonra başka ulusların edebiyatıyla da meşgul olmaya başladım.

Doktora tezimi vermek için üç yıllığına Şarkiyat Enstitüsü’ne devam ettim. Doktora tezimden sonra, Yazarlar Birliği’ne üye oldum. (1959). Ve orada çalışmaya başladım. Bir gün Azerbaycan’ın çok büyük bir yazarının romanını okudum, çok kötüydü. Dedim ki, “bir büyük yazar böyle yazmamalı!” Ve bir eleştiri yazısı hazırladım, gönderdim Azerbaycan’a, derhal yayımlandı.

Bir süre de hayatımı daha iyi kazanabilmek için, mahkemelerde tercümanlık, çevirmenlik yaptım... Edebi eserlerin çevirileri sırasında sinir hastası oldum. Yayıncılara, “bunlar çok kötü eserler, niye yayımlıyorsunuz?” dedim. Onlar da bana: “Öyleyse al kalemi kendin yaz, yaz da gör nasıl oluyormuş.” dediler. Ben de “yaparım!” dedim ve çevirmenliği bırakıp yazmaya başladım. Yani böylece kötü yazarlar beni yazar yaptı.

İlk yazdıklarım Azerice idi; yayımlanmasında hiç zorlanmadım., hemen bastılar. Şimdi görüyorum ki, bu yazılar orta seviyeli yazılarmış. Yani ben gördüğümü yazıyordum, öyle pek ustalık yoktu.

Rusça yayımlanan iki kitabımı iki arkadaş çevirdiler, biri Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu”nu çeviren, Türkçe’yi çok iyi biliyordu. O ara “Adalar” isimli öyküm çıkmıştı; bayağı beğenildi. Daha sonra sosyal yaşamda gördüğüm pislikleri, hainlikleri, insana korkunç ızdırap veren ilişkileri eleştiren bir eser yazdım ve bunu Azerbaycan’a götürdüm. “Muhammet Mehmet Memiş” romanı. “basamayız” dediler. Yayıncılar, yetkililer, rahatlarının kaçmasından korkuyorlardı.

“Muhammet Mehmet Memiş”i bu kez Rusçaya çevirdim. Basıldı ve çok tuttu. Tarihsel romanım olan “FATALİ”yi de Rus dilinde yazdım. Çünkü Azerice yazsaydım basılmayacaktı. Ancak daha sonra, Azeriler: “Biz de bunu basmak istiyoruz.” dediler. Çevirdim, orada da yayımlandı. Fakat çevirisi hayli zor oldu. Şöyle ki: Ben bunu Rus dilinde yazarken, Rus geleneklerini, Rus kültürünü, hatta kahramanlarının diyaloglarının gelişimine varıncaya kadar Rus edebiyatının etkisiyle, anlayışıyla yazdım. Bunu doğrudan Azerbaycan diline çevirsem, “İçinde Azeri motifler bulunan bir Rus romanı” diyeceklerdi. Ama ben Azericeye çevirirken, bu kaygılardan çıkarak, onun Azeri dilinde ikinci bir orijinalini yazdım. Başka bir eser değildi, özü aynıydı çünkü.

A.Ö.: Buralarda şöyle bir kanı var, “Sosyalist ülkelerde, hele Sovyetler Birliği’nde yazar olmak hiç de zor değil. Çünkü devlet her zaman onlara moral ve maddi destek veriyor.” Durum hakikaten böyle mi, yoksa bir abartı mı?

C.H.: Sizi anlıyorum. Yazarlar Birliği’nin üyesi olduğunuzda hiçbir maddi ve moral destek yok. Ne yazıyorsan, onun karşılığını alacaksın. Eserlerinin basılıp basılmaması, Yazarlar Birliği’nin üyesi olmanıza bağlı değildir; yani bir ayrıcalığı yoktur. Ancak şöyle şeyler vardı. Örneğin Yazarlar Birliği’nin üyesi, eğer geçimini temin edebiliyorsa, çalışmak zorunda değildir ve buradan da emekli olabilir. Rahatsızlandığında, hastalığı süresince kendine geçici olarak aylık bağlanabilir. En olumlu yanı ise, yazarların Sovyetler’de büyük saygı görmesidir. Tabi buraya üye olmak için de baş koşul, iki yayımlanmış kitabının olmasıdır.

A.Ö.: Gorbaçov ile başlatılan “Perestroyka” ve “Glasnost” Sovyet edebiyatına yansıyor mu ve bunun örnekleri var mı?

C.H.: Henüz yok. Neden, çünkü biz çok yanılmışız. Bize, “açık yazın!” demişler, sonra da sorgulamışlar. “Kruşçov” da böyle demişti. Gördük ki sonuç kötü; şimdi bu nedenle “Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek içiyor. “ Eskiden parti konu verirdi, bazı yazarlar da, hemen oturup bunu yazarlardı. Şimdi bu ısmarlama yazı yazanlar korku içinde köşelerine çekildiler. Yine “perestroyka konusunda yazmak lazım.” diyenler var, ama geçmişi bilenler: “Hele bir yaşayalım, belki ileride yazarız.” diyorlar.

Yukarıda söylediklerime bir başka örnek vermek istiyorum. Şimdilerde yirmi yıl, otuz yıl, hatta elli yıl önce yazılmış da yayımlanmamış ve ya yasaklanmış eserler çıkmaya başladı eski kilitli kasalardan. Bunlar çok müthiş, çok değerli; yaşamın acımasız denetiminden geçmiş eserlerdir. Bugün bunlarla yarışmak bile zordur. Bunlar: Ülkemizde yıllarca yasaklı kalan bir “Dr. Jivago”, bir “Blatonov”, “Kinyak”, “Arbat Çocukları” ki konu bakımından hayli çarpıcıdır.

Gelelim baştakilere, yani o ısmarlama yazılarıyla çok para kazananlara. Ne yazık ki onlar bugün, halkın gözünde ‘Yazar’ bile değiller. İşte geçen dönemin bilinmeyenleri...

1989-Düsseldorf / Almanya


Konuyla ilişkili diğer makaleler