Büyük Devlet Yalanları

Büyük Devlet Yalanları

Reichstag 1933 BerlinAlmanya’da Kasım 1932 seçimlerinde bir önceki seçimlerde aldıkları oy oranının çok gerisinde oy almakla beraber Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi gene de büyük bir seçim başarısı sağlamış sayılırdı, 13 Milyon oy alarak parlamentoya 196 sandalye sokabilmişti. Bu büyük bir başarı sayılsa da henüz Alman parlamentosu ‘‘Reichstag’’da yeterli çoğunluğa sahip değildi. Sosyal Demokratlar, orta sınıfların Hristiyan demokratların partisi ve büyük bir kitle desteğine rağmen oyların sadece %37’sini alabilmişlerdi. Bu iktidar üzerinde tam ve sınırsız bir destek sahibi olmayan ve parlamenter sistemin göstermelik de olsa hiç bir sınırlama ve denetim mekanizmalarına tahammül edemeyen Hitler’in gerçekte anayasayı değiştirecek bir parlamento çoğunluğuna ihtiyacı vardı. Normal bir seçimde alabileceği en çok oyun sınırına gelmişti. Halkın siyasi eğilimlerini kısa sürede değiştirecek çok kuvvetli toplumsal şoklara ihtiyacı vardı. Böyle bir plan derhal devreye kondu.

27 Şubat 1933 sabahı Alman Cumhuriyeti’nin sembolü Berlin Reichstag parlamento binası alevler içinde yanmaya başladı ve kısa sürede harabeye döndü... Yangının sebebi henüz tam olarak anlaşılmadan Nazi liderleri yangının komünistlerin işi olduğunu haykırmaya başladı. Nazilerin yandaş basını, yangınla ilgili olarak dört koldan -ellerinde hiç bir kanıt olmadığı halde- sürmanşetten sürekli Alman komünistlerini ve sosyalistlerini suçlamaya başladılar.

Van der Lubbe, Nazi’lere hizmetinin bedelini canıyla ödedi. Naziler tarafından tutuklandı ve idam edildi.Yangın gecesi parlamento binasının etrafında dolaşan Hollandalı engelli bir genci, yangının başlangıç yeri olan lokanta çıkışında tutuklayıp Gestapo merkezinde günlerce işkence ettiler. Ve kendisinin Hollanda Komünist Partisi’nin üyesi olduğuna ve parlamento binasını yaktığına dair bir ifade imzalattılar. Almanya Komünist Partisi - KPD’nin bir dizi önderi de ‘‘Bolşevik bir ayaklanma hazırlığı içinde oldukları’’ iddiasıyla tutuklandı. Hakkında yakalama kararı bulunan KPD’nin parlamento sözcüsü Ernst Togler ise kendisi gidip polise teslim oldu.

Seçimlere beş kala ortaya çıkan bu yangın hadisesi bahane edilerek komünistlerin ve sosyalistlerin bütün kitle gösterileri Alman polisi ve Nazi terör grupları tarafından dağıtılmaya başlandı. Alman polisi yangından kısa bir süre sonra III. Enternasyonal’in Berlin’deki merkezini basarak Bulgar komünisti Georgi Dimitrov ve iki arkadaşını da tutukladı. Dimitrov, mahkemede, yangının ilk başladığı yer olduğu iddia edilen lokanta bölümünden değil büyük toplantı salonunun bulunduğu yerden çıktığını, yani önceden ayarladıkları Van der Lubbe lokantayı yaktığını sanarken Hitlere bağlı SA militanlarının büyük salonda dehşetli bir yangın çıkardıklarını bütün kanıtlarıyla ortaya koydu. Ömrü Bulgar çarının komplolarına karşı geçmişti ve deneyimli bir komünistti.

Alman parlamentosundaki diğer siyasal partiler gelgitler yaşasa da, Almanya Komünist Partisi (KPD) Hitler ve partisinin parlamentoyu tek başına ele geçirme planlarını görüyor ve buna şiddetle karşı koyuyordu. Hitler ise bu durumu aşabilmenin tek çaresi olarak erken seçimi görüyor... Nazi partisine bağlı SA birliklerinin komünistlerin işçiler üzerinde artan etkisini kırabileceğini düşünüyordu. Meclis içindeki Sosyal Demokrat ve Hristiyan Demokrat partilerin Alman faşistlerinin oyunlarını tam görememesi Hitler’in işini kolaylaştırdı. Komünistler dışında kalan statükocu partiler yeterli direnişi gösteremediler ve Hitler, Alman Parlamento’sunu 5 Mart’ta bir erken seçime ikna etti. Alman meclisinde 90 milletvekiliyle temsil edilen Alman Komünist Partisi’nin yaptığı faşizme karşı birleşik cephe çağırılarına Alman Sosyal Demokratları hiç bir zaman tutarlı bir karşılık vermediler.

28 Şubat’ta 1933’te Hitler, Cumhurbaşkanı Hinderburg’a “Halkın ve Devletin Korunmasına ilişkin Kanun”u imzalattı. Böylece eski anayasanın insan hak ve hürriyetlerini garanti altına alan 8 maddesini iptal etti. Bu yasayla artık Hitler, bütün siyasi muhaliflerini susturabilmenin anayasal güvencelerini de elde etmiş oluyordu. Bir yandan özgürlükler yasalarla yok edilirken bir yandan sokağa hakim olmaya çalışan SA çeteleri bütün ilerici Alman halkı üzerinde yılgınlık yaratmaya çalıştılar. Faşistlerin Reichstag yalanı özellikle orta sınıflar içinde inandırıcılık kazanabilmişti. Hitler ve propaganda mekanizması Komünist partinin işçiler arasındaki etkisini abartarak yaklaşan komünist bir ihtilalin Reichstag yangını örneğinde olduğu gibi millete nelere mal olacağını (!) anlatarak küçük ve orta burjuvaziyi 5 Mart seçimlerinde kendilerine oy vermeye zorluyordu.

Tek taraflı avantajlarla bütün devlet imkanları ve sokak şiddetini kullanarak seçimlere giren Hitler’in NSDP’si 43,9 oranında oy aldı. Bu da henüz anayasayı değiştirecek çoğunluğu getirmiyordu. 5 Mart 1933 seçimlerinde Almanya Komünist Partisi bütün baskılara rağmen 4,5 milyon oy almıştı. Alman faşistleri Reichstag yangını ve faşist partinin saldırı birliklerinin meyvalarını toplamaya başlamışlardı. Artık parlamentoya ihtiyaçları yoktu. Zaten Komünist milletvekilleri Nazi şiddetinden meclise gelemezken, Sosyal-demokrat milletvekillerinin tamamı da tutuklanmıştı. Hitler’i tek başına iktidara getiren “tek adam”, ‘‘tek parti’’ dönemi fiilen başlamış oluyordu. Muhalefet partilerinin katılamadığı anayasa oylamasında sadece Nazi’lerin oylarıyla kabul edilen yasanın altına “Oy birliği” ile kabul edilmiş şerhi bulunuyordu, doğruydu; muhalefet edecek kimse kalmamıştı. Faşistler geçici olarak hedeflerine ulaşmıştı.

Faşizmin mahkemelerinde faşizmi yargılayan Bulgar Komünisti Georgi Dimitrov.Reichstag yangını ile ilgili olarak Leipzig’de yapılan duruşmalarda Georgi Dimitrov duruşmayı, kendini savunmadan çok faşizmi yargılayan bir platform olarak ustaca kullandı. Tanık olarak dinlenen Nazi bakan Göring’in yalanlarını bir bir ortaya döktü. Faşizmin hizmetine girmiş Alman yargısının bütün çabalarına rağmen Georgi Dimitrov duruşmayı izleyen dünya basını önünde Faşizmin barbar iç yüzünü ve Reichstag komplosunu ortaya koydu. Faşist Alman yargısı Dimitrov ve arkadaşlarına ceza veremedi. Dünya çapında örgütlenmiş barış güçlerinin ortak eylemleriyle beraat ettiler. Ancak arandığı için gelip teslim olan Almanya Komünist Partisinin parlamento sorumlusu Ernst Togler, Gestapo zindanlarında öldürüldü.

16 Nisan 1945’te Berlin’i kuşatan Jukov komutasındaki Kızılordu askerleri 1 Mayıs’tan önce faşistler için çok önemli ve sembolik anlamı olan Reichstag parlamento binasını almak için sabırsızlanıyorlardı. Çatışmalar çok şiddetli oldu ve 1 Mayıs 1945’te, bir ‘‘devlet yalanına’’ dayanarak tutuklanan işkence gören onlarca insana karşı görevlerini yerine getirmek üzere iki Kızılordu askeri Reichstag binasına bütün dünya işçilerin ve yoksul köylülerinin bayrağını, Kızıl Bayrağı dikti.

27 Kasım 1970 tarihinde Arthur Miller’in “Cadı Kazanı” isimli oyunu oynanırken çıkan yangında İstanbul, Taksim Meydanı’ndaki Kültür Sarayı büyük bir yangın sebebiyle harabeye döndü. 23 yılda inşa edilen bina çok kısa sürede yandı. Sebebi daha tam olarak ortaya çıkarılmadan devletin bütün propaganda aygıtı olayın sorumluluğunu ilerici ve yurtseverlere atarken, bu olayı, hazırlıklarını yaptıkları bir faşist darbeyi meşrulaştırmak için fırsat olarak değerlendirdiler.

1970’li yıllar Türkiye işçi sınıfının ve ezilen halklarının örgütlü mücadelesinin zirveye doğru tırmandığı yıllardı. Faşist generallerin ifadesi ile “siyasal bilincin toplumsal gelişmenin önüne geçtiği” tehlikeli (!) bir durum vardı. O güne kadar her türlü toplu sözleşmeyi “üç aşağı, beş aşağı“ imzalayan sarı sendikacılığın kaleleri yıkılıyor, maskeleri düşüyor, yerine örgütlü sınıf sendikacılığı adım adım geliyordu.

Daha sonra, her bir darbeci general kendi anılarında itiraf ettikleri gibi, bir askeri darbe tezgahlayabilmek için toplumu ağır şoklarla ve travmalarla sarsıp bir kurtarıcı olarak askeri otoritenin etrafında toparlayabilmeleri gerekiyordu.

Faşizmin dünya halklarına yaşattığı acılar Kızılordu’nun Berlin’e girmesi ile son bulmuştu...1945 Mayıs’ında Reichstag’a kızıl bayrak diken Sovyet askeri.Bunun için yükselen işçi sınıf hareketine ve onun önderlerine en aşağılık yalanları atmayı, en olmadık senaryolarla sosyalist önderleri tutuklayıp işkence etmeyi devrimci gelişmenin önünü alabilecek tek çözüm olarak görüyorlardı. Kültür Sarayı yangınını da bu komplonun bir fırsatı olarak değerlendirip hemen sosyalistlerin üzerine yıkmaya çalıştılar. Oysa yanan Kültür Sarayı’nın sahnesini yapan Brauken Bau firmasının yangının hemen ardından uluslararası yangın eksperlerine olay yerinde hazırlattığı rapor devletin elindeydi.

Bilirkişi Prof. Ehle, yangının “büyük ihmal, dikkatsizlik ve sorumsuzluk nedeniyle çıktığını belirtmişti. Klima cihazının hiç kapatılmadığı, haftada bir kez olsun sahne bakımı yapılmadığı, ana vananın kapalı tutulması nedeniyle yangını söndürmek için kullanılan yağmurlama sisteminde hiç su bulunmadığı, yangın uyarı düzeneğinin işlemez durumda olduğunu” raporunda açık açık yazılıydı.

Kültür Sarayı 1970 İstanbulKültür Sarayı yangınından sonra H.S.K. adlı o zamanki adıyla Yıldız DMMA’sinde okuyan genç bir mühendis adayı gözaltına alındı. Sıkıyönetim koşullarındaki gözaltı süresinin çok üzerinde bir süre göz altında kaldı. Harbiye’de Askeri Müzenin altında kurulmuş işkence odalarında aylarca işkence gördü. Sonunda işkenceciler H.S.K.’a bir ifade imzalattılar. H.S.K.’ya imzalatılan ifadeye göre, “oyun anında sahnenin arkasında bulunan elektrik panolarına girerek sigorta buşonlarını yuvalarından çıkarmış ve yerde bulduğu bir kabloyla kısa devre yaptırarak yangını başlatmıştı”.

İki yıl süren duruşmada askeri savcı oturup kalkıp, yangının çıkış şekli olarak bu senaryoyu okumuştu.

Her açıdan tutarsızlıklar taşıyan bu ifade ile gerici basın ve darbeci subaylar toplumda müthiş bir yalan dalgası ve anti-komünist histeri rüzgarı estirdiler. Genç mühendis ve avukatı aylarca olay yerinde bir keşif yapılmasını talep ettilerse de askeri savcılık bunu hep reddeti.

Gerici basın o dönem İslamcı ve Kemalist olarak henüz ikiye ayrılmamıştı. Tek cepheden ilericilere devrimcilere saldırıyorlardı. Rauf Tamer, Güneri Civaoğlu, Ergun Göze, Oktay Ekşi, Ahmet Kabaklı, Fethi Tevetoğlu, gibi soğuk savaşın eli kanlı kalemleri askeri darbeyi, ilan edilen sıkıyönetimi ve çok sayıda yurtseverin tutuklanması meşrulaştırmak için yalan ve iftira kampanyalarına başladılar.

Oysa davanın sonlarına doğru savunmanın olay yeri tatbikatı isteklerini daha fazla yanıtsız bırakamayan Sıkıyönetim Mahkemesi olay yerinde bir inceleme yapılmasını kabul etti. Böylece bu tipte adli olaylarda zorunlu olarak ilk yapılması gereken olay yeri uygulaması ancak iki yıl sonar yaptırılacaktı. Adalete ihtiyacı olmayanların delile de ihtiyacı olmaması kaçınılmazdır.

Savcı, sanıklar ve avukatlar olay yerine geldiler sanığın ifadesi doğrultusunda şeklen olayın tekrarlanması gerekiyordu. Ama ters giden bir şey vardı... Yangının başladığı yerdeki sigorta panoları polislerin işkence altında H.S.K.’a dikte ettirdikleri gibi yatağından çevirilerek çıkarılabilen sigortalardan değil, şalter şeklinde indirilip kaldırılan sigortalardandı. Çıkartılıp kablo ile kısa devre yaptırılması için hiç bir boşluk yoktu. Yalancıların mumu bir kez daha yatsıda sönmüştü.

İşkenceci polislerin hayal güçlerinin teknolojinin gerisinde kalması büyük bir devlet yalanını ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Devletin savcısı, sıkıyönetim komutanı, MSB ellerinde hiç bir belge olmadan hiç bir delil olmadan masum bir çok insanı gözaltında, işkenceyle alınan ifadelerine karşı hiç bir savunma hakkı vermeden yıllarca cezaevlerinde tutmuşlardır.

Sıkıyönetim Komutanlıkları, ellerinde hiç bir delil olmadan, binlerce broşür basıp kendi mahkemelerinde bile beraat almış masum insanları suçlamaya devam ettiler.Sıkıyönetimin ilanından sonra da sıkıyönetim uzatmalarını meclisten rahatça geçirebilmek için, 5 Mart 1972 gecesi turistik Marmara gemisi ile 28 Haziran 1972 gecesi de Eminönü araba vapurunun batması olaylarında da sıkıyönetim komutanları hiç bir kaynağa dayanmadan ilerici gençler ve işçileri suçlamışlardır. L.Y. adlı tiyatrocu bir gençle Tersane-İş sendikasından H.T. adlı bir işçi işkence altında alınan ifadelerle yıllarca tutuklu kalmışlardır. Bu davalar sıkıyönetimin sürelerini uzatmak üzere meclisi ve kamuoyunu “ikna” için yıllarca kullanılacaktı.

Her üç davanın tutuklu sanıkları uzun süren işkenceli sorgulama ve tutukluluk hallerinden sonra gene aynı mahkeme tarafından beraat ettirilmişlerdir.

İşin hukuksuzluk boyutu bu kadarla kalmamış, bu davalar daha sonuçlanmadan zamanın sıkıyönetim komutanlarından Turgut Sunalp, “Komünistler İşçilerimizi Nasıl Kandırıyor” isimli kara yalan ve anti-komünist propagandayla dolu bir broşür yayınlamıştı. İstanbul, Gebze, Kocaeli gibi işçi sınıfının yoğun olduğu bölgelerde ücretsiz dağıtılan bu broşürlerde bütün bu sabotajları Komünistlerin üzerine atmaya devam etmiştir. Nerede büyük bir zorbalık varsa orada büyük bir hırsızlık vardır. Bu asılsız suçlamalarla işkence gören acı çeken insanlar şimdi toplumun saygın birer üyesi olarak aramızda onurla yaşamaya devam ediyorlar. Turgut Sunalp ve darbeci paşalar arkalarında bir sürü yolsuzluk dosyasını bırakarak askeri yaşamdan çekildiler. Sonra da askerken “faydalı işler” yaptıkları sanayi şirketlerinin yönetim kurullarına bol maaşla atandılar.

Yararlanılan Kaynaklar:

  • Nazi İmparatorluğu, Wilhelm Schirer Ağaoğlu Yayınevi 1969 İst.
  • Berlin’in Düşüşü 1945, Antony Beeor, YKY, 2014
  • Hitler’i Yenen Adam (Mareşal Jukov) Geoffrey Roberts, Kalkedon Yayınları, 2016, İst.
  • Bomba Davası, T. Turhan, Sorun Yayınları. 2014 İst.

 

SIKIYÖNETİM KOMUTANLIĞINDAN DUYURULMUŞTUR

“Komutanlığımız, Sıkıyönetim idaresi ilanından bu yana diğer anarşik eylemlere olduğu kadar sabotaj faaliyetleri üzerine de büyük titizlikle eğilmiş ve sırasıyla 27 Kasım 1970’de Kültür Sarayı’nı yakan, 5 Mart 1972 gecesi turistik Marmara gemisini batıran ve 28 Haziran 1972 gecesi de Eminönü arabalı vapurunu havuz kapağına sabotaj suretiyle yarı batık hale getiren bu örgütlere bağlı sabotaj ekiplerinin bütün delilleriyle birlikte meydana çıkarmış ve faillerini yakalamıştır”

5 Mart 1972 gecesi turistik Marmara gemisini ve 28 Haziran 1972 gecesi de Eminönü araba vapurunu batıranların, Sıkıyönetim komutanlığının, “Bütün delilleriyle ele geçirdik” demesine rağmen tamamı askeri mahkemelerde beraat etmişlerdi.


Konuyla ilişkili diğer makaleler