Bu Gidişata Son Vermek Gerekiyor !

Kürt Halkı'nın direnişi

Bu Gidişata Son Vermek Gerekiyor !

AKP’nin Senaryoları Yerli Dizileri Andırıyor

Hepimiz aynı ülkede yaşıyoruz. Yurt dışında çalışmak ve yaşamak zorunda bıraktırılmış olan okurlarımız ise ülkedeki günlük politik gelişmeleri büyük bir dikkatle izliyor. Bizim bu yazıda ele alacağımız konular hiç birimiz için yeni ve sansasyonel değil. Bildiğimiz, yaşadığımız konular. Yapmaya çalıştığımız, hafızalarımızı tazeleyip son yıllarda yaşadıklarımızı toparlayıp yorumlamak.

Değineceğimiz konu, AKP’nin açıklama ve icraatları, eski Başbakan, yeni Cumhurbaşkanının birbiri ile çelişkili söylemleri.

Oslo Süreci

Başbakan Erdoğan, bazı basın yayın organları ve muhalefetteki milletvekillerinin “güvenilir kaynaklarından” elde ettikleri bilgiler temelinde, T.C. Devletinin, PKK ve KCK ile diyalog kurduğunu açıkladı. Bilgileri eksikti. Oslo’da yürütülen görüşmeler konusunda somut bilgileri yoktu. Başbakan Erdoğan çıktı ve “devlet terör örgütüyle görüşmez, bunu iddia etmek vatan hainliğidir, PKK ile görüşen şerefsizdir” dedi. Bunu söylediğinde, sene 2010. Oslo görüşmeleri uzun süre yürütülmüş ve tıkanmıştı bile. Ardından Oslo görüşmeleri basına sızdı.

Yıl 2011, aynı Erdoğan “PKK Terör Örgütü ile biz görüşmedik, devlet görüştü” deyiverdi. 2012 senesine gelindiğinde ise, “PKK ile görüşen arkadaşı ben gönderdim, sıkıntısı olan bana söylesin” oldu. Düşünün ki, Mustafa Karasu’nun daha sonraki açıklamalarına göre Oslo görüşmeleri Ağustos 2008’de başlamış, 2009’da Hakan Fidan, Başbakan Erdoğan’ın özel temsilcisi olarak görüşmelere dahil olmuş ve görüşmeler, PKK yöneticileri Mustafa Karasu ve Sabri Ok ile KCK Yürütme Kurulu üyesi Zübeyir Aydar’ın da katılımıyla 2011 yaz ortasına kadar sürmüş. T.C. Devleti adına da görüşmelere baştan itibaren MİT Müsteşarı Emre Taner başkanlığında 5-6 kişilik bir heyet katılıyor. Fiili görüşmeler 3 yıl sürüyor. Hazırlık görüşmeleri 2006’da başlıyor. O süreci de hesaba katarsak tamı tamına 5 yıl. Görüşmeler tıkanınca PKK, Devrimci Halk Savaşı kararını alıyor ve uygulamaya sokuyor.

Suriye Politikası

Beşar Esad ve Recep Tayyip Erdoğan yan yanaSene 2009. Aylardan Eylül. Beşar Esad resmi bir planlama olmadan Ramazan ayında İstanbul’a geliyor. Başbakan Erdoğan ile Dolmabahçe Sarayındaki çalışma ofisinde görüşüyorlar. Erdoğan, Esad’dan, Kandil’deki PKK’lileri Suriye vatandaşlığına almasını ve Suriye’de sivil yaşama katılmalarına olanak vermesini istiyor. Esad “evet “ diyor. Şimdi anlıyoruz ki bu konu o dönemde gizlice süren Oslo görüşmelerindeki gelişmelere bağlı yapılan hazırlıkları içeriyor. Ama konumuz bu değil. Türkiye ile Suriye arasında “Yüksek Stratejik İşbirliği Konseyi” kurulmasına karar veriliyor. Aynen bir kaç gün önce Irak ile kurulduğu gibi. Esad şerefine AKP İstanbul İl Başkanlığı 240 masada 3000 kişinin katıldığı bir iftar yemeği düzenliyor. Erdoğan, “kardeşim Beşer” dediği Esad ile iftara katılıyor. Ardından Erdoğan, Türkiye, Suriye ve Irak ile ortak Bakanlar Kurulu Toplantıları yapılacağını açıklıyor. Sanki Türkiye federatif bir devlet ve bileşenleri arasında Suriye ve Irak da var. Erdoğan’ın kafasındaki bütün Ortadoğu’ya hakim olma görevine uygun bir girişim. Sonra ne oluyor. Aradan 2 sene geçiyor. Tarih Eylül 2012.

Aynı Erdoğan eski kardeşi, “katil Esed”e (Bu arada Esad da Esed oluyor) ateş püskürüyor. Ona 2 ay ömür biçiyor ve bayram namazını Şam’da kılacağını şu sözlerle açıklıyor: “İnşallah Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında Fatiha okuyacak, Emevi Camisi’nde namazımızı da kılacağız. Bilali Habeşi’nin, İbn-i Arabi’nin türbesinde, Süleymaniye Külliyesi’nde, Hicaz Demiryolu İstasyonu’nda kardeşliğimiz için özgürce dua edeceğiz.

Cemaat ortaklığı

AKP Hükümeti “yenilenmeci” Milli Görüş kadroları ile Fethullah Cemaatinin ABD tarafından sağlanan işbirliği temelinde oluşturulmuştu. Fethullah Cemaatinin oy oranı aman aman bir oran değildi. 1,5 milyon oya sahip olduğu söyleniyor. Ancak kadroları vardı. AKP ise kitle ile ilişkilerde, onların örgütlenmesinde etkindi. Yani ağırlıklı oy tabanını yaratmak ve onu örgütlü hale getirmek AKP kadrolarının, devletin içinde örgütlenmek de Cemaat kadrolarının görevi idi. Ortak noktaları ise ABD ile bağları ve dolayısıyla ABD emperyalizminin, uluslararası sermaye güçlerinin onlara Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi konusunda biçtikleri görev idi. Din faktörünü siyasette kullanmaları ise onların geniş yığınları etkileme ve örgütleme yöntemi idi. Türkiye halklarının yapısı, eğitimsel ve kültürel ögeleri bu strateji için uygun ortamı veri olarak sunuyordu. Karşılıklı olarak birbirlerine toz kondurmayan ve sıkı bir işbirliğine giren bu taraflar 2007 seçimlerinden sonar farklılıklar göstermeye başladılar. Ortaklıkları buna rağmen sürdü. 2011 seçimlerinden sonra ise ayrılık noktaları ön plana çıktı ve önce kapışma, sonra birbirlerinin üzerinde etkinlik kurma, en sonunda da kozlarını paylaşma ve karşılıklı tasfiye sürecine girildi. Bu süreçleri hepimiz gün be gün yaşadık, izledik.

AKP’li bakanların, özellikle Hükümet Sözcüsü Hüseyin Çelik’in ve Bülent Arınç’ın spekülasyonlar gün yüzüne çıktığında Fethullah Gülen Cemaati ile ilgili olumlu açıklamaları ve iddiaları birer dedikodu olarak nitelemelerini hatırlarız.

Şubat 2012’de Cemaatle hükümet arasında çatışma olduğu iddialarını yorumlayan Çelik, “Cemaatin bir kaydı mı var? Yıllardır bu paranoyayla yaşadık. İnsan kendisine ait olan bir şeyi ele geçirir mi? Şu ele geçiriyor, bu ele geçiriyor. Kamuda çalışan solcu insanlar var mı, ülkücü insanlar var mı? Var. Oraya sızmış, buraya sızmış bu su mu, nem mi? Kamu personeli nasıl alınıyor; belli. KPSS sınavı var. Bu insanların yüz kızartıcı suçu yoksa, engel yoksa biz onların vicdanına hafiye kulağı dayayarak atayamayız. Cemaat devleti ele geçirmiş, devlete sızmış bunlar kargaları güldürür. Bu paranoyaları bir tarafa bırakalım.” dedi.

Haziran 2012’de Cemaat’in düzenlediği Türkçe Olimpiyatlarının İstanbul’daki final gecesinde, dönemin Başbakanı Erdoğan, Fethullah Gülen’i şu sözlerle Türkiye’ye davet ediyor; “Dünyanın değişik 135 ülkesinden buraya gelmek, gurbet, hasrettir. Hasretin bedeli çok ağırdır, faturası çok ağırdır. Biz gurbette olup şu vatan topraklarının hasreti içinde olanları aramızda görmek istiyoruz. Gurbet aynı zamanda garipliktir. Zaten oradan anlamını yükleniyor. Onunu için de biz garipliğe tahammül edemeyiz. Diyoruz ki bu sıla hasreti artık bitmelidir, bitsin istiyoruz...

Aralık 2012’de aynı Hüseyin Çelik, “Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dünya çapında açtığı okullar bizim iftiharımızdır. Bizim dış politikamızla cemaatin yaptıkları birebir örtüşüyor. Meclis’teki bütün müzakerelerde AK Parti cemaatin yaptıklarının arkasında durmuştur. Ancak şimdi bize bir şey çıkar mı düşüncesiyle CHP cemaate sahip çıkar bir görüntüye bürünmüştür. AK Parti ile Cemaat arasında kıran kırana bir kavgadan söz edilemeyeceğine düşünüyorum. Bir kırgınlık olabilir. Bu bir aile içerisinde anlaşmazlık uyuşmazlıktır. Bunu aile içerisinde halledebileceğimizi düşünüyorum...” diyor.

17-25 Aralık 2013 operasyonlarından sonra Erdoğan, Cemaat adının kullanıl ması değil, onların bir terör örgütü olduğunun açık açık ifade edilmesini söylüyor ve Cemaati tarihten örnekler vererek “Haşhaşiler” olarak niteliyor. Bundan sonraki gelişmeleri basından takip ettik. Karşılıklı operasyonlar, tutuklamalar v.s.

Evet, bu manevraları belki hepimiz kanıksadık. Burjuvazinin devlet yönetme geleneğinde dahi çok ender rastlanan yöntemler ve söylemler ile süren bu kapışma zaman içinde toplumun doğal kabul ettiği bir olgu haline geldi. Kimse “ya bu adam dün böyle diyordu, bugün şöyle diyor. Bunlar bu iktidarı birlikte kurmadılar mı, nasıl oluyor da bu derece birbirlerini suçluyorlar?” sorusunu kendi kendine dahi sormamaya başladı. Dile getirmeyi bir yana bırakıyoruz, çünkü bunun bir şeyi değiştiremeyeceğini düşünüyor olabilirdiniz ama bireylerden tutun da Meclis’te “muhalefet” yürüten burjuva partilerinden dahi böyle bir karşılaştırma gelmedi.

Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı - TİB Meselesi

Bu hükümet döneminde milyarlarca Lira harcanarak Ankara Gölbaşı mevkiinde ultra modern ve içinde son teknoloji bilgisayar metotları kullanılarak dikilen bir bina var. TİB binası. Bu hesaplaşma döneminde diğer devlet kurumlarında olduğu gibi bu kurumlarda da Cemaat’in kadrolaştığı ve Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genel Kurmay dahil tüm dinlemelerin buradan teknik olarak organize edildiği ve yönlendirildiği tespit ediliyor. Oradaki kadroları değiştirmek yetmiyor. Teknolojinin niteliği çok ileri olmasına rağmen ne yapıp ediyorlarsa şifreleme tekniğini çözemiyorlar. Kadroları değiştiriyorlar, şifreleri değiştirdik zannediyorlar ama kendi iradelerinin dışında oradaki teknolojinin içerden ve dışardan müdahale ile dinlemeleri sürdürdüğünü fark ediyorlar. Sonunda neye karar veriyorlar biliyor musunuz? Milyarlarca Liraya mal olan binayı içindeki bütün teknoloji ile patlatıp toprağa gömme ve üzerini betonla örtme kararı veriyorlar. Bir devletin kendi içinde böyle bir rezalet olabilir mi? Rezalet belki olayı açıklamak için yetersiz. Ortada resmen bir acizlik durumu söz konusu.

TİB’de bütün bu olan bitenlerin birkaç Fethullahçı kadro ile izah edilemeyeceğini, dünya olaylarını biraz takip eden öğrenim çağındaki bir genç bile tespit edebilir. Bu organizasyonun arkasında ABD emperyalizminin olduğu, onun servislerinin ve teknolojisinin bulunduğu bir sır değil. Peki bunu Cemaat kadroları değil de AKP kadroları yaşama geçirseydi farklı mı olacaktı? Hayır! Burada tek sorun Erdoğan’ın ABD’nin kurguladığı projenin hem uygulayıcısı olması, hem de “ABD bizi kullanıyor, biz de biraz onları kullanırız, bildiğimizi okuruz ve bize içinde oynayacaksınız diye tanınan sınırları biraz genişletiriz” çabası. Ortadoğu’da, özellikle Suriye, Libya ve Mısır olaylarındaki gelişmelerden ve İsrail ile yaratılan suni kapışmanın sonunda ABD’nin Cemaat eliyle Erdoğan’a çeki düzen vermek istemesine Erdoğan’ın ve AKP kadrolarının tepkisinden başka bir şey değil olanlar.

T.C. - ABD ilişkileri

Bu ilişkilerin tüm boyut ve ayrıntılarına girmek değil, sadece tarz olarak bir onuya değinmek istiyoruz. Erdoğan Mart 2014’de Obama ile telefon görüşmesinde Gülen’in iadesini istediğini ve Obama’nın da “mesaj alınmıştır” dediğini,  olayısıyla

Obama ile Gülen’in iadesi konusunda anlaştıklarını beyan eden bir açıklama yaptı. Aradan iki gün geçmedi, Beyaz Saray bu iddiayı açıkça yalanladı.

Kasım 2014’de Rojava konusunda ABD ile anlaştıklarını, ABD’nin PYD’nin varlığına müsaade etmeyeceğini ve Suriye konusunda Esad yok edilmeden IŞİD sorunun çözülemeyeceği yönünde görüşmelerinin olduğunu Hem Erdoğan hem de zamanın Dış İşleri Bakanı Davutoğlu açıkladılar. Halbuki durum bunun tam tersiydi. ABD, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti ve bölgede önem verdiği Arap devletlerinin baskısı karşısında ve İran konusunda farklı bir proje geliştirmesi nedeniyle, Suriye Devlet Başkanı Beşer Esad’ın devrilmesi stratejisini ertledi. Türkiye ise bunun tam tersi için çaba sarfediyordu. ABD’yi Suriye’ye havadan ve karadan girmeye ikna etmeye çalışıyor, hem Esad’ı yıkmak hem de Rojava’nın özgürlüğünü boğmak istiyordu. ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel ve Beyaz Saray sözcüleri Erdoğan ve Davutoğlu’nun açıklamalarını yalanladılar. Türkiye’nin Suriye politikası bu aşamadan sonra tam olarak iflas etmiş oldu.

Peki, Erdoğan ve Davutoğlu, yaşamda karşılığı olmayan ve gerçek olmayan bu açıklamaları yaparken neyi hedefliyordu? Bu açıklamalar bizce Türkiye’de iç politikada bir malzeme olarak kullanılmak istendi. Ülkede, kendi lehlerine yalan temelinde bir kamuoyu yaratma, “bakın ABD bile bizim sözümüzü dinliyor, bu bölgede belirleyici olan biziz, ‘Büyük ve Güçlü Türkiye’ “ havası yaratılmak isteniyordu. Sadece isteniyordu değil, AKP teşkilatları içinde haftalık eğitim ve üye toplantılarında, Türkiyenin en ücra köşesine kadar yayılan Cami imamları temelinde kurulan “network” sistem içinde cuma vaazlarında, AKP’li öğretmenler üzerinden orta öğrenim okullarında bu görüşler propaganda edildi. Toplum kandırılarak bu yalanlara inandırıldı.

“Şeffaflık” Yasası

Davutoğlu AKP Başkanı ve Başbakan olduktan sonra, özellikle 18-25 Aralık Hırsızlıklarının etkisini kırabilmek ve Yüce Divan tartışmaları öncesi kamuoyunu rahatlatmak için “Şeffaflık Yasası” hazırladı. Devlet bürokrasisinde görev alanların emekli olduktan sonra belirli bir süre danışmanlık ve iş takipçiliği yapmalarını engelleyen maddeler dahil, mal varlığı, aile ilişkileri, rüşvet ve yolsuzluğu engelleme konusunda maddeler içeren bu yasa tasarısı basın toplantısı ile kamuoyuna açıklandı. Bizce bu yasa göz boyama dışında bir işlev görmeyecekti. Çünkü yasa, özünde engellemek istediği hiç bir usulsüzlüğü engelleyemeyecekti, bunu yapanların yöntemlerini değiştirmelerini sağlayacaktı. Ancak Erdoğan buna bile tahammül edemedi. Davutoğlu’nu, Erdoğan’ın başkanlığını yaptığı ilk Bakanlar Kurulu toplantısı öncesi yeni sarayında bir odaya çekerek “Bu yasa çıkarsa bırak bürokratı, AK Parti’de İl Başkanlığı yapacak adam dahi bulamazsın. Bu yasa tasarısını geri çek ve bir daha bana danışmadan kendi başına hareket etme” minvalli bir ifade ile yasa tasarısını Türkiye’nin gündeminden düşürdü.

Hakan Fidan Olayı

Oslo görüşmelerinin deşifre olmasından sonra Cemaat’in kadrosu olan yargı, Hakan Fidan’ı savcılığa ifade vermeye çağırdı. O dönemin Başbakanı Erdoğan hemen bir kararname çıkardı ve MİT Müsteşarı’nın Başbakanın özel izni olmadan yasal soruşturmaya alınamayacağını sağladı. “Hakan Fidan’ı kimseye yedirmem” dedi, “sır küpüm” dedi. Fakat Hakan Fidan, Erdoğan’ın kendisine verdiği önemli bir görevi yerine getiremedi. 2015 seçimlerine HDP’nin parti olarak değil, bağımsız olarak katılmasını sağlaması gerekiyordu. Bunu da ancak Hakan Fidan, İmralı görüşmelerinde Abdullah Öcalan’ı ikna ederek gerçekleştirebilirdi. İstedikleri sonucu alamadılar.

HDP’nin parti olarak seçimlere girip başarılı olması, Erdoğan’ın başkanlık projesi için büyük bir tehlikeydi. Erdoğan, Ankara AKP kulislerinden gazetecilere sızan bilgilere göre, Hakan Fidan’ı hırpaladı, azarladı, başarısızlıkla suçladı. Onların yalancısıyız. Bunun sonucunda Fidan “yorulduğunu” ifade ederek istifa etti ve Milletvekili adayı olacağını ilan etti. Erdoğan da “Meclis dinlenme yeri mi, hani yorulmuştu” tarzından bir açıklama yaptı. Yani, Hakan Fidan “sırdaş” iken “yalan” oldu.

Örnekler Çoğaltılabilir

AKP’nin bu tür senaryoları ile ilgili çok örnek verilebilir. Özellikle, Hırsızlık ve Yolsuzluk ile suçlanan dört bakanın Yüce Divan’a gönderilmemesi veya bugünlerde Yeni İç Güvenlik Yasa Tasarısı’nın Meclisten geçmesi konusunda, Erdoğan’ın “dediğim dedik” tarzı yaklaşımı kamuoyunca takip ediliyor. Erdoğan’ın “kim ne derse desin bu yasa meclisten geçecek” açıklaması size normal mi geliyor? Bu konularda AKP’nin izlediği politikaların, yaptığı manevraların tek bir amacı var. O da iktidarını kurumsallaştırmak, güçlendirmek ve her ne pahasına olursa olsun kalıcılaştırmak. Bu adımların, ne kadar ABD ile arasında sorunlar olduğu söylense de ABD’siz gerçekleşmesi mümkün değildir. Evet, ABD emperyalizminin kumanda dairesinde oturanların “Erdoğansız bir AKP ve Türkiye” konusunda kurgu yaptıkları ve bunun emarelerinin de olduğu kimsenin gözünden kaçmıyor. Abdullah Gül, Ali Babacan, Bülent Arınç, Mehmet Ali Şahin, Hüseyin Çelik gibi öne çıkan isimlerin son dönemde sık sık Erdoğan ile ters açıklamalar yapmaları bir tesadüf olmasa gerek. Erdoğan, diğer yandan da Ergenekon ve Balyoz davalarından yargılanan generaller ile ve MHP, DYP, ANAP kökenli kimi eski yöneticiler ile ortak yaklaşımlar geliştiriyor. Burjuvazi kendi içinde yönetim ve iktidar konusunda güç mücadelesini sürdürüyor. Seçimler öncesi süreçte de bu alanda farklı ve yeni gelişmelerle karşılaşacağız.

Bizim bu yazıda ele almak istediğimiz, yürütülen bu güç mücadelesinin niteliği ve güçlerin yer alımı ile ilgili değil. Bu yazıda çok sade bir şekilde örnekleri hatırlattıktan sonra, Türkiye toplumunda, kamuoyunda bu senaryoların nasıl doğalmışçasına karşılandığına değinmek istedik.

Pragmatizm mi, Korku mu?

Verdiğimiz bu örnekler ve yaşananlar, AKP’nin ve onun eskiden resmi, şimdiki fiili başkanı Erdoğan’ın pragmatizmi ile açıklanabilir mi? Politikada pragmatizm olabilir, ancak bu temiz bir yöntem değildir. Çünkü “pragmatizm”, faydacılık anlamına gelir. Politikanın gereği olarak, taktiksel bir takım adımlar atılabilinir, daha önce ön görülmemiş gelişmeler karşısında var olan politikayı düzeltmek anlamında da olabilir.

“Ampirizm” olarak adlandırılan, deneyler temelinde, yani deneme-yanılma temelinde yürütülen bir politika da değil bu. Çünkü, adamın bir gizli hedefi var, ona ulaşmak istiyor ve bu hedefe ulaşmak için her yol mübah mantığını işletiyor. Burada resmen, öncelikle halkları enayi yerine koyan, muhataplarına karşı entrika temelinde yürütülen, baştan itibaren samimi olmayan yöntemler söz konusu. Bu yöntemin adı siyaset jargonunda, “entrikacılıktır”, “bizans oyunudur.” Burada söz konusu olan, daha önce ifade edilenin, çok kısa bir süre sonunda tam tersinin savunulmasıdır. Ve hiç bir şey olmamışçasına bunu halklara yutturma çabasıdır.

Türkiye basınının ipotek altına alındığı, iktidarın kendisi için tehlikeli var saydığı her konuda anında “yayın yasağı” getirip görsel ve yazılı basını susturduğu, sosyal medyada yayınlanan fikirler hakkında insanların soruşturmaya uğradığı koşullarda, her tür yalanın deşifre edilmesi ve tartışılması olanaksız hale geliyor. Korkunç bir baskı sistemi ile karşı karşıyayız. Ve bu baskı sistemi “Yeni İç Güvenlik Yasa Tasarısı“ ile daha da kurumsallaşacak. Düşününüz; kara çarşaf giyen bir kadın suç işlememiş sayılacak, ama atkı veya puşi ile soğuktan korunmak isteyen, geleneksel ulusal kıyafetler giyenler suçlu sayılacak. Böyle bir baskıcı sistemin sürmesi mümkün değildir. Onu bildiği için de Erdoğan ve AKP iktidarı her türlü senaryolara baş vurarak kendisine oy veren seçmenin ve yarattığı taraftarı kitlenin, kendine bağlılığını sürdürmek için uğraş veriyor.

16 Şubat 2015 tarihinde, birinci derecede kendi kontrolünde olan Star, Akşam ve Güneş gazeteleri vasıtasıyla “Sümeyye Erdoğan’a Suikast Planları” manşeti altında ortaya atılan senaryo, hiç bir inandırıcılığı olmayan komik bir vakıadır. Kendi çevresinde yayın yapan Sabah, Takvim ve Yeni Şafak gibi gazeteler dahi bu manşetleri kullanmayı, hatta haberleştirmeyi bile uygun bir şekilde reddetmişlerdir. Ne var ki, AKP seçmeni ve Erdoğan destekçileri, Star, Akşam ve Güneş okuyor, Kanal 24 ve SKY 360 TV’lerini izliyor. İmamlar, öğretmenler, yerel-mahalli AKP militanlarının da desteği ile AKP seçmeni ise bu haberlerin etkisinde kalıyor ve doğru kabul ediyor. 17-25 Aralık Yolsuzluk ve Hırsızlık olayları ortaya çıktığında dahi, ve yasal olarak süreç durdurulmuş olsa bile herkesin bunun gerçek olduğunu bildiği koşullarda AKP seçmeni ve taraftarı “bu paralar AKP iktidarı gibi ülkemiz için hayırlı olan bir iktidarı sağlamlaştırmaya, geliştirmeye yarıyor, Türkiye liderimiz Erdoğan sayesinde bir dünya devleti oluyor, bu amaçla ‘kullanılan’ paralar, ‘yaratılan kaynaklar’ haram değildir, onun adı hırsızlık olmaz, bu mübahtır, sevaptır” diyebiliyor.

Çıkarmamız Gereken Sonuç

Böyle bir toplum yapısı ve kamuoyu ile karşı karşıyayız. Ve bu toplumun ezici çoğunluğu, AKP’ye oy veren milyonlar, Erdoğan’ı lider kabul eden taraftarlar aslında sınıfsal anlamda burjuvazinin temsilcisi olduğu, ABD emperyalizminin işbirlikçisi olduğu için onun karşısında olması gereken bir kitledir. Bu kitle, devrimci, demokrat, sosyalist ve komünistlerin etkisinde olması gereken işçi sınıfıdır, ezilen, sömürülen emekçiler, topraksız veya az topraklı köylülerdir. Evet, Erdoğan ve AKP, egemen sınıflar, yani burjuvazi, toplumun dini hassasiyetlerini kullanarak, dini siyasete alet ederek bu sonuçları elde ediyor. Ama sadece bu mu? Bu ülkenin diri güçleri, devrimcileri, demokratları, sosyalistleri ve komünistleri bu konuda kolaycılığa kaçmadan çok farklı sonuçlar çıkarmak zorundadır. Bülent Arınç, “bu toplumun yüzde ellisi bizden nefret ediyor, ben sokağa çıktığımda bunu hissediyorum” diyor. Bu bir gerçek. Biz bu yüzde ellinin üzerine dizi vari senaryolarla sürüklenen kitlenin önemli bir bölümünü de ekleyip bu toplumun yüzde doksan beşinin bu iktidardan, kapitalist düzenden nefret edecek hale gelmesini sağlamak zorundayız.

Bu nasıl olacak? Bir anda olur mu? Olmaz. Ancak günlük mücadeleler içinde, burjuvazinin iktidarının sahip olduğu maddi olanaklara sahip olmamamıza rağmen, sınıfın ve ezilen halkların günlük temel sorunları temelinde örgütlenmesini sağlayarak, burjuva AKP İktidarının senaryolarını deşifre ederek, sendikal, mesleki, demokratik, mahalli, yerel örgütlenmeleri temel alarak, iğneyle kuyu kazar misali bu çalışmayı yürütmek zorundayız. Burjuva iktidarının etrafına yalanla, aldatma ile ördüğü o kalın beton duvarı ufak delikler açarak delmek, o ufak deliklerin birleşmesi sonucu oluşacak büyük oluklar vasıtasıyla güçlendirmek ve o duvarın içine hapsedilmiş toplumu, basınç altında bir su olarak değerlendirerek o duvarın yıkılıp o basıncın dışarı fışkıracağı bir hale getirmek zorundayız. Hani şairin dediği gibi “hiç bir güç durduramaz halkın coşkun akan selini” misali... Bunun için bugünden yapılması gerekenler vardır. Dar grupçu anlayışı yıkarak, tüm devrimci, demokrat, sosyalist, komünist güçlerin, hatta “sol” liberal ve liberal güçlerin, işbirlikçi oligarşinin bu politikalarından etkilenen burjuva kesimleri de bu işe dahil ederek en geniş güçlerin birlikteliğini yaratmak zorundayız. Bu birlikteliğin içinde müslümanların da, devrimci-demokrat kemalistlerin de, ulusları ve farklı dinsel toplulukları temsi eden kesimlerin temsilcilerinin de yeri vardır, olmalıdır.

2015 Genel Seçimleri bu anlamda önem taşıyor. HDP/HDK, Birleşik Haziran Hareketi, Halk Evleri, Halk Cephesi bu mantık ve politik hedefler çerçevesinde, asgari müştereklerde birlikteliklerini sağlayarak burjuva iktidarının, işbirlikçi oligarşinin o kalın beton duvarında önemli bir gedik açabilir. İlk aşamayı başardıktan sonra tekrar yeniden bir değerlendirme yapılıp ondan sonraki rota birlikte belirlenebilir. Önemli olan ilk adımı atabilmektir. Bu fırsat vardır. Kaçırmayalım...


Konuyla ilişkili diğer makaleler