Dünya Mutluluk Endeksi: Malumun İlanı

Dünya Mutluluk Endeksi: Malumun İlanı

20 Mart günü her yıl “Uluslararası Mutluluk Günü” olarak kutlanıyor. Bu günde Birleşmiş Milletler Örgütü (2012 yılından bu yana) “insanların mutluluğunun önemine” vurgu yapıyor ve devletleri “yurttaşlarını mutlu edecek politikalar uygulamaya” çağırıyor.

Örgüt her yıl bu tarihte,  çok sayıda ülkede insanların mutlu ya da mutsuz olmalarına neden olan faktörleri araştırıyor ve içinde insanlarla yaptığı anketlere dayanarak düzenlediği Dünya Mutluluk Endeksi’nin yer aldığı Dünya Mutluluk Raporu (World Happiness Report 2023) adlı bir rapor yayınlıyor.

Bu yılki endekste (2020-2022) yıllarını kapsayan son üç yılda dünyadaki en mutlu ve en mutsuz 109 ülke sıralanıyor.

 Dünya Mutluluk Endeksi

En mutsuz dört ülke arasındayız

Dünyanın en mutlu ülkelerinin Finlandiya,  Danimarka, İzlanda, İsveç ve Norveç gibi ülkeler olarak sıralandığı bu yılki endekste Türkiye, mutluluk genel sıralamasında 109 ülke arasında 106’ncı sırada yer alıyor. Yani insanının en mutsuz olduğu dördüncü ülkeyiz. Bizden mutsuz sadece Gana, Pakistan ve Nijer var.

Kuşkusuz günümüzde herkesin mutsuz ya da herkesin mutlu olduğu bir toplum ya da bir dünya mevcut değil. Yani aynı anda bir ülkede her ikisi de var. Bunun nedeni de mutluluğun sadece göreli bir kavram olması değil, içinde yaşadığımız düzenin her türden eşitsizlikler üreterek varlığını sürdürmesi. Bu eşitsizlikler kendini gelir ve servet eşitsizliği, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, halklar ve kimlikler arasındaki eşitsizlikler biçiminde gösteriyor.

Nitekim raporda yer alan bir diğer endekste ülkelerdeki düşük gelirli (yoksul) yüzde 50 ile yüksek gelirli (zengin) yüzde 50’nin mutluluk düzeyleri kıyaslanıyor ve aradaki açıklık hesaplanarak, ülkeler bir de bu açıdan sıralanıyor.

Gelir eşitsizliğinin neden olduğu mutsuzluk

Böyle bir gelir bölüşümü adaletsizliğinin neden olduğu mutsuzluğun yüksekliği açısından da Türkiye en altlarda yer alıyor ve kendine ancak 98’nci sırada yer bulabiliyor.

Gelir eşitsizliği endeksi

Türkiye’deki en alttakilerin yani en mutsuzların kimler olabileceğini TÜİK’in son ekonomik büyüme bülteninden çıkartabilmek mümkün.

Emekçi sınıflar mutsuz

Türkiye’deki bu en mutsuzlar, milli gelirden sadece yüzde 25,6 pay alabilen ve çok büyük bir kısmı açlık sınırının altında bir asgari ücret karşılığında haftada 48 saatten fazla çalışan 15 milyondan fazla işçi ve çok büyük bir kısmı açlık sınırının altında gelir elde 16 milyona yakın emekli.

Bunlara bir de artık ekip biçemediği için iyice yoksullaşan köylüleri, küçük üreticileri, küçük esnafı, gelecekleri ile ilgili büyük endişelere sahip gençleri, sorunlarına çözüm üretilmeyen engellileri, şiddete uğratılan kadınları ve Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere ötekileştirilen yurttaşlarımızı ekleyebilirsiniz. Kısaca BM’nin Mutluluk Endeksi bizim mutsuzluğumuzun tescili olmuş.

Mutlu bir toplum olabilmenin koşulları

Demokrasinin ve sosyal adaletin var olduğu ve tüm kurumlarıyla işlediği bir toplumda, anayasa tarafından güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerini her hangi bir kısıtlamaya uğramadan kullanabilen, özgürce düşüncelerini açıklayabilen ve örgütlenebilen, kimliği, ideolojisi ya da inancı yüzünden ötekileştirilmeyen, mobinge, ırkçılığa, ayrımcılığa ve şovenizme maruz bırakılmayan insanların genel olarak mutlu olduklarını düşünebiliriz.

Ya da tersinden, diktatörlük altında en temel hak ve özgürlüklerini dahi kullanamayan, yoksulluk sınırının altında, hatta açlık sınırında yaşamak zorunda kalan, en temel sağlık, eğitim ve sosyal koruma hizmetlerinden yararlanamayan, deprem ve sel gibi felaketler karşısında çaresiz bırakılan, devletin halkına yeterince yardım elini uzatmadığı ülkelerde yaşayan insanların mutsuz insanlar olduklarını varsayabiliriz.

Barış, demokrasi, sosyal adalet, iş ve ekmek…

Kısaca, mutlu olabilmek için öncelikle barış, demokrasi ve sosyal adaletin olması, aynı zamanda da insanların maddi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri ve ekonomik refah düzeylerini yükseltebilmeleri gerekiyor. Bunun için de adil bir gelir bölüşümü bir ön koşul niteliğinde. Çünkü adaletsiz bir düzende sadece toplam ekonomik refah düzeyinin yükselmesi emekçi halkların mutlu olmaları için yeterli olmuyor.

Bu bağlamda burjuva ideolojilerini benimsemiş olan iktisatçıların ve burjuva politikacıların mutluluk reçetesi olarak önümüze koydukları “ekonomik büyüme” ya da kişi başı gelir artışı gibi kavramları da iyi sorgulamak lazım.

Her şeyden evvel ekonomik büyümenin (neden olduğu emek ve doğa zararını bir kenara bırakın) neması eşit paylaşılmıyor çünkü “kişi başı düşen gelir” denilen şey bir aldatmacadan ibaret. Örneğin Türkiye’de kişi başı gelir 9,000 dolar civarında ama bu herkesin payına eşit düşen bir gelir değil. Öyle ki bazıları yılda 900 dolar dahi gelir elde edemezken, bazıları 90,000 dolar elde edebiliyor. Böylece bu kavram ortalama bir rakamı ifade ediyor ve bu yönüyle de gelirin eşitsiz dağıldığı gerçeğini üstünü örtmede kullanılıyor.

“Kişi başı gelire bağlı mutluluk” safsatası

Burjuva ideologları, yüksek bir kişi başı gelire sahip olmanın insanları mutlu etmeye yeteceği fikrini yayıyorlar. Bunu aslında bir sermaye, servet büyümesi demek olan ekonomik büyümeyi (kişi başı GSYH artışı) savunmak ve ekonomik büyümenin sınıfsal yönünü gizlemek için kullanıyorlar.

Nitekim Türkiye’deki son 21 yıldır sağlanan ekonomik büyüme altında ekonomik refah büyük çoğunluk için artmadı. Öyle ki artık “orta sınıf” diye tabir edilen kesimden insanlar bile sırf başlarını sokacak bir çatı ve sofraya yiyecek koyabilmek için daha uzun ve daha sıkı çalışmak zorundalar.

Ekonomiyi büyüten deprem sonrası konut inşaatları depremin acılarının üzerini örtmeye yarıyor

Ekonomik büyümenin bir ülkedeki büyük çoğunluğun ekonomik mutluluğunu temsil edemeyeceğini birçok örnekle ortaya koymak mümkün. Örnek olarak, tek başına yaşayan (mutsuz) insanların Netflix gibi paralı TV kanalları aboneliği için yaptığı ödemeler, depresyondaki insanların ilaç ve psikoterapi için yaptığı sağlık harcamaları ya da ülkede yaşanan deprem sonrasında inşa edilmesi planlanan on binlerce konut için yapılacak olan harcamalar GSYH’yi yükseltir ve ekonomiyi büyütür. Ama her üç örnekte de insanların mutluluğundan değil, mutsuzluğundan söz etmek daha gerçekçi olur.

Ayrıca ekonomik büyüme kavramı, toplumsal yeniden üretimin asli unsuru olan ev içi ücretsiz kadın emeğini, barış gibi kâr amacı gütmeyen ama topluma ve doğaya yararlı faaliyetlerin sağladığı faydayı, diğer yandan hava kirliliği, karbon salımı, sera gazı etkisi gibi topluma ve doğaya zararlı faaliyetlerin neden olduğu zararı dikkate almaz. 

Kısaca, kapitalizmde GSYH kavramı ya da “ekonomik büyüme” kavramı altında, bir faaliyetin faydalı ya da zararlı olup olmadığına bakılmaksızın, ticarileştirilip metalaştırılan, parasal değerle ifade edilebilen her şey dikkate alınır ve bu piyasa değeri ne kadar yüksek ise toplumun mutluluğunun da o kadar yüksek olduğu çıkarımı yapılır.

“Mutluluk Ekonomisi”

Şu ana kadar anlatılanlardan ortaya çıkan sonuç, insanların ekonomik mutluluğunu ve ekonominin iyilik derecesini ölçme konusunda bu kavramı aşan yeni kavram ve ölçme biçimlerine ihtiyaç olduğudur.

Bu çerçevede, dünyanın her yerindeki insanların karşı karşıya kaldığı acı gerçekleri değiştirmeyi umuyorsak, sistemin dışına çıkma cesaretinden daha fazlasını göstermeli ve mutsuzluk yaratan ekonominin yerine gerçekçi bir “mutluluk ekonomisini” inşa etmeliyiz.

Kapitalizm sonrası (örneğin sosyalist) bir toplumda ve ekonomide, bu toplumdaki üretim ve bölüşüm ilişkilerinin farklılığına bağlı olarak ekonominin iyi olma halini ve insanların mutluluğunu ölçecek farklı ölçme biçimlerine ihtiyacımız olacaktır.

Ancak bunun için mevcuttan tamamen farklı bir ekonomi konfigürasyonu şarttır. Öyle ki sadece piyasaların yerine devleti koymak sorunu çözmeyecek (başarısız reel sosyalizm örneğinde görüldüğü gibi), aynı zamanda ekonomiyi, radikal bir biçimde demokratikleştirmek gerekecektir.

“Ekonomide yerelleşme” mutluluk ekonomisinin ilk adımı

Bu bağlamda küreselleşmenin ve hiyerarşik bir merkezileşmenin panzehiri olarak yerelleşme örgütlenmelidir. Çünkü Türkiye’deki GSYH büyümesi tam da son 40 yılın neo-liberal küreselleşmesinin sonucunda gerçekleşti ancak, özellikle de son 10 yılda, bunun sürdürülemez olduğu gerçeği ortaya çıktı ve kişi başı gelir 2013 yılı seviyesinin yüzde 30 altına geriledi.

Bu süreçte insanların geçim kaynakları yok edildi, bu yüzden de insanlar iş bulabilmek için kalabalık, kirli şehirlere göç etmek zorunda kaldılar. Böylece beden ve ruh sağlıkları bozuldu. Yerel dükkânlar, bakkallar, küçük mağazalar yerlerini ruhsuz süpermarketlere, zincir marketlere ve markalı dükkânların yer aldığı VM’lere bırakırken insani ilişkiler ortadan kaldırıldı. Yerel diyetler yerini hazır gıda mekanlarına bıraktığında ise kanser, diyabet, obezite, kalp ve damar hastalıkları başta olmak üzere ölümcül hastalıklarda patlama yaşandı.

Ülkede son 21 yıldır uygulanmakta olan neo-liberal tarım politikası, küçük üreticileri, küçük çiftçileri, hayvancılıkla geçinenleri, balıkçıları ve yerel gıda ekonomilerini ortadan kaldırırken, özellikle de ithalatçı kapitalist tarım işletmelerinin kârlarını en üst düzeye çıkardı.

Sözde bir “kalkınma, gelişme ve büyüme” adı altında yerel küçük üretime son verilirken, köylerin, kasabaların ve şehir ana caddelerinin yerelleşmiş, topluluk merkezli ekonomilerin altı oyuldu ve yerini alışveriş merkezleri, alışveriş bölgeleri aldı.

Sonuç olarak

Tüm bu sorunların çözümü, ülkede demokratik bir cumhuriyeti inşa ederken, ekonomi alanında üretim, tüketim, dağıtım ve mülkiyet ilişkilerini kökten değiştirmeyi gerektiriyor.

Bunun için bugünden atılacak adım demokratik, katılımcı, dayanışmacı bir ekonominin inşa edilmesi olmalıdır. Böyle bir ekonomi paradigmasının en önemli unsuru ise ekonomide yerelleşmedir. Çünkü yerel inisiyatifleri doğrudan karar alma süreçlerine katan bir ekonomik yerelleşme mutluluk ekonomisinin en önemli aracıdır.