Deprem, Neo-liberal Devlet Ve Halk

Deprem, Neo-liberal Devlet Ve Halk

6 Şubat’ta gerçekleşen Maraş merkezli iki büyük depremin Türkiye ve Suriye’de yarattığı yıkım korkunç boyutlarda oldu. Ölen insan sayısının 200 bini bulacağı ifade ediliyor. Depremin yarattığı yıkımın bu kadar büyük olmasının elbette birçok nedeni var. Bunların en temel olanının da direk devletin temel niteliği olduğunun altını çizmek lazım. Devlet, toplumun (‘kamu yararı’) sorunlarını çözmek üzerine değil, doğrudan sermayeye yeni yatırım alanları yaratmak ve bunun gerektirdiği güvenliği tesis etmektir.

Depremlerin yaşanması doğal olaylardır. Çünkü dünya oluşmaya, hareket etmeye devam ediyor. Dünya canlı bir maddedir. Canlılığın en tabii formu da harekettir. Kıtalar yer değiştirmeye, magmadan başlamak üzerek bütün jeolojik katmanlardaki hareketlilik biteviye devam ediyor. Depremler de bunun doğal sonuçları.

Deprem, sel, kasırga, aşırı sıcaklıklar gibi doğal olayların birer felakete dönüşmesi ise tamamen cinayettir. Politik cinayettir. Bunun çok basit açıklaması var: Depremin olacağı bilindiği halde bir tedbir alınmıyorsa, bunun başka bir adı olamaz. Deprem gibi doğal felaketlerin ne zaman olacağı bilinemez ama bu önemsiz bir durumdur. Ama olacağı kesindir ve devlet de buna göre tedbir almak zorundadır. Bilim sayesinde yer kabuğundaki hareketleri, fay hatlarını biliyoruz. Bu son depremde olduğu gibi, fay hatlarının gözlemlerinden hareketle depremin ne zaman olabileceği bile tahmin edilebiliyor. Geriye bu deprem gerçeğine göre kentlerin planlanması, binaların depreme dayanıklı olarak yapılması kalır.

Türkiye’de 2000’lere kadar yapılan binaların yaklaşık yüzde 70’i mühendislik hizmeti almadan, ruhsatsız ve denetimsiz yapılmıştır. Sermaye birikim modellerine uygun olarak dalgalar halinde köyden/çevreden İstanbul, Bursa, İzmir gibi sanayi bölgelerin nüfusun dalgalar halinde göç ettirilmesiyle başlayan çarpık kentleşme, gecekondulaşmalar süreci hız kazanmıştır. Devlet, topraktan koparıp şehre sürdüğü yurttaşların konut ihtiyacını sosyal konut projeleri ile karşılamak yerine şehir merkezlerinin çeperlerinde her türlü kuralsızlıkla gecekondulaşmaya izin vererek maliyetsiz bir şekilde çözmeyi yeğlemiştir.

17 Ağustos Gölcük depreminde resmi rakamlara göre 18.373 kişi öldü, 48 bin 901 kişi yaralandı, yaklaşık 600 bin kişi evsiz kaldı. 1999 Depreminin ardından çok sayıda yasa yürürlüğe girdi. 2001 yılında yürürlüğe giren Yapı Denetim Kanunu, 2012 yılında ise 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüşümü Hakkında Kanun gibi. Yerel yönetimlere afet konusunda sorumluluk veren yerel yönetim yasaları hayata geçti. İstanbul için 1000 sayfalık bir Deprem Master Plan çalışması yapıldı.

Ama kuşkusuz, yapılan bu yasaların yetersiz olması bir yana, bu yasalara bile uyulmadı. Çünkü Türkiye’de AKP ile yasalara uymamak norm haline getirildi. Bu norm da ilk olarak kent ve çevre politikaları alanında hayata geçirildi. AKP’nin yasa tanımama normu gereği olarak, çevre, doğa, orman, toprak, kıyı vb. ile ilgili yasa ve yönetmeliklerdeki her türlü “koruma” yanlısı maddelerin ayıklanması, şirketlerin projelerine karşı halkın dava açmasının engellenmesi, bakanlıklara “acil kamulaştırma” yetkisi verilmesi ve yerel mahkemelerin, Danıştay hatta Anayasa Mahkemelerinin kararlarının tanınmaması biçiminde hayata geçirildi.

IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası gibi küresel sermaye örgütleri tarafından geliştirilen ilkeler temelinde inşaat ve enerji üzerinden sermaye birikim modelini hayata geçirmeye başlayan AKP iktidarı için deprem gerçeği, kentlerin birer inşaat şantiyesine ve kırsalın da bu şantiyeye hammadde ve enerji üreten maden, taş ocağı, HES, termik santral, kömür ocağı alanlarına dönüştürülmesinin fırsatı oldu. Deprem gerekçesiyle başlattıklarını söyledikleri “Kentsel dönüşüm projeleri” kent merkezlerinden yoksulları kent çeperlerine gönderip, bu alanları sermayeye devretmenin yolu yaptılar. AVM’ler, çok katlı siteler, “finans merkezi”, “Taksim Yayalaştırma Projesi”, Galataport, gibi yüzlerce “kentsel dönüşüm projesi” sermayeye yeni rant alanları yaratmayı sağladı. İstanbul’daki depremden en fazla etkilenecek Avcılar, Küçükçekmece, Bakırköy, Beylikdüzü, Güngören, Zeytinburnu, Bahçelievler ve Fatih, Anadolu yakasında ise Kadıköy, Üsküdar, Ataşehir, Ümraniye, Maltepe, Kartal, Pendik, Sultanbeyli, Sancaktepe, Tuzla ve Adalar gibi yerlerde mevcut konutlar depreme dayanıklı hale getirmek yerine birer rant sahasına çevirdiler.

Sermaye birikim modeline uygun olarak şirketlerin lehine her türlü kuralsızlaştırmanın getirilmesinin bir örneği de “imar affı” uygulamalarıdır. İmar planları, bir kentin anayasası olarak kabul edilir. Dolayısıyla “imar affı” da kent anayasasının delinmesi demektir. Kuşkusuz bu imar planlarının da ne kadar demokratik biçimde belirlendiği ayrı bir sorundur. AKP’ye kadar bu planların en azından denetlenmesinde TMMOB ve bağlı odaların, demokratik kitle örgütlerinin mahkeme yoluyla kısmen etkin olmasının imkanı vardı. AKP’nin yasa tanımazlık normu ile birlikte zaten TMMOB gibi kurumlar da saldırının hedefi haline getirilmiş, işlevsizleştirilmesi için her şey yapılmıştır. 1980’li yıllardan 1990’lara kadar, 20’den fazla imar affı takip etmiştir. Fakat bunların etkisinin sınırlı olduğunu söylemek mümkündür. Türkiye’de en son imar affıysa 24 Haziran 2018’de yapılan Türkiye genel seçimleri öncesinde 6 Haziran 2018 tarihinde “İmar Barışı” adı altında Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yasayla imara aykırı, ruhsatsız veya ruhsat eklerine aykırı olan yapılara “af” çıkarıldı. Bu “af”la, Ekim 2022 itibariyle, Türkiye genelinde toplamda 7 milyon 85 bin 969 adet Yapı Kayıt Belgesi verildi, bunların 5 milyon 848 bin 927’sini konutların oluşturdu. Kaçak ve riskli yapıların affedilmesi sonucu en az 3 milyon kişinin riskte olduğu tahmin ediliyor. Depremin şiddetine göre risk altındaki insan sayısının on milyonları bulacağını tahmin etmekse güç değil. Olası İstanbul Depremi’nin 7,4 veya üstünde gerçekleştiğinde, depremden etkilenecek 8 komşu il ile birlikte tehdit altındaki toplam hane sayısı 7 milyon 870 bin 806’ya, toplam nüfus 25 milyon 590 bin 594 kişi ile ülke nüfusunun yüzde 30’una ulaşıyor. Büyük depremin hedefindeki toplam hane sayısı 5 milyona yakını İstanbul’da olmak üzere toplamda 8 milyona yaklaşıyor.

Bütün bu veriler, deprem gerçeğinin bilinmesine rağmen iktidarın önlem almak yerine sermayeye yeni yatırım alanları yaratmak için çalıştığını, yurttaşın yaşam hakkını hiçe saydığının göstergesidir. İktidar kaynak planlamasından karar alma süreçlerine kadar bir bütün olarak bütün gücünü başta Beşli Çete olan inşaat ve enerji şirketlerinin karlarını garanti altına almak için kullanmaktadır. İnşaat ve enerji sektörleri üzerinden, küresel fon şirketlerinden sağlanan kredilerle finanse edilen sermaye birikim modelinin 2008 krizinden itibaren çatırdamaya başlamasıyla birlikte her çatlağı kapatmak için daha fazla baskı, daha fazla kuralsızlık, daha fazla merkeziyetçilik yoluna başvurmuştur.

Bu açıdan bakıldığında, depremde karşımıza çıkan devlet gerçekliği, neoliberal dönüşüm uğramış, ekonomik ve siyasi alanda politik imkanları azaldıkça faşist yönetimi berkitmiş bir devlet gerçekliğidir. Yaşanan “devletin çöküşü” değil, tam da artık toplumsal/kamusal görevlerinden kurtulmuş, şirketleşmiş devletin alameti farikasıdır. Deprem, yangın, sel gibi doğal olayların büyük bir felakete dönüşmesinin nedeni de budur.

Depremde yaşadığımız felaketin bundan sonra da yaşanacağı gün gibi açık. Devletin ne hızlı bir şekilde binaların depreme dayanıklı hale getirmesi ne de depremden sonra hızlı bir müdahale gerçekleştirmesini beklemek naiflik olacaktır. Halihazırda öncelikle fay hattı kuşağındaki kentlerin –başta da İstanbul’un- depreme göre dönüştürülmesi mümkündür. Burada sorun, bu dönüşümün halkın yararına ve bilimsel-ekolojik ilkeler çerçevesinde gerçekleşmesinin maliyetinin kimin tarafından üstlenileceğidir. Burası mücadele alanıdır. Dönşümün şirketler eliyle, piyasa mekanizmalarıyla sağlanamadığı bu depremde yıkılan hepsi değilse de çoğu “yasalara uygun” binalarla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu dönüşümün kamu eliyle, merkezi planlama ile gerçekleştirilmesi gerekmektedir.

Fakat şirketleşmiş bir devlet gerçekliğini değiştirmeden, yani “kamuyu kamulaştırmadan” bu dönüşümün gerçekleşmeyeceği de açıktır. Dolayısıyla devleti mevcut gerçeklikten soyundurararak bir kamulaştırma tartışması yapılamaz.

Sorun dönüp dolaşıp demokrasi, halkın örgütlülük sorununa gelmektedir. Ne Saray İktidarı ne de Millet İttifakı halklar için iyi rüyalar görmektedir. Örgütlü halk yenilmez sloganını burada örgütlü halk depremde enkazın altında da kalmaz olarak revize edebiliriz. Depreme karşı hazırlık yapmak, mahallelerden başlayarak binaların depreme dayanıklı hale getirilmesini sağlamak, yıkılması gereken binalar yerine kamu eliyle sosyal konutların yapılması, dönüşümün finansı için sermayeye vergilerin getirilmesi, enerji gibi kilit sektörlerin kamulaştırılması, kentlerin ekolojik kapasitesine uygun bir sanayi planlaması yapılması, bütün yurttaşların afet gönüllüsü eğitimi alması, bütün bu süreçlerde karar ve uygulama aşamalarında halkın, TMMOB gibi demokratik kitle örgütlerinin aktif katılımının sağlanması, gibi adımların atılması, hepsi halkın örgütlü gücüne bağlıdır.


Konuyla ilişkili diğer makaleler