Depremle Sarsılmak, Düşmana İnat Kazanmak!
6 Şubat 2023, sabah 4:17, merkez üssü Maraş’ın Pazarcık ilçesi, şiddeti 7,6 insanlar uykularında yakalandılar böyle bir depreme. Toz duman içinde uyandı uyanabilenler. Devlet; “asrın felaketi”, “takdiri ilahi”, “kader” diye açıkladı tüm bu yaşanan felaketi. Çok geçmeden ikinci deprem geldi aynı şiddetle. Egemenlerin dediği “kader” planının içinde bu da vardı.
Bu şiddetli iki deprem yaklaşık 15 milyon insanın yaşadığı bir coğrafyada 11 ilde etkili oldu. Bu illerin bir kısmının da, özellikle Hatay, Malatya, Adıyaman, Maraş gibi illerde felaketin boyutları inanılmaz boyutlara ulaştı. Şehirler yok oldu.
Bu deprem sadece bizi değil Suriye coğrafyasında yaşayan insanları da etkiledi. Orada da insanlar felaketi yaşadı. Aynı acılar o coğrafyada da yaşanıyor.
Bütün buraya kadar bir doğal afetten bahsettik. Coğrafyanın sismik hareketlerinin yarattığı ve olacağını bildiğimiz bir doğal bir olaydan.
Asıl afet deprem olduktan sonra yaşandı. Bölge halkı devlete rağmen ayakta kalmaya çalıştı. Mevsim kış, hava sıcaklıklarının – 20’lere kadar düştüğü bu bölgede insanlar enkaz altında ama ortada devlet yok.
Kendini sokağa atabilenler etrafta devlet arıyor, aman arıyor, çare arıyor ama devlet ortada yok. Tam iki gün boyunca bütün kurumlarını yok edip cemaatler ve tarikatlarla o kurumların yerini dolduran devlet ortada yok.
Ülkenin halkları var olan AKP – Saray rejimine rağmen ayakta duruyor. Ülkeyi ayakta tutanın aslında bir şey olmadığını, şimdiye kadar atılan büyük ülke naralarının hepsinin hamasetten ibaret olduğunu görmüş olduk.
Ülkenin kurumlarının 20 yıl içerisinde nasıl aşındırıldığını, tek adam sisteminin nasıl yaratıldığını, kadroların nasıl liyakatsiz insanlarla doldurulduğunu, kamu çıkarından daha ziyade küçük bir azınlığın çıkarının uğruna yardım kurumlarının bütçelerinin bile nasıl yağmalandığını, sistemin sadece yağma, talan ve rant üzerine kurulmuş olduğunu bu depremle bir daha görmüş olduk.
Bütün günahlarını kapatmanın en iyi yolu yine dine sarılmak, yine hamaset yapmak, yine insanları tehdit etmek olduğu gerçeklikleri üzerinden yürümeye çalıştılar. Ama artık insanlar tehditlerden korkmaz hale geldiler. Ucuz ölümleri yaşarken Silivri zindanları artık insanlar için bir anlam ifade etmemeye başladı.
Voltaire böyle sorgulamıştı: “Yaşanan depreme ve bunca acıya Tanrı’dan diyebilir misiniz?”
İnsanların artık onlara dayatılan gibi her şeyin tanrıdan olmadığını sorguladıkları bir dönemdeyiz. Yıllarca ülkemizde yaşanan talan düzeninin ülkeyi getirdiği hali bilen fakat sesini çıkartmayan çoğunluklar depremde de karşılarında devleti göremeyince bunun bir kader olmadığına dair seslerini yükseltmeye başladılar.
Bu kadar binaların bir depremde sadece kendi ülkelerinde böyle bir felakete yol açması kaderin planı olamazdı. Bunun başka sebepleri olmalıydı. Öyle “asrın felaketi” deyip işin içinden çıkılamıyor artık.
İki gün boyunca karşısında devleti göremeyince el yordamıyla kendi enkazından kendi yaralısını ve ölüsünü çıkartan halkın öfkesi kendilerini yönetenlere karşı dönmeye başladı. Devletin boşluğunu çeşitli STK’lar ve yardım kuruluşları doldurmaya başladı.
Kızılay ve AFAD hala tartışılıyordu. Çünkü AFAD denilen kurumun başındaki adam televizyonlarda yaptığı ok atma şovuyla tanınan başka bir özelliği olmayan ilk yardım dahi bilmeyen AKP’nin liyakatsiz kadrolarından birisiydi.
Kızılay bütçesindeki parayı dinci vakıflara aktardığı için yurttaşın gözünde bütün değerini yitiren ve özelliğini kaybeden bir kurum haline gelmişti.
Her iki kurumda AKP’nin yandaşlara iş bulma kurumu olduğu için işten anlamayan bir sürü insanın istihdam edildiği hiçbir işe yaramayan kurumlar haline getirilmişlerdi. Durumları maalesef buydu ve alanda yapabilecekleri pek de bir şey yoktu.
Öfke büyüyünce öfkeyi başka yöne çekmek gerekiyordu. Devlet kafası devreye girdi. Yağmacılık yaygarası ile bütün öfke bölgede yaşayan göçmenler üzerine çevrildi. Suriye ve Afgan vatandaşları Ümit Özdağ’ın özverili çalışmalarıyla yağmacı ilan edilerek sokaklar terörize edilmeye başlandı.
Öfke devlete olan bir öfkeydi bölgede ve hala daha devam eden ama bu öfkeyi göçmenlere doğru yönelterek gazı alarak siyasilerin bölgeye gidebilmesinin önünü açtılar.
Yönetenlerin, yani 20 yıldır iktidarda olan AKP’nin söyleyeceği tek şey Anayasa’sında nerdeyse 100 yılı aşkındır laik ve demokratik olduğu yazan bu ülkenin İçişleri Bakanı çıktı ve “Allah’tan geldi, inanıyoruz, Müslümanız” dedi. “Biz yaptık, her şey beton uğruna yaptığımız hataların sonucudur. Liberalizmin halkların ve işçi sınıfının üzerindeki bu sömürüsü devam ettikçe bu felaketleri yaşayacağız. Suçlu kapitalizmdir” diyemezdi.
Bir yerde okumuştum hoşuma gitmişti “Aydınlanma çağının gerisine ilk düşüşümüz değil ama en sert düşüşümüz” diye. Çok doğru bir tespitti.
Depremin yaralarını sarmak için AKP – Saray rejimin aklına ilk gelen uygulama bilime saldırmak oldu. Depremzedeleri yerleştirmek için ilk akla gelen Üniversite yurtları oldu. Sermayenin elindeki oteller, devletin misafirhaneleri dururken sermayeye aman bir zarar gelmesin diye üniversiteler tatil edildi. İvedilikle uzaktan eğitim kararı alındı.
Yıllardır bilime düşman bir yönetim anlayışından bundan başkası da beklenmezdi zaten. Ülkenin başına gelen felaketin nedeninin bilimden uzak kalmak olduğu kimsenin umurunda değildi. Bu onlara hatırlatıldıkça sadece Allahtan geldi deyip işin içinden çıkıyorlardı. Ülkenin gelecek yeni bilim insanlarının, doktorlarının, mühendislerinin onlar için bir anlamı yoktu.
Depremin yaşayanlardan o kadar çok olumsuz sizi boğan hikayeler dinleyebilirsiniz ki öfkeniz hiç bitmez.
Bir de olayın dayanışma boyutu var;
İnsanlarımız deprem sabahı daha günün ilk ışıklarıyla, devlet hala uykudayken kendi imkanlarıyla koştular afet bölgesine. İlk gidenler belki birkaç can kurtarırım diye gidenlerdi. Sonrasında hemen peşinden ekmek götürmek için gittiler.
Çok hızlı bir şekilde dayanışma ağları kuruldu. Kurumlar, DKÖ‘ler, partiler, sendikalar, odalar, kısa zamanda örgütlenerek bölgeye ulaştılar. İnsanların ilk ihtiyaçlarını görmek ve arama kurtarma çalışmalarına katılmak için.
Burada da kendi imkanlarıyla gidenler devletin hantallığının yanında bir de engelleriyle uğraştılar. Kendi sağlık personelini bile beceriksiz valileri yüzünden bölgede 3 günde anca görevlendirebilen bir devlet tüm sivil yardımların gerisinde kalmıştır.
Bu yazı Karadeniz’den yazıldığı için bölgenin insanının en çabuk o bölgeye kendi özel arabasıyla ulaşan insanlar olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Her giden gelirken arabasıyla oradan kendi evine neredeyse bir aileyi de misafir olarak getirdi.
Kendisi organize oldu. Mahalle mahalle, köy köy örgütlendi. Kendi dayanışmasını kendisi aracıyla giderek gösterdi. Sonrasında TIR’lar kaldırdı, enkaz kaldırma çalışmaları için ekipler oluşturdu, kendi ekipmanını tamamlayarak bölgeye koştu. Elbette bölgeye her bölgeden böyle dayanışma örnekleri sergilenmiştir. Dedim ya yazı Karadeniz’den yazıldığı için buradan oraya neler yapıldığını yazmaya çalıştım. Yine de azını yazdım.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında, kapitalist bir başkanlık rejiminin bizi getirdiği nokta maalesef bu. Uluslararası yardım ekiplerinin ülkeden ayrılırken yaptıkları açıklamalar insan hayatına ne kadar değer verdiğimizin bir göstergesiydi.
Bu iktidar için insanın bir önemi yoktu önemli olan yaptıkları pisliklerin ortaya çıkmasını engelleyecek neler yapılabilirdi.
Enkaz altından bile sosyal medya üzerinden yer bildiren, ailesinin adresini veren depremzedelerin tepkilerini kısmak için sosyal medyada bant daraltma yapıldı. En çok korktukları yerlerden birisi orasıydı zaten.
Dışardan gelen yardım ekiplerini casuslukla suçladılar. Ermenistan’dan gelen yardımları ve kurtarma ekibini görmemezlikten geldiler. Alandaki tüm beceriksizliklerini kurtarma çalışmalarının başına gönderdikleri AFAD ve cihatçı gruplar sergiledi. Yetmedi sivil demokratik kurumlar ve deprem dayanışma koordinasyonları tarafından kurtarılan her insandan sonra, sanki kendileri kurtarmış gibi kameralara poz verip “tekbir” çektirdiler. Kendilerini alanda böyle var etmeye çalıştılar.
İnsanlar hâlâ enkaz altında nefes alırken kim daha iyi bağış topluyor yarışına girdiler. Güçlü devlet sivil topluma karşı! Rekabetin en acısı. İktidarın ortak yayınını konuştuk. Kim katıldı, kim katılmadı, kim baskı gelmesin diye korkuyla, kim kendini aklamak için, kim bir koyup üç almak için, kimler bir cepten diğerine, kim ne için?
Hala insanlar acılarını yaşarken onlar bu ülkenin kan emicilerine yardım şovu yaptırdılar. Yaşanan felakette hiç suçları yokmuş gibi.
Halkın kendisinin örgütlediği, yandaş yazarların boğmaya çalıştığı yardımların önünü kesme adına her şeyin yapıldığı, Cem Evlerine kayyumların atandığı günlerde dayanışmanın önüne geçemeyenler kendi burjuvalarına şovlar yaptırdı. Halka onların sevimli, yardımsever yüzlerini gösterdi.
Allahtan geldi, takdiri ilahi diyerek tek sorumluluk kabul etmeyenler halkın kendilerine güvenmeyerek kendileri dışında başka kurumlara, örgütlenmelere bağış yapmalarını bir türlü kabul edemediler. Tek yetkili ve sorumlu biziz dediler ve böyle gösteriler örgütlediler.
Allah’ı araç, parayı amaç edinmiş bir avuç arsız kendileri dışındakileri çeşitli saiklerle suçladılar. Bu arsızların elinde yıllardır can çekişiyor memleket.
Artık bölge ıssızlaşıyor. Göç ediyor insanlar. İmkanları olanlar başka şehirlere gidiyor yerleşiyor. Bu ayrı bir tehlikeyi içinde barındırıyor. Bölge tamamen yoksul insanların olduğu bir bölge haline geliyor. Bu dinci tarikatların arayıp da bulamadığı bir imkan.
Yoksulluklarını kullan, karınlarını doyur, tarikatlara muhtaç et ve istediğin gibi o bölgede kullan. Bu yüzden oralarda daha farklı şeyler örmeli sosyalistler, komünistler. O bölgeyi terk etmeyecek o bölgenin halkının geri dönüşünü sağlayacak projeler üretmeli.
Öfkemizi diri tutarak!
Öfkemiz koca bir kaya, öfkemiz kıymetli, öfkemiz güçlü, öfkemizin adresi belli, öfkemize iyi bakacağız, birbirimizin iyiliğine sarılacağız.
Elbette sonunda biz kazanacağız…