Doğal “Felaketler” Ortak Sorunumuz
Toplum ilişkilerini belirleyen en temel unsur "ekonomi". Ancak son zamanların sıkça kullanılan kavramlardan olan "çevre", "ekoloji" ve "hukuk" kavramlarının da ekonominin yanında yerini aldığını görüyoruz. Üretim ilişkileri içinde emeğin sömürülmediği, adil paylaşım mücadelesinde "Nasıl bir ekonomi?" kadar, "Nasıl bir hukuk?" sorusu da önemli hale gelmiştir.
Çevre deyince insan dışındaki ortamı, ekoloji deyince ise insanın da içinde yer aldığı ortamı anlatmaya çalışıyoruz. Sanayi uygarlığının son günlerini yaşadığı, mevcut üretim tarzının sürdürülebilir olmadığı, bunun doğaya zarar verdiği, artık doğaya zarar vermeyecek şekilde, insanın da içinde yer aldığı ekolojik ortamı bozmadan bir üretim faaliyeti yapılması gerektiği açıktır. Bu tezin hayata geçirilmesi için de başta anayasa olmak üzere, hukuk sisteminin de ekolojik bakış açısı ile donatılması gerekiyor. Yeni siyasi mücadelenin bu ayağını komünistlerin ihmal etmesi kabul edilemez. “Somut durumun somut tahlili” bunu gerektirir. [1]
Nasıl bir ekonomi?
Yeni bir dünya kurmak için yeni şeyler söylemek ve örgütlü mücadele vermek gerekiyor. Artık örgütlülüğün yarattığı sinerjiyi tartışmaya gerek yok. Bu örgütlülüğü nasıl yükseltebiliriz bunun üzerinde kafa yormamız gerekir.
Sermaye sahiplerinin yaratılan artı değer üzerinden çalışanları sömürdüğü, başkalarının emeği üzerinden bir hayat sürdürdükleri tartışmamız dışında. Ancak gelinen aşamada, sermayedarların konumuna ulaşmak isteyen küçük burjuva eğilimlerin varlığı bizi sürekli şaşırtıyor. Bunun dışında ekonominin üretim ilişkisinde gösterdiği yeni değişimler de bizi yanılgılara götürüyor. Öyle bir ekonomik model oluşturmalıyız ki, emeğin de doğanın da sömürüsünü yapmasın!
Üretim tarzı
Emeğin sömürüsüne son verme mücadelesinde yanımızda olanlar, doğanın sömürüsüne son verme mücadelesinde ise karşımızda olabilirler. Bilseler karşıda durmazlar, yan yana dururlardı. Onun için bu bilinci geliştirmeye ihtiyaç var.
Doğaya zarar veren bir üretim faaliyeti karşısında, artık doğaya zarar vermeyen bir üretim ilişkisini önermemiz durumunda, çalışanlar ile bu önermeyi yapanlar arasında çatışma meydana gelebiliyor. Örneğin Yatağan’da kurulu termik santralde çalışan bir işçi, buradan elde ettiği ücret ve sosyal haklar sayesinde yaşamını sürdürmektedir. Sendika bu işçilerin birliği olarak, santral sahibi sermaye karşısında işçilerin haklarını savunmaktadır. Santralin şehre yaydığı kirli hava sonrasında hem işçi ve hem de ailesi kanser riski gibi sağlık sorunları ile karşı karşıyadır. Çevresel sorunların ortadan kaldırılması için sağlık riskine, ekolojik sorunlara neden olan santralin bacasına filtre sistemi yaptırılması talebi, sermaye sahibi tarafından reddedilmekte, bu nedenle sivil toplum örgütleriyle karşı karşıya kalınmaktadır.
Kirletici sanayinin bacasına ya da atık tasfiye kısmına bunun gibi filtre takılması önerisi, bugün gelinen aşamada çevreci bir önerme olarak bir başarı sayılabiliyor. Ancak biliyoruz ki, bu radikal bir çözüm olmamakta, daha gerçekçi çözümün ise doğayı kirleten üretime son verilmesi, bunun yerine doğaya zarar vermeyen üretim tarzına geçilmesi öneriliyor. Bu önerme karşısında ise, eski tarz üretim modelinin içinde yer alan sermayedar da, işçi de sendika da karşı çıkabiliyor. Burada tartışılması gereken hem işçilerin yaşamlarını sürdürebilecekleri ve hem de yaşamsal sorun yaşamayacakları, onlarla birlikte bütün toplumun sorun yaşamayacağı üretim tarzına geçiş yapmaktır. Buna yeşil ekonomi modeli denilmektedir. Ancak henüz yeşil ekonomi modelinin içi doldurulabilmiş olmadığından, tartışmaya açık bir önermedir[3].
Sınıfın evrimi
Toplumsal yaşantımızda, farklı adlar altında, toplumun alt kesimlerinin birbirleri ile kavga ettikleri alt nedenler dışında, esas olarak sınıfsal bir kavganın varlığını öteden beri dile getiriyoruz. Sanayi uygarlığının geldiği bu aşamada algıladığımız sınıflar nasıl bir algı ile yansıtılmalıdır? Temelde proletarya ve burjuvazi arasındaki kavgada, emeğin yegane sahibinin işçiler olduğu tezinden hareket ederek bugün gelinen aşamada, işçilerin pozisyonları itibariyle farklılık gösterdiği tezleri ortaya atılmaktadır.
Örneğin Andre GORZ adındaki yazar, “Elveda Proletarya!” başlığı altında bir kitap yayınlamış ve bu tezinde, artık proletaryanın eski anladığımız anlamda proletarya olmadığını, işçi sınıfının değiştiğini, geçmişten bu güne kol emekçileri olarak bildiğimiz, mavi yakalı işçilerin üretim ilişkisi içinde sayısal olarak azaldığını, yeni işçilerin ise kol emekçilerinin yanı sıra, hizmet emeği sunan daha eğitilmiş kişiler olduğunu ifade etmişti. Hatta biraz daha ileri gidelim, geçmiş dönemlerde küçük burjuva diye adlandırdığımız öğretmen, memur kesiminin, son zamanlarda sendikal alanda gösterdikleri mücadele başarısı, bize hizmet ve düşünce emeği ile üretime katılan yeni işçilerin olduğunu gösteriyor.
Burada anlatılmak istenilen, kol emeğine dayalı, amele işçilerin yanı sıra hizmet emeği ve düşünce emeği ile üretime katılan yeni işçilerle, işçi sınıfının değişim gösterdiğidir. Değilse, emeği ile üretime katılan işçi sınıfının reddedilmesi değildir. Artık işçi sınıfından anlamamız gereken, daralan bir sınıf değil, emek dünyasının koskoca üretkenleri olan daha geniş bir emek sınıfı, çalışanlar sınıfıdır. Özellikle yabancı dillerden Türkçeye yapılan çeviriler aşamasında; emek, çalışan, işçi kavramlarında dar yorum ve yaklaşım, bizim dayandığımız sınıfın çeperini daraltmakta, oysa daha geniş bir çalışanlar sınıfını kucaklamakla, sınıf ya da proleter bakışımızı değiştirmiyor, aksine geliştirmiş oluyoruz.
Ekolojist anayasa
Benim de içinde yer aldığım bir grup hukukçu arkadaşımızdan oluşan Ekolojik Anayasa Girişimi, insanın doğayla çatışır hale geldiği bu zamanda, konuyu hukuki alana taşıdı. Amaç daha sivil, demokratik ve özgürlükçü bir Anayasanın yanısıra, Anayasanın ekolojik bir perspektife sahip olması, insanın yegane hukuk öznesi olduğu bir hukuk sistemi yerine, bunun ötesine geçerek, doğanın da bir hak öznesi olarak anayasada yer almasının sağlanmasıydı.
15 Mayıs 2011’de “Ekolojik Anayasa Konferansı” düzenlenmiş ve burada yapılan sunumlar, Yeni İnsan Yayınevi tarafından, Mahmut BOYNUDELİK’in editörlüğünde, “Ekolojik Anayasa Girişimi Çağrı Metni”, Konferans Sonuç Bildirgesi ve Toprak Ananın Hakları Evrensel Beyannamesi ile birlikte kitaplaştırılmıştı[4].
İnsan eliyle oluşturulan ekolojik yıkımın boyutları, içinde yaşadığımız gezegenimizi tehdit eder hale geldikçe sorunlar artmakta, bu sorunlara hukuksal olarak da çözüm arayışları devam etmektedir. Anılan konferansın sonunda “Yeni Anayasa’da Ekolojik Hak Anlayışı” başlıklı Konferans sonuç bildirgesinde özetle,
“• Anayasada insan, çıkarları ve geleceği Doğa’dan ayrı ve bağımsız bir varlıkmış gibi tanımlanmamalı; anayasa, insanı içinde var olduğu bütünün, tabiatın bir parçası olarak görmeli. İnsana saygı, çevreyi metalaştırma hakkını vermez.
• Doğanın, yaşamsal döngülerini ve süreçlerini insan tarafından bozulmadan devam ettirme ve biyolojik kapasitesini yeniden oluşturma; bütünlüğünü, ilişkide olduğu diğer varlıklarla birlikte sürdürme hakkı vardır. Vatandaşlık, doğaya zarar vermemek ve gelecek kuşaklar adına onun emanetçisi olmak anlayışına uygun olarak, ekolojik sorumluluk çerçevesinde tanımlanmalıdır.
• Doğayla etkileşim içinde olan her türlü faaliyet hem bugünkü hem de gelecek kuşaklar düşünülerek ve yaşamın devamlılığı anlayışıyla yürütülmelidir.”[5]
Dünya ülkeleri, ekolojik anayasa üzerine kafa yormaya başladılar. Hatta anayasalarına doğrudan ekolojik bir perspektif kazandırmayanlar ise daha sağ ve sığ bir bakışla, çevreci bir bakışı koymadan edemiyorlar. Artık dünya ülkeleri, uluslararası anlaşmalarla, çevrenin korunmasına dair anlaşmalar ve bu anlaşmalar kapsamında, çeşitli yaptırımlar getirmeye başladılar. Buna en tipik örnekler Ekvador ve Bolivya anayasalarıdır.
Radikal önermeye göre, “Doğa bir hak öznesi olabilir!” tezi geliştirilmektedir[6]. Çünkü sorun, göz ardı edilemeyecek kadar gerçek. Eğer ormanlara, denizlere, akarsulara, tüm diğer doğal varlıklara bir bütün olarak yaşama hakkını tanımaz, yaşama hakkını sadece insana tanımaya devam edersek doğanın buna itirazı ile karşılaşacağımız aşikar. İnsanlığın gelişimi seyrinde, kölelerin, çocukların, kadınların, hastaların, hatta anne karnındaki ceninin, bir ülkede bulunan yabancıların ya da hayvanların haklarında gösterdiğimiz gelişimi, doğanın tüm varlıklarında göstermek zorundayız.
Doğanın varlıkları kendi adlarına hareket edemeyecekleri durumda, insanlığın geldiği bilinçle, bu hakların teslim edilmesini gerekli kılmaktadır. İşte bu nedenle hukuk sistemi değiştirilmelidir.
İşletmeci zihniyet
Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir[7]. Türkiye’de henüz zihniyet budur. Ormanları işletilmesi gereken yerler olarak, iktisadi bakışla gördüğümüzde, ülkenin batısındaki ormanları işletilecek kereste, doğusundaki ormanları ise güvenlik amacıyla yok edilmesi gereken zararlı olarak düşünebilirsiniz. İşte önce bu zihniyeti değiştirmemiz gerekir.
Şimdi bir düşünün, ülkenin batısını kendinden sayıp, doğusunu ötekileştirenler mi bölücü, bu ülkeyi bir bütün halinde, halkın da doğrudan katılım yollarının oluşturulduğu federatif bir yönetim anlayışı mı? Mevcut siyasi iktidar yöneticilerinin ülkeyi zihniyet olarak bölmelerine ve böyle hareket etmelerine rağmen ötekileştirdikleri ya da siyasi muhaliflerini “bölücü” diye kriminalize ederek halkın korkusuna korku katarak siyaset yürüttüklerini biliyoruz.
Ormanı orman olarak değil, kereste olarak gören bir zihniyet ile orman üzerine konuşabilme imkanımız yoktur. Çünkü bizim “orman” sözümüz ile onun “orman” sözü içerik olarak aynı olmayacaktır. Devlet yetkililerinin yanan orman alanlarındaki orman köylülerinin evleri, çeşitli mal varlıkları ya da ormanlarımızdaki ağaçların kereste ya da odun maliyeti olarak baktıklarını, sorunu TOKİ aracılığı ile hemen çözeceklerine ve ucuz kredi verebileceklerine dair vaadlerinden de anlıyoruz. Oysa ormandaki ağaçlar ne sadece birer kerestedir, ne de yananlar keresteler ya da evlerdir. Koskoca bir kültürel ve doğal yaşam alanı yok olmaktadır.
Su politikasızlığı
Son olarak Kastamonu, Bartın ya da Sinop’da sel felaketini yaşadık. Benzer olayların Dünyanın bir çok ülkesinde de meydana geldiğini biliyoruz. Tarihte yaşanılan en büyük sel felaketlerine baktığımızda Hollanda’da St. Felix Felaketi (1530), Almanya ve Danimarka’yı etkileyen Burchardi Felaketi (1634), Almanya, Hollanda ve İskandinav ülkelerini etkileyen Noel Felaketi (1717), Çin'de meydana gelen, Huayuankou şehrinin yanındaki Sarı Nehir Felaketi (1887, 1938), Amerika’yı etkileyen Büyük Mississippi Seli (1926), Büyük Çin Felaketi (1931), Doğu Guatemala Felaketi (1949), Vietnam’ı etkileyen Kızıl Nehir Felaketi (1971), Çin’i etkileyen Bankiyo Baraj Felaketi (1975), Venezuela'yı etkileyen Vargas Felaketi (1999) gibi felaketlerinin de insan etkisiyle olduğunu unutmayalım[8].
Düşünün, yaşadığımız evlerimizde musluklarımızdan akan suların içilemez hale gelmiş olması, bizlerin damacana ya da taşıma su ile evdeki ihtiyaçlarımızı giderebilir duruma düşmemiz, tam bir ilkellik değil mi? Sulak alanlarımızı, temiz su kaynaklarımızı imara açar, kirlilik yaratır, kullanılamaz hale getirirsek, sonumuz ne olacak? Daha şimdiden hem kirletiyor, hem özelleştiriyor, suyu ulaşılmazı güç bir varlık haline dönüştürüyoruz. Oysa doğanın tüm varlıklarının ortak ihtiyaçları olan suya ulaşım, ücretsiz ve kolay olmalı.
Türkiyenin sınır içinde kalan ya da sınır aşan suları da dahil olmak üzere somut bir su politikası olmadığını da bilmemiz gerekiyor. Bir yandan politikasızlığın sonucu özelleştirme, diğer yandan kaynakların korunmaması, öte yandan da suların bir silah gibi kullanılması insanlığa hizmet etmez. Özellikle sınır oluşturan ya da sınır aşan (Dicle, Fırat, Çoruh gibi[9]) suların hakça ve barışçıl olarak paylaşılmasına yönelik politika geliştirilmesine ihtiyacımız var. Türkiye de dahil, tüm sınır ülkelerin devletleri, su meselesinde, suyun doğanın bir varlığı, insan ve diğer tüm canlıların da ortak ihtiyaçları olarak değil, stratejik, ekonomik ve siyasal açıdan baktıkları için çözümsüzlük devam etmektedir. Gelecekte su savaşları ihtimalini şimdiden öngörmek, kehanet olmaz.
Yaşadığımız “felaketler”
Türkiye’de doğaya karşı üretim yapan sermaye ile Devlet yöneticileri birlikte hareket etmektedir. Hukuki olarak sağlanmaya çalışılan güvencelere rağmen açılan onca idari dava sonucunda verilen kararlar, yine Devletin bir başka kararı ile bertaraf edilmektedir. Sermaye ile Devlet yöneticileri, doğanın haklarını ihlal etmekte el ele vermiş durumdadır.
Mahkemelerin verdiği kararlar karşısında, yeni bir düzenleme ile bu kararların önü kesilmeye, sermaye çevrelerinin çıkarları daha üstün tutularak, doğanın ve insanların hakları gözardı edilmektedir. Oysa herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir[10].
Demokrasilerde bunun temel nedeni, halkın örgütlü olmayıp, Devlet yöneticilerine güven duygusu içinde yaşarken, bu güvenin kötüye kullanılmasıdır. Kişisel çıkarları için kamusal olanakları, değerleri bireysel çıkarları için fırsata dönüştürenler yönetimlerde olduğu sürece, bu girdaptan çıkamayız.
Bu nedenle ortaklaşmacı, kamucu, etik değerlere sahip olmanın yanı sıra ekolojist bakışa sahip yöneticilerin işbaşına geldiği bir Devlet yapısına ihtiyacımız var.
Akarsularımızın üzerine kurulan ve derenin tamamen kurumasına yol açan hidroelektrik santralleri (HES), akarsuların çevresindeki sulak alanların tamamen kurumasına yol açan barajlar, kıyıların doldurularak yol yapılması, doğal varlıkların ve özellikle sulak alanların çevresel değerleri gözardı edilerek uygulanan imar planları, doğaya ve insana zarar veren fosil yakıta dayalı enerji üretimleri, kentsel ve kültürel bozulmalar, karşımıza “doğal felaket” adı altında çıkmaktadır.
Türkiye’nin çeşitli alanlarında meydana gelen güncel orman yangınları[11] küresel bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat öyle bir uygulama ile karşılaşıyoruz ki, ülkenin batısındaki yangınlara zoraki de olsa duyarlılık gösterilirken, ülkenin doğusunda örneğin Dersim/Tunceli’deki yangınlara karşı Devlet duyarsız kalmaya devam etmektedir. Yangın söndürme ya da başkaca koruma çalışmaları için Devletin ne kadar yetersiz kaldığına dair tartışmalar fazlasıyla yapıldı. Saray’da uçak filosu kuranlar, ormanlarımız için bir tane dahi yangın söndürme uçağını hazır etmiyor, eldekilerin de çalışamaz hale getirilmiş olduğu anlaşılıyor.
Yangın, sel ya da benzer felaketlerin “doğal” felaketler olduğunu söyleyebilir miyiz? Akarsuyun etki alanını imar planı dahilinde yapılaşmaya açan bir zihniyet, felaketin davetçisi değil midir? Küresel iklim değişikliği nedeniyle yeryüzünün ısındığı, yaz aylarına denk gelen zamanlarda yangın ihtimalinin bulunduğu ortada. Buna karşı gerekli önlemleri almayan Devlet yönetiminin de kusurlu olduğu açık.
Doğanın haklarını görmezden gelen bir insan düşüncesini artık terk etmemiz gerektiği apaçık ortada.
Hümanizm yetmez, ekolojik bir perspektif gerekir
İnsanlık tarihi insan hakları tarihidir aynı zamanda. Kölelerin, çalışanların, çocukların, kadınların, hastaların, hatta anne karnındaki ceninin, bir ülkede bulunan yabancıların haklarına gösterdiğimiz duyarlılık ve gelişimi, doğanın tüm varlıklarının haklarına karşı da göstermeliyiz.
Ekonomide üretimden tüketime her alanda yeni perspektifleri daha tutarlı geliştirebilmemizin sanki ilk durağı, ekolojik perspektiften geçiyor gibi görünüyor. İnsanları sevmek, insanların haklarını savunmak yetmez, insanın da içinde yer aldığı doğanın haklarını da savunmak, ekolojik perspektifi geliştirmek ve bunu siyasete de uyarlamak gerekir.
Ekonomik bakışımızı üretim tarzını enerjiden, tüketime; sınıfsal değerlendirmelerimizi bütün emek cephesini kapsayacak şekilde yeni duruma uyarlı olarak geliştirmeli, hak temelli mücadelemizi de insan merkezli bırakmak yerine, insanın da içinde yer aldığı ekolojik perspektife genişletmeliyiz.
O halde hümanizm yetmez, ekolojik bir perspektife de ihtiyacımız var.
[1]Ayrıca kaynak olarak bakınız: Halkların İklim Değişikliği Bildirgesi, Afrika Halkları Haklar Bildirgesi, Latin Amerika İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokolü, Ekvador Anayasası, Fransa Yeşil Şartı, Yeryüzü Şartı, Stockholm Bildirgesi, Rio Deklarasyonu ve Aarhus Konvansiyonu.
[2]Yeşil ekonomi üzerine derleme kitap için bakınız; https://www.kitapyurdu.com/kitap/yesil-ekonomi/272877.html
[3]Kitap tanıtımı için bakınız: https://yeniinsanyayinevi.com/kitaplarimiz/ekolojik-anayasa/ kitabın tanıtımı için ise https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1344
[4]Daha detaylı bilgi için bakınız: https://anayasagundemi.com/2011/05/24/ekolojik-anayasa-konferansi-sonuc-bildirgesi-yayinlandi/
[5]Dr. Serkan Köybaşı’nın değerlendirmesi için; https://www.istanpol.org/post/ekolojik-krize-karşı-anayasa,
Barış Gençer Baykan’ın değerlendirmesi için;
https://betam.bahcesehir.edu.tr/wp-content/uploads/2012/05/ArastirmaNotu132.pdf ve https://yesilgazete.org/ekolojik-anayasa-tartismalarinda-neredeyiz/
Mehmet HORUŞ’un değerlendirmesi için https://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/3d94d5ed16a00a5_ek.pdf?dergi=HABER%20B%DCLTEN%DD
Kıbrıs’ta yapılan tartışmalar için; https://www.ykp.org.cy/insan-degil-doga-merkezli-ekolojist-anayasa-icin-hayir/
[6]Anayasa m.169/2, 2. cümle.
[7]Bu örnekler için; https://www.tarihiolaylar.com/galeriler/tarihte-meydana-gelmis-en-buyuk-sel-felaketleri-267
[8]https://tr.wikipedia.org/wiki/S%C4%B1n%C4%B1ra%C5%9Fan_sular
[9]Anayasa m. 56/1-2
[10]Detaylı bilgi için bakınız: https://web.ogm.gov.tr/Sayfalar/OrmanYanginlari.aspx