Emek ve Adalet Platformu Üyesi Büyükcoşkun: Türkiye’nin sorunu laiklik değil, nasıl bir İslam tahayyülü ile ilişkileneceğidir

Emek ve Adalet Platformu Üyesi Büyükcoşkun: Türkiye’nin sorunu laiklik değil, nasıl bir İslam tahayyülü ile ilişkileneceğidir

Mustafa Emin Büyükcoşkunİktidarın “sivil” ayaklarından biri olan tarikatlarla ilgili ortaya çıkan haberler, türban konusunun yeniden tartışmaya açılması ile siyasette laiklik konusu bir kez daha temel çatışma hattı haline geldi. “İslami sosyalizm” arayışını temsil eden Emek ve Adalet Platformu üyesi belgeselci Mustafa Emin Büyükcoşkun ise “Türkiye’nin ve solun sorunu laiklik değil, nasıl bir İslam tahayyülü ile ilişkileneceğidir” diyor.

Türkiye’de tarikatlar siyasette, ekonomide ve sosyal yaşamda her dönem önemli bir aktör olarak yer aldılar. Din ve dini temelli örgütler “devletin ideolojik aygıtı” olmanın ötesinde zaman zaman bizzat kitlelerin yönetilmesinde devletin bir kolu gibi çalıştılar. Bunun ayyuka vardığı süreç AKP’nin Gülen Cemaati ile kurduğu ortaklıkla oldu. AKP dönemi siyasi iktidar ve partiler ile kurdukları ilişkiler sayesinde ekonomik olarak da büyüyen, imtiyazlı hale gelen tarikatların şirketleşmesinin zirvesi oldu.

Tarikat yurtlarında yaşanan intiharlar, cinsel taciz ve tecavüz vakaları, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı muhalefet ve LGBTİ+ bireylere yönelik linç kampanyası iktidar ile tarikatlar arasındaki ilişkileri ve AKP’nin bu alanındaki ajandası laikliği bir kez daha siyasetin temel ayrım noktası haline getirdi.

Türkiye’de Gezi İsyanı sürecinde daha çok tanımaya başladığımız anti-kapitalist “İslami sosyalizm” arayışının öznelerinden Emek ve Adalet Platformu üyesi ve Suruç katliamı ile ilgili Gitmek filminin yönetmeni Mustafa Emin Büyükcoşkun ile laiklik sorununu, İslami hareketi, cami müdavimlerinin meseleleri nasıl telakki ettiklerini söyleştik.

Politika: Laiklik Cumhuriyet’in yüzyıllık meselesi. Öncesini de ele almaya çalışırız fakat öncelikle AKP yönetiminde geçen son dönemin sizin tarafınızdan nasıl okunduğunu merak ediyoruz. Mesela CHP “türban açılımı”na AKP’nin Anayasa değişikliği hamlesi ile karşılık vermesi sahicilik bakımından nasıl telakki ediliyor?

Büyükcoşkun: Öncelikle davetiniz için teşekkür ederim. On yıldan bu yana Emek ve Adalet Platformu’nda örgütlü faaliyet yürütüyorum. Türkiye'de demokratik, sosyal adaletçi, cinsiyet eşitlikçi bir İslam tahayyülü ya da en güncel versiyonu ile bir Müslüman sosyalizm projesi mümkün mü, arayışında olan, emek hareketi içerisinde aktif olarak pozisyon alan mütevazı bir örgütüz. Burada platform adına değil, kendim adıma birkaç bir şey söyleyebilirim. Ama bu fikirlerimin, bu on yıllık hareketin tartışmaları ekseninde ve pek çok başka karşılaşma, örgütlü birleşik mücadele ekseninde, platformlar içerisinde de ortaya çıktığında hatırlatmakta fayda var. Yani telifi bize ait değil, öyle söylemek lazım.

Başörtüsünün bir sorun olmaktan çıkıp, sıradan bir tercihe dönüşmesi, Müslüman kadınların siyasal tercihlerini ipotek altında tutan ve bir politik bir şantaj unsuru olarak kullanmaktan çekinmeyen AKP’nin hegemonyasının zayıflaması adına önemli. Türkiye'de siyaset hala sembollerle yapılıyor. CHP’nin bu adımı da zıddıyla anıldığı bir ikiliği kırmak adına sembolik bir adım. Nesnelliği var mı diye sorarsak, yok aslında. AKP 2008’de, o zaman henüz muhalefette olan MHP'nin benzer bir gazıyla başörtüsü hürriyetini anayasal zapt altına almaya çalıştı. CHP’de o zaman bunu hemen Anayasa Mahkemesi'ne götürerek bir şekilde yasağı tescil etmeye çalıştı ve mahkeme değişikliği iptal etmişti.

Bir şeyi somut hale getirirseniz aynı zamanda kırılgan hale de getirirsiniz. Eşyanın tabiatı böyledir. Hayatın doğal akışı içerisinde olan bir hürriyeti kağıt üstüne alırsanız aslında yanlışlanabilir, reddedilebilir, yasaklanabilir de kılarsınız. Yani akıllara bunu düşürmüş oluyorsunuz ki Türk siyasetinde bu epey tehlikeli bir şey bence bu. CHP'nin bu hamlesinin böyle bir riski var ki AKP zaten o pası yakalamakta, golü 90'a atmakta gecikmedi.

Müslüman toplum bunu nasıl görüyor derseniz, tabi ki Türkiye'de yekpare bir Müslüman topluluktan, jenerik, homojen bir kitleden bahsetmek mümkün değil. Nasıl Türkiye solu fırkalardan, hiziplerden mürekkep ise, Türkiyeli Müslümanlar da farklı farklı siyasetlere, dünya görüşlerine aidiyetleri var. Burada da biraz daha orta sınıf, daha Demokrat Partili gelenekten gelen ailelerde son zamanlarda bir CHP temayülü görüyoruz. Böyle bir Türk modernleşmesi ile barışma, sekülerizm ile hatta ve hatta adını doğru koyalım Kemalizm ile bir flört, bir izdivaç görüyoruz. Böyle bir eğilim var. O çevrelerde -buna bir kısım Müslüman feministler de dahil- bir heyecanla karşılaştığını gözlemledik. Öte yandan da proleter Müslüman kitleler için, yani bugün Türkiye'de devasa boyutlardaki neoliberal krizin sonucu olan esnek, güvencesiz, aşırı derecede kar yaratmış emekçi kesimler içinse bu zaten bir sorun değil.

Karagümrük’teki milliyetçi, mukaddesatçı Cerrahi Tekkesi’nin şeyhi Ömer Tuğrul İnançer, bir Ramazan programında TRT televizyonunda, “hamile hanımların çarşıda pazarda işi ne, beyinin arabasında gezer ancak” diye bir açıklamada bulunmuştu. Bu görüşte aslında Türkiye'de orta sınıf Müslümanların tasavvur dünyasını görmek lazım.  Yani sabahın köründe metrobüslerde tekstil atölyelerine, fabrikalara, montaj atölyelerine, temizliğe plazalara rızkının peşinde yola düşmek zorunda olan karnı burnunda Müslüman emekçi kadınlar, Tuğrul İnançer’in perspektifinde değil. Çünkü o milliyetçi, mukaddesatçı ve yer yer tasavvufla kesişen dünya görüşünde Müslümanlık zaten böyle, ancak hali vakti yerinde olanların uğraşabileceği bir hobi.

Dolayısıyla sembol siyasetini merkeze alan ve ekonomi politiği ajandasına almayan bu gerçeklikle ilişkilenme, yani Müslüman cemaatler, topluluklar için evet, bu heyecan verici bir gelişme. Ama somut koşulların somut tahlil ile meşgul olan ve gerçeklikle, gündelik hayatla, sokakla, yani sıradan Müslümanların sıradan dertleriyle hemhal olan, dertleşen ve dertlenen kesimler içinse bu heyecan, yaratıcı olmaktan ziyade aslında tekrar tekrar önümüze ısıtılıp konulan bir temcit pilavı olmaktan öteye geçmiyor.

Politika: Senin anlattığın gibi aslında böyle bir homojen değiştirilebilecek bir Müslüman toplum ya da muhafazakar seçmen diye bir kategorileştirme yapmak, bir tür kendi kendimizi kandırmak gibi bir şey oluyor. Gerçekten de bu toplumu da kesen başka bir sürü fay hatları olduğunu görüyoruz. Hem senin vurguladığın çarpıcı örnekte olduğu gibi sınıf meselesi en temel fay hatlarından biri. Peki, MHP'nin bir dönem seçimlerinde kullandığı “Mücahitler müteahhit oldu” sürecini mesela nasıl değerlendiriyorsunuz?

Büyükcoşkun: Türkiye'de bunlar çok ölçülebilir fenomenler olmaktan uzaklar. Dolayısıyla burada söyleyeceğimiz her şey aslında son derece kişisel, kısıtlı gözlemlere dayanan görüşler. İslamcı siyaset sadece Türkiye'de değil, Mısır'dan Pakistan'a sömürge sonrası coğrafyada, sınıf dışında bir hattı mobilize ederek, hatta kimi zaman sınıflar arası ittifaklar oluşturarak başarıya ulaşmış bir siyaset. İslam İnkılabı’nda Ayetullah Humeyni'nin başarısının sadece medreseli mollalar yahut üniversite talebelerini değil, Tahran'ın meşhur çarşı esnafını ve Basra Körfezi'ndeki petrol rafinerilerinde çalışan teknik işçileri ve tabii ki topraksız köylüleri mobilize etmeyi başararak orta sınıfların, alt sınıfların, lümpenlerin kesiştiği sınıflar ötesi bir ittifakın müşterek hale gelmesiyle başarıya ulaştığından söz edebilir. Refah Partisi'nin 94’teki seçim başarısında gecekondu siyasetinin yahut Milli Selamet Partilerinin 74’te CHP'yle yaptığı ittifaktaki sınıf vurgusunun gösterdiği üzere sosyal adalet ekseni söylemi Türkiye'de İslami siyasette zaman zaman başat hale gelmiş. İslami söylemi, siyaseti, tahayyülü muhafazakar, statükocu, sağcı, milliyetçi bir kliğin tekelinden çıkarmak için müdahalelerde bulunmuş. Bu yüzden de ‘dışı yeşil içi kırmızı Moskof ajanı’ gibi tuhaf saldırılara uğramış, statükocu gelenekle hep çatışma halimde olmuş. Belki Mücahit’ten anladığımız şey bu olabilir.

AKP, Türk sağının bütün renklerini bünyesinde eriterek bu nüansları ortadan kaldırdı. Bunun yol açtığı tabii bir sanrı var. Bütün bu Türkiyeli Müslüman toplumunu yeknesak, yekvücut bir parça olarak görmek gibi. AKP'nin içinden geldiği Milli Görüş hareketinde kaynakların dağılımı anlamında biraz Baas modeli gibi görece -demokratik olmasa da- belirli bir hukuku gözeten bir formasyon vardı. Fakat AKP'nin iktidarının bilhassa ikinci yarısında artık başat hale gelen aşırı merkeziyetçi, totaliter, yer yer faşizan yapı bu yeniden dağılım mekanizmasını tarumar etti. Sonuç itibariyle bugün adına “Beşli çete” denen bir kliğin elinde bütün ekonomik kaynakların tekelleştiği Saray rejiminin etrafında, eta servet aktarımı boyutlarında Türkiye'nin kaynaklarını yağmalandığı bir düzene geçtik. AKP'nin bünyesinde erittiği Türk sağının bileşenleri de bu adaletsiz dağılımın yarattığı hoşnutsuzlukla, bugün Deva ve Gelecek partilerinde şekillenen pastadan alamadığı pay kadar siyasal rejime itirazını yükselten kesimler belirdi.

Tabii ki bu kesimlerin çıkarları, arayışları, itirazları bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren Müslüman emekçi kitleler ne düşünüyorlar, ne hissediyorlar? Birincisi, iyi kötü, onlara kalpsiz dünyanın kalbi olan bütün metafizik kaynakların acımasızca yağmalandığı bir dönem. Müslüman olmanın izzetini, şerefini sistematik bir ahlaksızlıkla, sömürü düzeniyle, cinsiyetçilik ile, kavmiyetçilik ile eş anlamlı hale getirildiği, geçtiğimiz günlerde yaşadığımız tecavüz skandalında olduğu gibi işin çığırından çıktığı bir dönemden bahsediyoruz. Dolayısıyla insanların bir nebze olsun ferahlamak, bir umutla, bir sekinetle dolmak için dahi olsa artık metafizik kaynakları ağızlarına almaktan çekindikleri bir dönemden bahsediyoruz. Müslüman kimliği gururla taşınacak bir aidiyet olmaktan çıkıp bir sömürü düzenine ortaklıkla eşdeğer hale getirildi.

İkincisi de tabii ki nesnel maddi koşullar. Yaşadığımız ekonomik kriz, Türkiye'nin tamamıyla küresel sermayeye eklemlenmesi ve bütün kaynaklarının, bütün emek koşullarının, bütün üretim biçimlerinin son derece sistematik bir şekilde Anadolu'nun dört bir yanının serbest bölgelerle, sanayi siteleriyle doldurulması, tarım yapan çiftçilerin dahi belli kaynaklara erişmek adına çok düşük ücretli işlerde çalışmaya yönelmesi. İç göçün belirli merkezleri aşırı büyütmesi. Güvencesiz mülteci emeğiyle aşırı rekabetçi hale gelen işgücü piyasası. Türkiye'nin küresel tedarik zincirinde adeta bir ucuz imalat adası haline dönüşmesi. Ve bu dönüşümün dinibütün, alnı secde gören kadrolar eliyle gerçekleşmesi. Bütün bu somut durumlar insanların İslam fikri ve inancı etrafında görmezden gelebilecekleri, tolere edebilecekleri, kaldırabilecekleri koşulları aslında ortadan kaldırıyor. Zaten somut koşulların somut tahliline tam da bu noktada ihtiyacımız var.

Öte yandan da şunu akılda tutmakta fayda var Türkiye toplumu aslında Osmanlı Meşrutiyet döneminden bu yana bir sekülerlik fikriyle dünya ve ahiret işlerinin bir şekilde ayrıldığı bir nizamdan aslında epeyce haberdar. Bu epeyce de içselleştirilmiş. Toplum her ne kadar dini inançlarına, ritüellerine, kültürüne bağlı olsa da bir o kadar da dünya işlerinin ne şekilde yürütülmesi gerektiğine dair ciddi bir fikri var. Dolayısıyla da bugün artık AK Parti'nin belirli söylem ve rıza üretme kapasitesi limitine dayandı. 20 yıl önce iktidara geldiğinde, bir burjuva ideolojisi olarak Kemalizm'in bayraktarlığını yapmaktan ötürü belirli bir imtiyaza da kavuşmuş bir sınıfın iktidarının da sistematik bir şekilde tasfiye edildiği bir vaatten bahsediliyordu. Fakat artık bunun sonuna geldik. AKP aynı siyaseti hunharca kendi kadrolarıyla yeniden üreterek, Ergenekon sürecinde tasfiye ettiği kadrolarla 15 Temmuz’dan sonra ittifak ederek bir milli mutabakat hükümetiyle, Kürt halkını başat düşman hale getirerek, bu bahsettiğiniz müteahhitlik jargonuyla örtüşür bir şekilde aslında mütedeyyin halkın ezilmişliği ile, yoksulluğu ile, o seksen yıldır ezilen, horlanan kesimlerle aslında arasında hiçbir organik bağın kalmadığını göstermiş oluyor.

Politika: Müslüman işçiyle Müslüman patron arasındaki farka vurgu yaptın. İşin doğrusu bu alanda neredeyse elimizde Yasin Durak'ın “Emeğin Tevekkülü” kitabı dışında doğru düzgün sahadan bir çalışma da yok. Sizin mesela bu konuda sahaya dair gözlemleriniz var mı? Yani Müslüman işçi, Müslüman patronu nasıl görüyor? Bir AKP eleştirisi yaptınız ama AKP hala yüzde 30'un üzerinde oy alıyor. Dolayısıyla bütün bunlara rağmen AKP’nin oy aldığı kitleyi nasıl tanımlamak lazım?

Büyükcoşkun: Türkiye'de son 20 yıl içerisinde sosyal devletin, kısmen İslami motiflere bürünmüş bir sosyal yardım teşkilatına dönüştüğünü görüyoruz. AKP iktidarının sona ermesi halinde sahip olduğu imtiyazların elinden alınacağı şantajıyla rıza imal eden bir düzenek. Bir zaman önce irfanıyla malum Anadolu’da insanlar çocuğu polis olabilsin, öğretmenlik kadrosu alsın diye Zaman Gazetesi’ne abonesi oluyor, Bank Asya'da hesap açıyorlardı. Devlet kadrolarında bir takım imtiyazlar Cemaat eliyle dağıtılıyordu. 15 Temmuz’da bu düzen altüst oldu, ortaklık bozuldu. Bunun yerini başka bir cemaat almış olabilir, bunun yerini o kasabanın, o taşra beldesinin ülkü ocağı almış olabilir. Ama sonuçta rızanın üretiminde kaynakların yeniden dağılımının oynadığı rol yadsınamaz.

Bizim de uzun zamandır kafa yorduğumuz, Müslüman patronla işçinin karşılaşma anına gelirsek. Sermayenin rengi olabilirmiş gibi Yeşil yakıştırması yapılan Ülker'in serencamı buna örnektir. 70’li yıllardan, 2000'lere da çeşitli defalarca işçi direnişlerine tanıklık etmiş ve tam da o direniş momentinde bütün o kimlik iddiasını bir tarafa bırakarak takındığı azgın ve gaddar tutumla bünyesinde çalışan emekçileri aydınlatabilmiş bir sermaye grubudur. Bizler de Ülker grevlerinin son dalgasına yetiştik. 2013-2014 yılları arasında DİSK Gıda-İş’de örgütlenen işçilerin -ki bunlar mütedeyyin, bir kısmı İsmailağa cemaatine mensup cübbesi ile sakalıyla o klasik manzaraya da uyan emekçilerdi- orada çok net, çok kristalize bir biz tavrını gördük ve tam da o çelişkinin derinleşebilmesi noktasında elimizden geleni yapmıştık. Bu çelişkinin berraklaştığı anda neyin haktan yana, neyin nefsani olandan yana olduğu apaçık hale gelir. Buradaki sınıf momentini; bize bu dünyada mücadele etmemiz salık verilen zulümlerin en başında gelen, insan benliğini Allah'tan, imandan, itikattan uzaklaştıran en büyük meselenin, en büyük şeytanın kapitalizmden başkası olmadığına bizi yaklaştıran, gözümüzü açan, aydınlatan bir moment olarak düşünmek gerekiyor.

Diyeceksiniz ki bugün bu moment ne kadar yaygın? Aslında AKP'nin rıza üretim mekanizmalarının yavaş yavaş dağıldığı, insanların en son İstiklal Caddesi'nde gerçekleşen saldırıda gördüğümüz gibi artık oyundan, aktörlerden yana epey hassaslaştıkları bir dönemde ne cemaat, ne mezhebi aidiyet, ne memleketteki hemşehrilik ilişkilerinin artık bu dikişi, bu patlağı tutmadığını görüyoruz. Bunu da en çok Anadolu'da, sanayi bölgelerinde, havzalarda, madenlerde görüyoruz. Türkiye son 20 yılda çok sert bir proleterleşme yaşadı. AKP bunu içinden geldiği ve millet olarak tariflediği topluma yaptı. Yani aslında Türkiyeli Müslümanlara en büyük kazığı AKP atmış oldu. Geleneğin getirdiği dayanışma mekanizmalarını, kapitalizm içindeki niş nefes alma alanlarını, hepsini bir şekilde metalaştırdı, düzene entegre etti. Bütün alternatif toplumsal bloklar,  şirketleştirildi. Kaynakların hepsi çok entegre bir şekilde küresel pazara açıldı. Türk Modernleşme Projesi'nin korporatist politikalarıyla başaramadığı, temerküz edemediği her alanı, kılcal ağları sayesinde korunaklı kalmış halk kesimlerini neo-liberal kapitalizmin ağzına fırlatmış oldu. Şimdi bu kitlelerin yaşadığı aydınlanmanın, bu dehşet karşısında yaşayacağı derin bunalımın sonuçlarını da önümüzdeki süreçte hep beraber göreceğiz.

Politika: Türkiye’de en genel anlamda sağ açısından miladi bir ocak/örgüt var: Komünizmle Mücadele Dernekleri. Bugün bile sağda gördüğümüz isimler oranın tedrisatından geçmiş kişiler ve onlarla bağlantılı ikinci kuşaklar. Abdulazim Şimşek’in Türkiye'de Antikomünizm (1945-1971) kitabında bu ocak/örgütün içinde devletin eli, hatta NATO’nun eli akla bile gelmemiş. 15 Temmuz, AKP en azından münevver kesimde bu konuyu düşünmeye sevkedici oldu mu? Yani antikapitalist bir Müslümanlık meselesinin artık zamanı geldiğini hissettiren şey ne oldu mesela?

Büyükcoşkun: Allah (cc) İslam’ı tüm nesillere ve tüm çağlara inmiş bir çağrı olarak tarif ediyor.  Hz. Peygamber'in Mekke'de köleliği ilga etmesinden, azad edilmiş bir kölenin, Bilali Habeşi’nin ilk müezzin olarak insanları sulha, felaha ve kurtuluşa çağıran ilk mesajcılardan biri olmasından tutalım da, 19'uncu yüzyılda, 20'nci yüzyılın başlarında dünyayı tasallut altına alan, sömürgeci emperyalistlere karşı başkaldıran, Senegal’den, Libya, Yemen'e kadar Ortadoğu ve Afrika halklarının önderliğini yapan Sufi yapılara kadar... Müslümanlığın eşitsizlik sistemleriyle hep bir meselesi oldu. Öte yandan bunun farkında olanlar da başka bir İslam fikrini kendi müesses nizamları için mobilize etmekte, konfigüre etmekte gecikmediler. İşte bugün Emevi saltanatı dediğimiz bir cahiliye formasyonu böyle meydana geldi. Türkiye'de de aslında benzer bir durumdan söz edebiliriz.

Türkiye Cumhuriyeti aslında hiçbir zaman laiklik diye bir meselesi olmuş bir yapı değil. Her zaman İslam'ı bir siyaset biçimi olarak benimsemiş ve kullanmış. Bugün Türkiye'de en çok bilinen, satılan tefsir Mustafa Kemal Atatürk tarafından Elmalı Hamdi Yazır’a sipariş edilmiş ve Hanefi fıkhını Kemalizm formasyonuna göre konfigüre eden bir yorumdur.  Yani Cumhuriyet'in İslam meselesine dair fikri ve algısı sandığımızdan çok daha kompleks. Dolayısıyla bugün Diyanet aygıtını tam manasıyla anlamadan, nasıl bir İslam fikri ürettiğine kafa yormadan siyasal bir çözüm üretebileceğini düşünmüyorum.

Esasen Türkiye İslamcılığı ki dünyada da böyledir, çıkışından, bu yana her zaman statükocu gelenekle kavgalı olmuştur. Nasıl yani Rosa Lüksemburg’lar, Karl Liebknecht’ler, yani Alman komünistleri Alman sosyal demokratları ile bir kavga içerisinde oldular ve trajik bir tasfiyeye kadar gitti bu ayrım. İslamcıların da sağcılıkla kavgası bundan çok farklı değil. Tağuti düzenle, yerleşik nizamla, yani Allah dışındaki başka otoritelerle iş birliğine giren Müslüman kesimlerle İslamcılar da kavgalı oldular. Kimi zaman yendiler, kimi zaman yenildiler. Ama bu cedel her zaman sürdü. Türkiye İslamcılığının öncü neferlerinden Metin Yüksel'in Fatih Camii'nin avlusunda bugün Milliyetçi Hareket Partisi saflarında parlamenterlik yapan iki tetikçi tarafından (İhsan Barutçu ve Ali Bilir) katledilmesi; keza çok kıymetli bir entelektüel ve öğretmen olan Sedat Yenigün, benim İstanbul'da Fatih'te ikamet ettiğim sokağın köşesinde 12 Eylül'e giden karanlık günlerden birinde şehit edilmesi. Oğlu, kendisi de bir barış akademisyeni olan Halil İbrahim Yenigün, babasını ortadan kaldıran bu şebekenin nasıl Türkiye İslamcılığın aslında içine de çöreklendiğini çok iyi anlatır ve tahlil eder. Bugün bahsedilen şehitlerin arkadaşı olmakla övünen Erdoğan'ın aslında siyasal olarak işbirliği yaptığı insanlardan bahsediyoruz.

2000’lere geldiğimiz bu gelenek, 1 Mayıs’ ta Fatih Camii'nden Taksim'e, Dolmabahçe'ye yürüyerek, 6. Filo’yu proteste eden sosyalist gençlere saldıran bir başka cami cemaatinin anlatısını tersine çevirmek gibi jestlerle kendilerini var etmeye çalışanlar oldu. Gezi ayaklanması sırasında, yaşananın aslında mütedeyyin iktidara başkaldıran, azgın bir azgınlığın değil, müşterek talepler etrafında bir araya gelmiş Türkiye toplumunun farklı kesimlerinin haklı isyanını savunan Müslümanlar da orada yer aldılar. Yine Kürt Özgürlük Hareketi bize 40 yıldan bu yana Türkiye'de devlet dininin içine çöreklenmiş, Peygamber Efendimizin veda hutbesinde ayakları altına aldığı kavmiyetçilikle, milliyetçilikle ile nasıl mücadele edilebileceğine dair çok önemli bir pratik ortaya koyuyor, ilham vermeye devam ediyor.

Söyleşimizin başında da bahsettiğimiz yetmiş iki buçuk fırkaya mensup Müslümanlar, belki bir cuma namazında saflarda yan yana gelebilirler, dolayısıyla aralarındaki nüansları ayırt etmek güç olabilir. Bunun yanında devletin imamının arkasında saf tutulmaz diyerek Diyanetin ve ona bağlı Kemalist rejimin din algısını reddeden Müslümanlar da olmuştur, çok sınırlı sayıda. Fakat 2000'lerin ortalarında Abdullah Öcalan'ın çağrısını takip ederek, Sivil Cumalar örgütlenmeye başladığında, Kürdistan'ın muhtelif illerinde Türkiye'de hiçbir zaman kitleselleşememiş bu jestin nasıl bir çırpıda toplumsallaştığını ve Diyanet'in tek tipçi, devletçi, totaliter, cinsiyetçi İslam tahayyülünün nasıl bir çırpıda yapı söküme uğrayabildiğini görmüş olduk. Devletin lugatinden değil, kendi dillerinden onlara Allah'ın ayetlerini tefsir eden, rehber edinen, imamların arkasında saf tutan Kürdistanlı Müslümanların pratiği bizlere ilham verdi. Türkiye'deki bu iki kutuplu siyasal formasyonun dışına çıkmak isteyen, iktidara aşık olmayan, Kemalizmin gömleğini yırtıp, emekçilerin, ezilenlerin, mustazafların derdiyle dertlenmek isteyen Marksistlerin, sosyalistlerin ufuk hattını, fikir dünyalarını genişletecek çeşitli momentumların biz de yolcusuyuz diyelim.

Politika: Sık sık tarikatlarla, tarikat yurtlarında yaşanan çocuk tacizleri, çocuk yaşta evlendirmeler bu yapıların tabanında ya da cami ahalisinde nasıl değerlendiriliyor? Yani camide bir araya gelenler bunu nasıl değerlendiriliyor?

Büyükcoşkun: Bu tabii Türk sağının en büyük krizidir. Yani burada Türkiyeli Müslümanlar ifadesini kullanmayacağım ama Türk sağı ifadesini kullanacağım. Çünkü bu cinsiyetçi ideolojilerle ataerkinin çirkin ve kompleks formlarıyla arasına çizgi çekemeyen Türk sağı olagelmiştir. Türkiye toplumunun ve solun sorunu aslında laiklik değil, nasıl bir İslam tahayyülü ile ilişkileneceğidir. Türkiye'de ne zaman İslam baskı altına alınırsa, kamusal alandan dışlanır ise İslam'ın daha amorf formları bir şekilde artikülasyona giriyor. Dini koruma iddiasında yola çıkan ve tabii ki her korumacı fikriyatta olduğu gibi çok hızlı bir şekilde kendi statükosunu ve iktidarını korumak için her yolu mübah gören çok amorf yapılar bir şekilde hegemonikleşiyorlar. Türkiye'de cemaatlerin serencamını böyle görmek lazım.

Mesele Kemalizm'in tekke ve zaviyelerin kapatılması projesinin başarısızlığı değil, tam da Kemalizmin bu kapatma fantazisi ile bir şekilde işlemekte ve aslında bir şekilde bir kontrol mekanizması olarak da zincirini sürdürmekte olan toplumsal yapıları tarumar edip yerine nevzuhur sicili, kökeni belli olmayan, belirli bir formasyondan, terbiyeden uzak çeşitli şebekelerin oluşumuna imkan tanıması. Adeta merdiven altı bir din anlayışı Türkiye'nin, Müslüman toplumun iddia edildiği gibi Kız çocuklarının evliliğine cevaz veren bir fıkıh anlayışının kitlesel anlamda benimsediğini düşünmüyorum.

Peki kim bu İsmailağa cemaati? Aslında Türk devletinin kontrolü altında, özellikle de 80'lerin ikinci yarısından itibaren, ciddi anlamda yükselişte olan Milli Görüş’e, karşı aslında önü açılmış bir Nakşibendi tarikatı. Her zaman merkez sağı desteklemiş, hatta 94'te Refah Partisi'nin kalesi zannedilen Fatih'te seçimi kaybetmesine sebep olmuş bir cemaattir İsmailağa Cemaati. Yani hiç de aslında öyle siyasal iktidarla yakın ilişkileri olan bir topluluk değil. Aksine tıpkı Fetullah Gülen cemaati gibi basbayağı Türkiye İslamcılığın karşısına dikilmiş bir şebekedir. Ve tabii ki böyle çok çeşitli dönemlerde de kullanışlı bir aparat olarak mobilize edilen, sahne verilen, yeri geldiği zaman bindirilmiş kıtalar olarak görev alan bir topluluk. Yani sahih bir İslam algısından ise İsmailağa cemaatinin vaizlerinin vaaz ettiği gibi Allah'a değil, devletin ordusuna, erlerine, emirlerine itaat eden, İslam inancının temel akaidi ile de uzaktan yakından ilgisi olmayan bir vatandaş profilinin imalatı için adeta görevlendirilmiş propaganda aygıtlarından bahsediyoruz.

Bu tartışmada sorunun semptomu ile kaynağını düzgün bir şekilde birbirinden ayırmak gerekiyor. Ataerkinin kökenleri çok farklı formasyonlarda yer alabilir, farklı arayüzlere sahip olabilir. Türkiye'de taciz ve tecavüz sadece Müslüman toplumun sorunu değil bir erkeklik sorunu. Kadını ulusun kaynağı, bedenini vatan ve namus olarak konfigüre eden rejimin de sorunu. Ama ataerkinin kestiği bütün kesitleri, ara yüzleri eşit bir şekilde karşıya alan bir cinsiyet eşitliği mücadelesinin, feminizmin İslami formlarını da kapsayan en geniş haliyle bir mücadelenin ancak başat hale gelmesiyle ortadan kaldırabilecek bir toplumsal araz olduğunu düşünüyoruz.

Türkiye artık 100'üncü yılına basarken bu tarihsel çelişkilerinden kurtulmak zorunda ve esas çelişkisine yönelmek durumunda. Ama ne yazık ki AKP iktidarının yarattığı travma, Türkiye toplumunun sosyalist kesimlerinde de maalesef bir aslına rücu refleksi yaratıyor. Sorun laiklik değil, hangi İslam fikrinin gündemde, tartışmada, toplumsal hayatta olacağıdır. Bu fikirlerden hangisini biz öne çıkarmak istiyoruz, hangisiyle yol almak istiyoruz? Modern dışı dünyada, Avrupa'nın dışındaki modernlik fikri hep başka bir takım ideolojik formasyonlar ile kol kola yol aldı. Belki Türkiye'de, Orta Doğu'nun kalanında da hakim olan bu laiklik saplantısının kökeni burada yatıyor. Ama gördük ki bu tepeden inmeci laiklik anlayışı aslında bu topraklarda kurtuluşu ezilenlerin eşitliğinden, sömürülen ülkelerin bağımlılığını ortadan kaldıracak mücadelelerin önüne ket vuran, yeni ikiliklerin doğmasına yol açtı. Dolayısıyla bu bizi tam da bu ikiliği nasıl aşacağımıza kafa yormalıyız. Çağın Ebuzerlerinin, Bedrettinlerinin izine talip olarak, zaferle değil seferle kuşanarak umudu örmeliyiz.

Söyleşi: Cemil AKSU