Emperyalizmin Yeşili… Alman tekelci burjuvazisinin siyasi temsilciliğine soyunan Yeşiller Partisi üzerine
1979 ve 1980 yılları Batı Almanya’da çevre ve barış hareketlerinin kitleselleşip, radikalleştiği yıllar olmuştu. 1968 gençlik hareketinden doğan, ama kısa zamanda anti-Sovyet pozisyonlarıyla egemen sisteme entegre edilen “Yeni Toplumsal Hareketler” veya “Yeni Sol” özellikle nükleer enerjiye karşı oluşan çevre hareketinde etkin olmaya başlamış ve barış hareketi içinde de yaygın bir şekilde yer almaya başlamıştı.
Anti-militarist ve pasifist söylem Soğuk Savaşın keskinleştiği bu yıllarda NATO’ya ve NATO’nun nükleer roket konuşlandırma kararına karşı büyük bir toplumsal tepki oluşmasına destek olmuştu. Alman komünistlerinin etkin olduğu barış hareketi de yüzbinlerce insanın katıldığı büyük protesto gösterileri düzenliyor ve dönemin hükümetini baskı altına alıyordu.
Ancak bu yıllar aynı zamanda Alman tekelci burjuvazisinin kadim antikomünizminin zirve yaptığı bir dönemdi. Çevre hareketine doluşan “Yeni Solun” reel sosyalizm karşıtı söylemleri burjuvazinin dikkatinden kaçmadı elbette. Her ne kadar bu yapılanmaları yaygın burjuva medyasında “çapulcular” diye nitelendirseler de bu “çapulcuların” anti-komünist propaganda için taşıdıkları potansiyelin de farkındaydılar. Medyatik destek ve “Yeni Solun” etkisiyle nükleer enerji karşıtı toplumsal hareketin partileşme süreci hızlandırıldı. Nitekim 1980 yılında çevre koruyucu, anti-militarist, anti-kapitalist ve pasifist bir programla Yeşiller Partisi kuruldu.
Parti çeşitli toplumsal kesimler arasında geniş taraftar bulurken, neredeyse tüm anti-Sovyet “sol” örgütler partiye katıldı. Ama aynı zamanda parti içerisinde esoterik yaşam taraftarları, pedofiliyi “özgürlük” olarak tanımlayanlar ve çevre korumasının “yaşam alanı korunması” anlamına geldiğini iddia eden eski ve yeni Alman faşistleri de yer almaya başladılar. 1987 yılında dek parti içerisinde – kimi il örgütünde – kısmen etkin olan bu çevreler, anti-faşistlerin de desteğiyle partiden ayıklanabildiler. 1983 yılında ilk kez Federal Parlamentoya girebilen Yeşiller Partisi artık kurumsallaşmakta ve “sıradan” bir parti hâline gelmekteydi.
Doğmadan akıtılan zehirler
Federal Almanya tarihinin 1950 sonrası ilk başarılı kuruluşunu gerçekleştiren Yeşiller içerisinde daha kuruluş sürecinde ideolojik mücadeleler baş göstermişti. 1987 yılında kadar parti programında “NATO ve Varşova Paktı lağvedilsin, tek taraflı silahsızlanma gerçekleştirilsin ve Federal Ordu feshedilsin” gibi talepler yer almaktaydı. Ancak parti içindeki anti-militarist ve pasifist çoğunluk kısa zamanda »Realos« olarak adlandırılan ve hükümetlere her pahasına ortak olmayı “reel politika” olarak lanse eden sağ kanadın kontrolü altına girdi. 1985 – 1987 yıllarında ilk kez Hessen Eyalet Hükümetinin ortağı olan ve Joseph Fischer’in başında bulunduğu sağ kanat, hükümet olmanın, dolayısıyla makamların ve paranın tadını almıştı artık.
1987’den itibaren Almanya Sosyal Demokrat Parti’si SPD’nin hükümet ortağı olmayı hedefleyen ve bu hedef için her türlü program yükünden kurtulmak isteyen sağ kanat ile parti programına sadık kalınmasını ve parlamento dışı hareketlerle bağın koparılmamasını isteyen “eko-sosyalistler” arasındaki hegemonya mücadelesi sertleşti. Fischer ve ekibi, SPD’li yöneticilerin de yardımıyla partinin hükümet ortağı olabilecek “olgunluğa” erişmesini sağlayarak ve parti kuruluşunda ilke olarak kabul edilen “rotasyon ve parti görevi ile vekillik ayrışmasını” kullanarak karşıtlarını ekarte ettiler. 1989/1990 karşı-devrim yılları ise parti içindeki sol kanadın tamamen etkisizleştirilmesinin önünü açtı.
1990’da gerçekleştirilen Federal Parlamento Seçimlerinde yüzde beş barajını geçemeyen Yeşiller Partisi, ”birleşme sürecinin özgün kuralları” sayesinde Almanya’nın doğu eyaletlerinden seçilen “Birlik 90” adlı karşı-devrimci ekiple birleşerek, parti henüz doğmadan akıtılmış olan zehirlerin tüm programatik içeriğe yayılmasını sağladı. Nihâyetinde 1998 yılındaki seçimlerde 16 yıllık Helmut Kohl döneminden sonra oluşturulan Schröder hükümetinin ortağı olan “Yeşiller / Birlik 90” dönüşümünü tamamlamak üzereydi. Kohl döneminin neoliberal politikalarının yol açtığı yıkım toplumda SPD ve Yeşillerin oluşturacağı bir hükümetle “sosyal dönüşüm” umutlarını artırmıştı. Özellikle karşı-devrim sonrasında “Ren Kapitalizmi” olarak adlandırılan Federal Almanya’nın sosyal devlet uygulamalarının erozyonu seçmenleri SPD ve Yeşillere yönlendirmekteydi.
Ancak gerek SPD’nin gerekse de Yeşillerin neo-liberal cephenin sol kanadına yerleşmeleri uzun sürmedi. Joseph Fischer ve 1968 gençlik hareketinin liderlerinden Daniel Cohn-Bendit’in parti programının pasifist, anti-militarist ve anti-kapitalist içeriklerini yok etme çabaları Yugoslavya krizi ile hız kazandı. Alman emperyalizmi sosyalist cumhuriyet olan Yugoslavya’yı parçalamak için Slovenya ve Hırvatistan’ı bağımsız ülkeler olarak tanımış ve Yugoslavya’daki ihtilafın savaşa dönüşmesini tetiklemişti. Fischer ve Cohn-Bendit daha 1990’lı yılların başından itibaren Alman ordularının yurtdışı operasyonlara katılmalarını “Holocaust” örneklemeleriyle savunuyor ve Yeşiller Partisi içindeki savaş karşıtlarını karalıyorlardı. Böylelikle Alman emperyalizminin eline çevreci ve kısmen sosyal politika yanlısı orta katmanları egemen politikaya eklemlemeye yardımcı olacak bir siyasi formasyon geçmişti.
Anti-militarist görünümlü militarizm
Yugoslavya savaşı CDU ve FDP’den oluşan bir hükümet döneminde gerçekleşseydi, şüphesiz Almanya sokakları sendikalardan kiliselere, Yeşillerden sosyal demokratlara ve barış taraftarlarına dek protestocularla dolardı. Ancak bir SPD – Yeşiller hükümetinin, hem de “Holocaust” söylemiyle 1945 sonrasında ilk kez Alman ordularına başka bir ülkeye saldırmalarını emretmesi ne sendikalardan ne kiliselerden ne de geniş toplumsal kesimlerden tepki aldı. Alman militarizmi Yeşiller ile anti-militarist görünümlü ve savaşı meşrulaştıran bir partiye kavuşmuştu. Kosova’nın “bugünün Auschwitz’i” olduğunu bir muhafazakâr politikacı ifade etseydi, muhtemelen linç edilirdi. Ancak bu demagojiyi “spor ayakkabılı Yeşil Dışişleri Bakanı” ifade edince, gerçekmiş gibi kabul edildi.
Aslında Yeşil seçmenlerin büyük bir çoğunluğu 1998 Eylül’ünde Yeşillerin hiçbir zaman savaş taraftarı olmayacaklarına inanmaktaydı. Buna karşın ABD yönetimi daha Yeşiller hükümete ortak olmadan Fischer ve ekibinin ne tür bir formasyon olduklarını tespit etmişlerdi. Henüz parlamento tarafından Şansölye seçilmemiş olan Gerhard Schröder, Dışişleri Bakanlığına getirmek istediği Fischer ile 9 Ekim 1998’de Washington ziyaretlerinde parlamentonun ve BM’in onayını almadan Yugoslavya’ya karşı açılacak bir savaşa katılacaklarını ilân etmişlerdi.
Yeşillerin Federal Meclis grubu kısa zamanda pasifizm ve anti-militarizm gömleğini çıkarıp atarak, “ABD ve NATO’nun gerekli gördüğü anda savaşa katılmayı” onayladı. Altı ay sonrasında Fischer “Yeşiller hükümet etmek istiyor, şimdi ya çeliklerine su verilecek ya da küle dönüşeceklerdir” diyerek savaş taraftarlığını açıklıyordu. Nihâyetinde SPD ve Yeşillerin onayı ile 24 Mart 1999’da Alman savaş uçakları NATO’nun Yugoslavya’ya saldırısına katıldılar. 78 gün süren savaşta 38 bin uçuşta 9.160 ton bomba atıldı. NATO uçakları Yugoslavya’ya azaltılmış Uran dolu on ton bomba atarak on binlerce insanı katletti. Yeşiller Partisi’nde savaş karşıtlığının zerresi kalmamıştı.
Aynı şekilde 2001 Kasım’ında Federal Parlamentoda “Teröre karşı savaş” adını taşıyan emperyalist işgal hareketine katılma kararını alındı. Binlerce Alman askerini, Almanya’ya tehdit oluşturmayan ve savaş açmamış olan Afganistan’a gönderme kararı alınmadan önce Schröder karara onay verilmesini güven oyu ile eşleştirmişti. Hükümet çoğunluğu sadece birkaç milletvekiline bağlıydı ve sekiz Yeşil milletvekili hayır oyu vermeyi düşünüyordu. Ancak bu durumda sadece hükümet düşmekle kalmayacak, aynı zamanda tüm bakanlık, müsteşarlık ve diğer devlet makamlarıyla maddi olanaklar kaybolacaktı. Çoğunluğu kaybetmemek için dört milletvekiline “hayır” deme fırsatı verildi. Böylece Yeşillerin hâlâ savaşa karşı oldukları miti beslenmeye devam edecekti. Tekelci burjuvaziye boyun eğmek Yeşil milletvekillerine maddi fayda sağladı. Birçoğu gerek parti içerisinde gerek devlette gerekse de farklı tekellerin (tütün, çikolata, nükleer santral, silah ve ilaç tekellerine dek) yönetim kadroları arasında kariyer sahibi oldular.
“Yeşil Kapitalizm” safsatası
Schröder-Fischer hükümeti 1982’de Kohl ile başlayan ve “Ren Kapitalizminin” sosyal devlet anlayışını ortadan kaldıran neo-liberal politikaları sadece devam ettirmekle kalmadı, aksine bunlara ivme kazandırdı. SPD ve Yeşiller 1998-2005 yılları arasındaki hükümet dönemlerinde sosyal sigortalı istihdamı ve sendikal hakları tamamen törpüleyen ve Federal Almanya tarihinin en yoksullaştırma-sefaletleştirme programı olarak anılan Hartz yasalarını yürürlüğe soktular. “Ajanda 2010” politikası ile işsizlik parası sosyal yardım seviyesine indirildi ve süresi azaltıldı, işten çıkarmalardan koruma hakkı esnekleştirildi, hastalık parası yasal sağlık sigortasından çıkartıldı, sosyal sigorta giderleri çalışanların sırtına yüklendi, şirketlerin ödedikleri ücret yan giderleri azaltıldı, işsizlere yönelik onur kırıcı yaptırımlar getirildi ve vergi yasaları zenginler lehine değiştirildi. Neo-liberal öğretinin tüm kurallarını, yani düzensizleştirmeyi, özelleştirmeyi ve esnekleştirmeyi eksiksiz uygulayan SPD ve Yeşiller, daha sonra “dünyanın en geniş düşük ücret sektörünü yaratmakla” övündüler.
Yeşiller neo-liberal politikaları “Green New Deal” söylemiyle gerekçelendiriyorlar. “İklim korunması” adı altında kapitalist üretim tarzının yüksek teknolojili ve yenilebilir enerjili “Yeşil kapitalizmin” toplumsal refahı yükselteceğini iddia ediyorlar. Halbuki ekolojik açıdan modernleştirilmiş kapitalist üretim de yaşam koşullarını ve doğayı zehirlemekte ve yok etmektedir. Artı-değer üretimi, yani emek sömürüsü, kâr, rekabet, üretim ve birikim fazlası, doğanın talan edilmesi ve sömürülmesi, savaşlar ve işgaller olmadan kapitalist üretim olanaklı değildir. Elektro otomobiller, rüzgâr santralleri veya yüksek teknoloji ürünleri de bu gerçeği değiştirmemektedir. Ama “Green New Deal” veya “Yeşil kapitalizm” söylemi tüm bunlar ve emperyalist yayılma politikaları için toplumsal rıza üretimini kolaylaştırmaktadır.
Transatlantikçi işbirlikçiler
Alman komünistleri Yeşiller henüz kuruluş aşamasındayken bu liberal burjuva solu yapılanmanın kısa zamanda sisteme eklemleneceğini tespit etmişlerdi. Nitekim haklı çıktılar. Yeşiller egemen sisteme eklemlenmenin ötesinde ekonomik ve jeostratejik çıkarları kollamak için başlatılan emperyalist müdahale savaşlarını “insan hakları ve demokrasi için mücadele” olarak savunan demagojinin kurucu öğesi oldular. Dahası, aynı Yugoslavya savaşında olduğu gibi, NATO müdahalelerini “anti-faşizm” olarak satan, anti-faşizm ile anti-militarizmi birbirlerine karşıtmış gibi gösteren ve Auschwitz’i araçsallaştıran ideoloji ile militarizme, yayılmacılığa ve emperyalist savaşlara toplumsal rıza üretilmesine katkı sunan bir formasyon hâline geldiler.
Örneğin önceleri barış aktivisti olarak tanınan Angelika Beer 2001’de Afganistan’ın bombalanmasını, hatta ordu birliklerinin gönderilmesini savunurken, 24 Kasım 2001’de Rostock’da gerçekleştirilen Yeşiller kurultayı Schröder-Fischer hükümetinin Afganistan’a asker gönderme kararını onaylıyordu. Yeşiller 2005-2021 yılları arasında muhalefet olarak da militarizmin ısrarlı savunucuları oldular. 2011’de Cem Özdemir hükümeti “Libya’ya müdahale etmemekle” suçlar ve daha sonraları asker üniformasıyla basına poz verirken, 2013’te eski Maocu Jürgen Trittin Merkel hükümetini Mali’deki askeri operasyona katılmaya, daha sonra da Meclis grubu eş başkanı Katrin Göring-Eckhardt hükümeti Suriye’ye asker göndermeye davet ediyorlardı.
Yeşillere yakın ve nükleer silah karşıtı yazar Heinrich Böll’ün ismini kirleten vakıf ise, daha 2014’te Ukrayna’nın hükümranlığının “ancak nükleer şemsiye ve kitlesel imha silahlarıyla korunabileceğini” savunuyor, Almanya’nın “AB ve NATO çeperinde öncü göreve hazır olmasıyla ABD’nin yükünün azaltılabileceğini” iddia ediyordu. Transatlantikçi olduğunu gizlemeyen Yeşil vakıf “Almanya’da nükleer füzelerin konuşlandırılmaya devamının ve Almanya’nın nükleer katılımının demokratik değerleri korumanın yolu olduğunu” hâlen resmî belgelerinde yazabiliyor.
Bugünkü Dışişleri Bakanı Baerbock daha 2021 Mayıs’ında Atlantik Konseyi’nin “AB-ABD Gelecek Forumunda” yaptığı bir konuşmada, sadece büyük babasının Wehrmacht subayı olarak “Ruslara karşı nasıl savaştığına” dair anekdotlar anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda “salt Fischer’in değil, dedelerimizin de sırtı üzerinde duruyoruz” diyerek, “liberal demokrasilerin askeri araçlarla insan hakları için mücadele etmeleri gerektiğini” savunuyordu. O zamanki eşbaşkan Habeck ise aynı tarihlerde Ukrayna’da faşist Azov taburunu ziyaret ediyor ve kafasında çelik miğferle kameralara “Ukrayna’ya savunma silahları vermeliyiz” diyordu. Nitekim bugün Kiev rejiminin NATO adına savaşa devam etmesi için en büyük desteği Yeşiller sağlamaktadır.
Baerbock henüz geçenlerde yaptığı bir konuşmada “Rusya’ya karşı savaş verdiğimizi” ve “Rusya’ya öylesine zarar vermeliyiz ki, iktisadi olarak uzun yıllar ayağa kalkamasın. (…) Seçmenlerimizin bu konuda ne düşündükleri önemli değil” diyerek açık savaş kışkırtıcılığı yaptı. Gerek Baerbock gerekse de Habeck ile Yeşiller Partisi transatlantikçi işbirlikçiliğinin en önde gelen temsilcileri oldular. Bir zamanların pasifist, anti-militarist ve anti-kapitalist söylemin yerine muhafazakârların dahi kullanmaktan çekindikleri savaş taraftarı, sömürgeci, yayılmacı ve düşmanlaştıran söylem yerleştiren Yeşiller şimdi hükümet ortağı olarak Alman tekelci burjuvazisinin en saldırgan fraksiyonlarının siyasi temsilciliğini üstlenmiş durumdalar. Aynı zamanda “barış partisi” demagojisiyle hükümet ortaklarını ABD emperyalizminin yanında savaşlara zorlayarak zehir saçıyorlar.
Yeşil, renk olarak doğayı ve üretkenliği temsil eder. Ama yeşil rengi zehirli bakır-arsenit asidinden de elde etmek olanaklıdır. Emperyalizmin Yeşili ise, arseniği dahi gölgede bırakacak bir nükleer zehri sembolize etmektedir artık. Savaşın, militarizmin ve emperyalist yayılmacılığın sembolü olarak…