Güncel Durum, Görevlerimiz ve Çıkış Yolu
Ülkede iktidarı elinde tutan güçler yüz yıla yaklaşan bir devlet kurumsallaşmasının hem sorunlarını hem de avantajlarını birlikte kullanarak egemenliklerini sürdürüyorlar. Kimileri tarafından yapısal olarak çok fazla bir mirastan yararlanamadıkları görüşü savunuluyor olsa da, altı yüz yıllık bir Osmanlı yapılanmasından önemli oranda yararlanmadıkları söylenemez. Osmanlı ile TC arasında geçiş sürecinde reformlardan söz edebiliriz, ancak devrim niteliğinde bir kopuş, yıkım ve yeniden kuruluş olduğu iddiasına girersek sadece kendimizi yanıltırız.
Kuşkusuz ki feodalizmden kapitalizme geçiş niteliksel ve yapısal birtakım gelişmeleri, ekonomik ve politik alanlarda beraberinde getirmiştir, ne ki bu gelişme ve değişiklikler insanların işgücünün sömürülmesinde daha rafine yöntemlerin geliştirilmesi çerçevesindedir. Değilse, toplumsal olarak işçi, emekçi ve yoksul kitlelerin yaşamında olumlu anlamda bir niteliksel değişiklik sağlamamıştır. Politik anlamda yaratılan yeni kurumsallaşma da egemen sınıfların ekonomik alandaki yeni girişimlerine koşut olarak gelişmiştir.
Aradaki en önemli niteliksel fark Ümmet Toplumundan Ulus-Devlet yapılanmasına geçiş olgusudur. TC’nin kuruluş, gelişim ve kurumsallaşmasının ideolojik yönü bu amaca göre belirlenmiştir. TC, Osmanlı’nın temelleri üzerine inşa edilmiştir. İstiklal Marşı’nın mısralarının içeriğinden başlamak üzere, TSK’nın “peygamber ocağı” olduğu nitelemesinden, Türk bayrağının kendisine kadar birçok emare geçmişin devamı niteliğindedir ve ulus-devlet yapılanmasının gereksinimlerine yöneliktir. Yanısıra, tüm temel ekonomik ve sanayii sektörlerindeki varolan yapı korunmuş ve kapitalistleştirilmiştir, bunun üzerine inşa edilerek geliştirilmeye yönelinmiştir.
Kapitalist burjuva sınıfı bu koşullarda gelişmiş, emperyalist güçler ile işbirliğini genişleterek sürdürmüş ulus-devlet kuracağım derken ulusal bağımsızlık kavramını bir kenara bırakıp unutmuştur. Burjuvazinin bütün işleri böyledir. Söyledikleri ile yaptıkları birbiri ile çelişir. Bunu bilinçli yapar. Çünkü tek amacı daha fazla sömürü, daha fazla artı-değer, daha fazla kazançtır. Onların pusulalarındaki kıble sadece budur. Bu amaca hizmet ettiği oranda da her türlü yöntem onlar için mübahtır. Din derler, faizi, zinayı, fitre ve zekat adı altında rüşveti, işgücü sömürüsünü kılıfına uydurup din adamlarına pazarlatırlar. Gençleri “peygamber ocağında şehitlik mertebesine ulaşma” motivasyonu ile ölüme sürüklerler, başka insanların düzinelerle katledilmesini “zafer” olarak adlandırılar. Ölenler, öldürenler ve öldürülenler hep yoksullardır. Burjuvazinin her ferdi herhangi bir tesadüfi yanlışlık olmazsa burnu kanamadan yaşamını sürdürür.
Kısaca da olsa geçmişe yönelik bu turu yapmamızın sebebi bugün kimler ile karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlayabilmemiz içindir. Düşmanımızı, onun motivasyonunu, özelliklerini, tarihsel özelliklerini, niteliğini ve neye öykündüğünü çok iyi tespit etmezsek yanlış yaparız. Uzlaşmalar, oportünist yaklaşımlar, sınıf savaşımından sapmalar, milliyetçiliğin ve gerici metafizik felsefenin etkisinde kalınması o zaman çok daha mümkündür. Uzlaşmaz çelişkilerin farkında olmazsak, kendi sınıfsal pozisyonlarımızı doğru tarif etmezsek, ilkesel sınıfsal duruşumuzdan taviz verir duruma gelebiliriz. Bu durumda, ortada oynamak ise sınıf mücadelesine hiç bir katkı sağlamayacağı gibi, burjuvazinin ekmeğine yağ sürer.
Karşımızda insanların işgücünü sömürerek yaşamını sürdüren ve servetine servet katan bir sınıf var. Bu sınıf, yani burjuvazi, bu sömürüyü sürdürebilir kılmak, farklı bir deyişle egemenliğini devam ettirebilmek için kendi çıkarlarını savunacak ve onu koruyacak bir devlet aparatı yaratır. Ordu, polis ve benzeri güvenlik güçleri, yani cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlara bağlı organlar onu korur. Bunlar yürütme organlarıdır; yargı, yani en yerelinden en yükseğine, Anayasa Mahkemesine, Yargıtay’a kadar tüm mahkemeler onun çıkarına kararlar verir, TBMM gibi bir yasama organı ona hizmet eder, onun için isterse 7 Haziran 2015 seçimlerinde olduğu gibi “sonucu tanımıyorum” der yeniden seçim yaptırır, yasama organını kendi menfaatlerine uygun şekillendirir.
Ulus-Devlet yapısı kuşkusuz ki onların mantığına göre kendilerine göre “asil” bir ulus tarafından kurulur, sürdürülür ve temsil edilir. O zaman bizim durumumuzda Türk milleti bu işlevi yerine getirmiş oluyor. Kürt milleti, diğer milletlerin tümü ezilen milletler oluyor. Onun için de en fazla ulus olma özelliğini taşıyan ve Anadolu ile Mezopotamya’ya Türklerden önce yerleşen Kürtler, onlar için asimile edilmesi gereken bir millettir. Dolayısıyla onlara politik ve kültürel haklar verilmemelidir. Gerekirse de zorla, baskı ve terörle kontrol altına alınmalıdır. Ama bunun amacı farklı. Bu sadece ulus-devlet için ilaveten gerekli bir özellik. Asıl özellik, milliyetine, dinine, mezhebine bakmadan burjuva sınıfına mensup olmayan tüm işçi ve emekçilerin sömürülmesi gerçeğidir. Halklar, uluslar, milliyetler fark etmiyor. Sömürülmeleri gerekiyor ki, mutlu azınlık yaşamına devam edebilsin.
Bizim Türkiye’de karşı karşıya bulunduğumuz durum bu. Önce bunu bugünkü koşullarda da çok iyi analiz edip, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan nüfusa götürmemiz gerekiyor. Egemenlerin ve onların siyasi temsilcilerinin yalan, demagoji ve senaryolarına karşı uyandırmamız gerekiyor. Bu noktada da “işgücünden başka satacak hiç bir şeyi olmayan ve hiç bir şeye sahip olmayan işçi sınıfı” temel güç olarak yerini alıyor.
Bu gereksinim birçok çevre tarafından dile getiriliyor, fakat dikkat edersek, genellikle işin eylemlilik, yığınsallık ve bir araya gelme ihtiyaçları dillendiriliyor. Pekiyi bu nasıl olacak? İki tane işçi ile sohbet dahi edecek ortamda bulunmayan, işçi ve emekçilerin çalıştığı ve yaşadığı alanlarda örgütlü olmayan siyasi çevrelerin bunu gerçekleştirmeleri mümkün müdür? Hiç düşünmeyelim. Bu sorunun yanıtının a şıkkı, b şıkkı, c şıkkı yok. Tek bir yanıtı var. O da HAYIR!
Sadece tepeden çözümlere yönelmek bu alanda ilerleme sağlamaz. Tabanda aynı hedefe kilitlenen ister siyasi parti, çevre mensupları olsun, isterse bağımsız bireyler olsun, yerellerde ve işyerlerinde ortaklaşmak gerekmektedir. Kemikleşmiş olmadıktan sonra her hangi bir burjuva partisine oy vermiş yurttaşlar da, TC’nin ideolojik etkisinde olan yurttaşlar da, dini veya milli hassasiyetleri olan yırttaşlar da olabilir. Hatta olabilmeli. Ortak paydamız hangi sınıfın çıkarlarının nesnel olarak bizi ilgilendirdiği olmalıdır. Sınıfsal nitelik olmalıdır. Devlete ve iktidara karşı duruşu olmalıdır. Bu partiler arası bir koalisyon anlamına gelmez. İşçi ve emekçilerin, yoksulların birliği demektir. Bunu sağlamanın yolu da fabrika ve iş yerlerinde, ama aynı zamanda işçi ve emekçi yatağı semt ve mahallelerde bu birlikteliği sağlamaktır. Yerel sorunlar, ekonomik sosyal sorunlar, siyasi kaygılar, eğitim, sağlık, konut, alt yapı ve belediyecilik sorunları gibi ortaklaşılabilecek etmenler ele alınmalı ve bu temelde bir araya gelmenin yol ve yöntemleri geliştirilmelidir. Uygulamanın böyle yapıldığı yerlerde Meclis’ler, Forum’lar kalıcı ve sürekli bir hal alıyorlar. Siyasi çevreler arası tartışma ve çekişme niteliği almıyorlar. Bu birleşimlere katılan örgütsüz yurttaşların sayıları artıyor. Görev ve sorumluluk üstleniyorlar. Nerede bir siyasi çevre ağırlık koymaya çalışıyorsa da birleşim ölüyor ve dağılıyor.
Kuşkusuz ki her siyasi parti veya çevrenin yığınlar içinde örgütlenme hakkı ve amacı vardır. Ancak bu amaç bu tür birliktelikleri dinamitleyecek yöntemler içermemelidir. Hangi parti veya çevre ise bu amacına daha uzun vadeli hedefler koyarak, sınıfın çıkarlarını öne çıkararak, kendi öznel çıkarlarını onun gerisinde tutarak hedeflerini koymalıdır. Son tahlilde tüm devrimci siyasi güçler bu ülkede bir devrim yapmayı hedeflemiyorlar mı? O zaman o hedefe kitlenmek en doğru yol olacaktır.
İşçi yatağı semt ve mahallelerde bu çalışmaları yaparken, yurttaşların oylarını vererek TBMM’de görevlendirdikleri vekillerinin de bu çalışmalara katılımını sağlamak gerekmektedir. Demokrat ve devrimci nitelikli vekillerle farklı, gerici ve burjuva ideolojisi doğrultusunda hareket eden vekillere kuşkusuz ki farklı yaklaşmak gerekmektedir. Birinciler bizzat çalışmaları güçlendirici bir rol oynarken, ikincileri zorlamak, seçmenleri ile karşı karşıya getirmek ve seçmenleri ile oy verdikleri partiler arasındaki çelişkiyi ortaya koyacak çalışmalar yapmak gerekmektedir. Bunun mümkün olduğunu pratikte gördüğümüz ilçe, semt ve mahalleler mevcut olduğu için bu konuda görüşümüzü rahatlıkla ortaya koyabiliyoruz.
Ülkenin birçok yerinde yürütülen bu çalışmalar, siyasi parti ve çevrelerin tepesini de zorlayacak sonuçlar doğuracaktır. Ancak tabandan gelişecek böyle bir örgütlülük, tepede oluşacak bir ortak tavır ve birlikteliğin güvencesi olacaktır. Olmadığı koşullarda da işçi sınıfının politik örgütlenmesi siyasi bağlaşıkları ile yürümeye devam edebilecek güce ulaşacaktır.
Ülke coğrafyasını bir insan vücudu olarak algılamaya çalışırsak, en küçük yerleşim birimlerini de insanın hücreleri olarak algılarsak, ancak bu hücrelerin yaşamaları ve faaliyetleri, yani işlevlerini yerine getirdikleri koşullarda insan vücudunun sağlıklı olduğuna, enerjik olduğuna, insanın yorulmadan koşabildiğine benzetirsek bu hücrelerin işlevlerini daha iyi algılayabiliriz. Evet, bu çalışma iğneyle kuyu kazar misali bir irade, güç ve bilinci gerektiriyor. Ancak başka yolu yok.
Ülke çapında bir sel fırtınası yaratmanın ön koşulu bu küçük dereleri diriltmek, ırmaklara, nehirlere yönlendirmek ve onları da aynı kanala güçlü olarak birleştirmektir. O zaman hiç bir direniş, eylemlilik ve atılım saman alevi gibi yanıp sönmeyecektir. Çıkış yolu düzeni alt üst edecek ve yeniden kuracak bir gücü yaratmak ise güncel görevlerimiz de bunlardır demektir. Unutmayalım karşımızda yediyüz yıllık bir devlet tecrübesi ve örgütlülüğü olan bir güç var. Onunla baş etmek ve halklarımızın ezici çoğunluğunun çıkarlarını yaşama geçirmek ne denli onurlu bir görevse, gerçekçi ve o gerçeğe göre de hazırlıklı olarak yürümenin de önemini yadsımamalıyız.