Halit Erdem: “15-16 Haziran tarihte olmuş bitmiş bir olay değildir”

Halit Erdem: “15-16 Haziran tarihte olmuş bitmiş bir olay değildir”

Halit Erdem

DİSK’e bağlı T. Maden-İş Sendikası eski Genel Sekreteri Halit Erdem: 15-16 Haziran Türkiye işçi sınıfında çok etkiler bırakmıştır. Yani tarihte olmuş bitmiş bir olay değildir. Öyle kabul edilmemelidir. Bugünkü bir ortamda şeklen 15-16’ya benzeyen bir eylem zor görülebilir. Ama işçi sınıfının yaşadığı koşullar hala 15-16 Haziran’daki gibi.

15-16 Haziran Direnişi, ücretli kölelik dayatılan işçi sınıfının mücadele tarihinin en önemli sayfalarından biridir. En temel sendikal örgütlenme haklarının dahi ellerinden alınmak istenmesine karşı şalterleri indirip, fabrikaları, mahalleleri, kent merkezlerini özgürleştiren işçiler, Türkiye siyasi hayatında da çok önemli değişimlerin yolunu açtılar.

15-16 Haziran Direnişi’ni, öncesini ve sonrasını, bugüne bıraktığı dersleri, ömrü sınıf mücadelesinde geçmiş, DİSK’e bağlı T. Maden-İş Sendikası eski Genel Sekreteri Halit Erdem ile konuştuk.

Politika: Öncelikle sizi okurlarımıza tanıtmak istiyoruz. Bize kendinizden, sendikal mücadelenizden bahsedebilir misiniz?

Halit ERDEM: 1949 doğumluyum. Erzurum doğum yerim. 1968’de Sanat Enstitüsü’nü tesviye, işçilik, makine bölümünü bitirdim ve Ankara’da çalışmaya başladım. Ankara’nın oldukça büyük bir işletmesi idi. Bu fabrikada çalışırken sendikal örgütlenmeye başladık. Orada Metal-İş Federasyonu vardı. Biz Maden-İş örgütlenmesini yapmaya başladık. Ben orada yaklaşık iki seneye yakın çalıştım. Ama sendika örgütlerimiz başarıya ulaşmadı. İşçinin önünde yürüyen, öncülüğünü yapan işçilerle birlikte işten çıkarıldık. İlk sendikal nedenle işten çıkarılmam burada.

1969 yılından sonra askerlik görevi başladı, 72 yılına kadar askerlik yaptım. Bu nedenle 15-16 Haziran olaylarını yaşayamadım. 1972 yılında İstanbul’a geldim. OTOSAN fabrikasında işe başladım. OTOSAN Ankara Asfaltı üzerinde idi. Yol üzerinde çok yoğun ilaç, metal, plastik, lastik sanayi iş kolundaki fabrikalar vardı. Yani orası sanayi çarşısı yolu gibiydi. OTOSAN’daki çalışmamız yine örgütlenme çalışmasıyla kesintiye uğradı. 1973 yılında oradan da atıldım. OTOSAN fabrikası çok ünlüdür. Bizim hem metal iş kolu, hem de Maden-İş Sendikası için. Çünkü Maden-İş Sendikası daha önce iki defa örgütlenme yapmıştı. Biz çalışmaya başladığımız zaman ikisinde de başarılı olamamıştı. Birincisi tam 1970 15-16 Haziran dönemine denk geliyor. Daha sonra oradan Singer fabrikasına girdim ve 1975 yılında Maden-İş Sendikası Dördüncü Bölge Temsilciliği’ne seçildim

Biz de eskiden şube başkanlığı yerine ona tekabül eden bölge temsilciliği sistemi vardı. Maden-İş’de bizim bölge Dilovası’ndan Gebze’ye ve Beykoz’a kadarki bölgeyi kapsıyordu. Yaklaşık 16 bin metal işçisi Maden İş’e üyeydi o zaman. 1977 yılına kadar Bölge Temsilcisi olarak görev yaptım. 1977 yılında Maden-İş Sendikası Yürütme Kurulu üyeliğine seçildim. Ve Maden-İş Sendikası kapatılıncaya kadar yani 1980 yılına kadar o görevim devam etti. Genel Başkanımız Kemal Türkler, Genel Sekreterimiz ise Mehmet Ertürk idi. Genel Sekreter sonra değişti. Yani sendikayı o günlere taşıyan deneyimli liderleri, öncüleri ile birlikte çalışma yürüttük. 1980’de sendikal çalışmalar kesintiye uğradı biliyorsunuz. 12 Eylül faşist darbesiyle DİSK ve DİSK’e bağlı sendikalar kapatıldı. Yöneticileri gözaltına alındı. Bulamadıklarını ‘teslim ol’ çağrıları yapıldı. Biz teslim olmamayı seçtik. Bir süre sonra da artık Türkiye’de çalışma koşulları zorlaştığı için yurtdışına çıkma gündeme geldi. 80’de yurtdışına çıktım. On bir sene sonra, 91’de DİSK’in tekrar açılması ve DİSK davalarının beraatla sonuçlanması sonucu tekrar Türkiye’ye geldik. Maden-İş Sendikası iş yerleri olan, tesisleri olan, bölge temsilciliklerinin çoğu sendikanın mülkiyetinde olan güçlü bir sendikaydı.

Yasaklı olduğu 11 yıl içerisinde sendikanın üyesi kalmamıştı. İşçiler doğal olarak, gidip kendilerine en yakın gördükleri sendikalarda örgütlendiler. Toplu sözleşme haklarından mahrum edilmemek için. Patronlar kendilerine yakın gördüğü Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası’na yönelttiler işçileri. Bu konuda çok baskılar yapıldı. Otomobil-İş Sendikası 80 darbesinden önce metal iş kolunda faaliyet gösteriyordu ve bizim işbirliği, güç birliği yaptığımız bir sendikaydı. O zaman Maden-İş Sendikasını ile Otomobil-İş birleşti. Ben de o konuda aktif görev aldım. Maden-i̇ş tarafının sorumlusu bendim. 1993 yılında bu iki sendikanın birleşmesiyle Birleşik Metal-İş Sendikası doğdu. Bu yeni sendikanın Genel Sekreterliği’ne seçildim ve 96 yılına kadar o görevde kaldım. 1996 yılında artık sendikal çalışmaları bırakmak gerektiğini düşündüm. Onu daha genç kuşaklara devrederek sendikadan ayrıldım ve sendikacılık hayatım böylece fiilen sona erdi.

Politika: Komünist hareketle nasıl tanıştın? Komünistlerin sınıf hareketinde nasıl bir etkisi vardı?

Halit ERDEM: Ben solla abimle tanıştım. O üniversitedeydi, Ankara’da Dil Tarih Fakültesinde. 68’in içinde yetişti. Doğu Perinçek’in Devrimci Proleter Aydınlık’ında ve Dil Tarih’teki Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun içinde yer aldı. Ben de o dönemde hem çalışıyor hem de onların peşinden toplantılara gidiyordum. Mahir Çayan’ın, Doğu Perinçek’in, Halil Berktay’ın, Şahin Alpay’ın konuşmalarını dinledim. Genç ve meraklı biri olarak dinledim, takip ettim. Ama fabrikada çalışan bir işçiydim.

1973’te Türkiye Komünist Partisi ile tanıştım. TKP’nin tezlerine dair eğitimler yapmaya başladık. Fabrikadan çıktıktan sonra Tepebaşı’nda bir evimiz vardı, orada buluşup, Ne Yapmalı’yı okuyorduk, tartışıyorduk. Pekin-Moskova Çatışması kitabını okuyorduk. Ben daha önceden Maocu fikirlerden etkilendiğim için bu kitabın okunması, tartışılmasını ben istemiştim. TKP’den yoldaşlar da gelip eğitime katılıyordu. Eğitim bir yıl sürdü. Sonra da Maden-İş’te, bölge temsilciliğinde çalışmaya başladım.

Sizin işçi sınıfına dahil olmanız da, sendikalı olmanız da, Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından, sosyalist hareketi açısından da son derece önemli bir döneme denk geliyor. Bu nedenle 15-16 Haziran’ı hazırlayan koşullar nelerdi, değerlendirebilir misiniz?

15-16 Haziran’ı bizzat yaşamadım ama olayın bütün hikayesini onu yaşayanlardan defalarca hem dinledim hem okudum. 15-16 Haziran’ın nasıl sonuçlandığını ve sonraya, işçi sınıfına nasıl bir deneyim bıraktığını konuşmak lazım. Ama ondan da önce neden bu olaylar oldu diye bilmek lazım.

15-16 Haziran’ı, o ışığı önceleyen ve onu yaratan sürece bir bakmak lazım. Türkiye işçi sınıfı tarihinin sayfalarında önemli şeyler vardır ama 1947 yılı bir dönüm noktasıdır. Esasında 1946’dan başlar. Faşizmin dünyada yenildiği ve demokrasi havasının estiği ve Türkiye’nin de kapitalist dünyanın yani Amerika’nın safında sürece katılmak istediği bir dönem. Ama aynı zamanda içeride de bir sınıf mücadelesi birikimi vardı. Öyle ki Türkiye’nin gerçek sınıf mücadelesi bu yıllardan başlar.

1947’de devlet, o zaman iktidarda olan Cumhuriyet Halk Partisi hükümeti, sendikaları örgütlemek için genel merkezde bir komisyon kurdu ve buraya ünlü faşistleri getirdi. Mesela Rebii Barkın diye bir kişi, Sabahattin Selekoğlu gibilerini görevlendirdi. Barkın 42’lerde ırkçılıkla veya faşist örgütlenmeyle suçlanmıştı yine CHP tarafından. Olay şu. Devletin işveren olduğu, işletmelerin, fabrikaların genel müdürlerine, usta başlarına bulundukları yerde sendika kurun diye talimat verdiler. Türkiye’nin sendika hareketi yani Türk-İş böyle doğmuştur.

Türk-İş 1952’de kuruldu ve Türk-İş devletin güdümünden, vesayetinden kurtulamadı. Türkiye’de sınıf mücadelesine dayalı, işçilerle sermayenin karşı karşıya gelerek bir sınıf mücadelesi içerisinden doğmadı sendikal hareket. Bunun izlerine ta bugünlere kadar yaşıyoruz. Bunun bir istisnası şuydu, özel sektör. Özel sektörde devletin talimatıyla sendika kurulamıyordu. İşte burada daha sonraları DİSK’i kuracak olan sendikalar tek tek işçileri, tek tek fabrikaları örgütleyerek ve buralarda sermaye sınıfıyla karşı karşıya gelerek sınıf mücadelesi içerisinde sendikalar örgütlendiler.

Bu sendikalar yine Türk-İş’in içerisindeydi. Nereye kadar? Ta 1967 yılına kadar. Türk-İş içindeki mücadeleci sendikalar o güne kadar verdiği mücadele ile kazandıkları birikimle işçilere daha iyi haklar sağlıyordu. Ama Türk-İş’in ağırlığını oluşturan devlet sendikacılığı da bir yandan vuruyordu. Arada iki tane temel fark var. Türk-İş sendikacılığı, işverenlerle pazarlık yapmaktır. Oysa mücadeleci sendikacılık böyle değil. 1963’te grev hakkı verildiği zaman, o gün yine Türk-İş’e bağlı olan Maden İş Sendikası’nın metal işçileri arasında örgütlenme oranı yüzde 92. Yani sektörün hemen hemen bütün iş kolunu örgütlemiş durumda. Ne sayede örgütlemiş durumda? İşte ısrarlı hak arayışını esas alan bir politikayla.

Türk-İş yönetimi işverenle, devletle pazarlık yoluyla maden grevlerini kırmıştır. Paşabahçe grevine Türk-İş’in içindeki bazı sendikalar destek verdi diye onlar ihraç edilmiştir Türk-İş’ten. Bunlar çok üzerinde durulması gerekli meseleler ve DİSK’e doğru gelişin, 15-16 Haziran’a doğru yürüyüşün kilometre taşlarıdır.

1967’de DİSK kuruldu. DİSK, artık Türk-İş’in çatısı altında kalınarak işçiye iyi hak alınamayacağının anlaşılması ve işçilerin işverenlerden ve devletten bağımsızlığını esas alan bir görüşle ayrı bir konfederasyon olarak örgütlenmesi amacıyla kuruldu. DİSK’i 5 sendika kurdu. Maden-i̇ş Sendikası, Gıda-İş Sendikası, Lastik-İş Sendikası bunların içindeydi. Ünlü sendikacı Rıza Kuas Lastik-İş’in başkanıydı. Kemal Türkler, Maden-İş’in başkanıydı. Kemal Nebioğlu, Gıda-İş’in başkanıydı.

Şimdi 15-16 Haziran’dan başladık ama biraz eskilere gittik. Çünkü bunun bir evveliyatı var. Eğer buna kısa ana hatlarıyla göz atmazsak, ‘niye bu DİSK kuruldu, niye 15-16 Haziran oldu’ anlayamazdık.

Sonuçta 67 ile 70 arası, DİSK’in kurulması ile 15-16 Haziran arasında geçen sürede Türkiye’de işçi sınıfının en büyük fabrika işgalleri, grevleri, iz bırakan olayları yaşandı. Kavel, Türk Demirdöküm, Derby grevi, bunların hepsi destandır. Sebep ne, işçiler DİSK bağlı sendikaya üye olmak istiyorlar patronlar kendi güdümlerindeki sendikayı dayatıyorlar, Bölge Çalışma Müdürlüğü bir tane üyesi olmadığı halde o sendikaya toplu sözleşme yetkisi veriyor. İşçi de gücü yettiğince basıyor şaltere, direnişe geçiyor. O üç yıl öyle geçti. DİSK’in önerisi referandumdu. Sandığı koyalım, işçi hangi sendikaya oy verirse yetkili sendika o olsun.

Patron sınıfı DİSK’ten ölesiye nefret ediyordu. Çünkü o zamana kadar astığı astık, kestiği kestik bir şekilde yönetiyorlardı. Grevleri, direnişleri mülkiyet hakkına saldırı olarak kabul ediyorlardı. Önce Türk-İş’e görev verdi, DİSK’i tasfiye etmek için devlet, Türk-İş’in bu işi çözemeyeceğine karar verdiğinde bir yasa ile bu gidişi durdurmak istediler. Yasa teklifi hazırlayanlar Adalet Partisi ve CHP idi.

Özetle hazırlanan kanun teklifi şuydu: Bir iş kolunda bir sendikanın yetki alması için o iş kolundaki işçilerin üçte birini örgütlemek zorundaydı. Bu hadleri de devlet belirliyor ve rakamları oynatabiliyor. Böylece fiilen DİSK’i toplu sözleşme yapamaz hale getirip kapatmak. Amaç bu.

Kanunu engellemek için birçok girişim yapıldı. Ama işçi sınıfının sezgisi başka bir şey yapılmak zorunda olduğunu söylüyordu. Eğer buna direnmeyle karşı çıkılmazsa, patronlarla, partilerle yapılan görüşmelerden bir sonuç elde edilemeyecekti. 9 Mart 1970 tarihinden itibaren bu anlaşılmış durumdaydı. DİSK’e bağlı sendikalar fabrikalara bir talimat verdi: Büyük bir felaketle karşı karşıyayız, örgütümüzü kapatacaklar, biz de buna karşı hazırlıklarımızı yapalım. Bütün işçiler fabrikalar düzeyinde bilgilendirildi.

12 Haziran’da yasa Meclis’te apar topar kabul edildi. İş kendilerince bitmiş durumdaydı. 13 Haziran’da Ankara’dan heyetler dönünce DİSK’te olağanüstü bir durum yaşandı. 14 Haziran’da akşamı yaklaşık 800 işçinin katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu 800 işçi, DİSK’e bağlı bütün fabrikalardaki baş temsilciler, temsilciler, kadrolardı. O gün çok sayıda konuşma oldu. Sonuçta Kemal Türker, toplantıyı özetledi ve dedi ki, bu işin sonu direnmektir, yarın herkes fabrikasına gidecek üretimi durduracaksınız. 800 temsilci fabrikalara yayıldı ve 15 Haziran’da direniş başladı.

Sonuçta iki gün geçti. 16 Haziran günü sıkıyönetim ilan edildi. Yürüyüşler böyle bitti. Sonraki günlerde fabrikalarda direnişler devam etti.

Kanun kabul edildi. Resmi Gazete’de yayınlandı. TİP, “Anayasa’ya aykırılık” gerekçesiyle dava açtı. Eylemlere katılanlar hakkında da davalar açıldı, yüzlerce işçi ile birlikte Kemal Türker ve DİSK yöneticileri yargılandı. 1972 yılında kanun Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Fakat ne oldu, başka bir şey daha oldu, bu iki sene içinde. Kanun kabul edilmesine rağmen fiilen yürürlüğe giremedi. İşçiler amaçlarına ulaştılar.

Politika: 15-16 Haziran Direnişi’nin dönemin sınıf mücadelesine nasıl bir etkisi oldu, nasıl bir rolü oldu?

Halit ERDEM: Birincisi DİSK’te neler yaşandı? Ben hemen 15-16 Haziran’dan sonra, DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu bir fabrikada çalıştım. Orada 15-16 Haziran’a katılan işçilerle birlikteydim. Bizim fabrikada işten atılma söz konusu değildi. Herhangi bir işçinin kendi kusuru dahi olsa işçilerle işverenin ortak kurduğu komisyonlarda görüşülürdü. Hele tazminatsız kimse atılamazdı. İş güvenliği ve işçi sağlığı kuralları tam uygulanırdı. 15-16 Haziran’da DİSK’i yok etmek istediler ama başaramadılar.

Türk-İş’te ise hemen direniş sonrasında 4 sendika bir rapor yayınladı. Türk İş yönetimini suçlayan, 15-16 Haziran’ındaki tutumunu yanlış bulan bir rapor yayınladı. Bu gruba daha sonra 8 sendika daha katıldı ve 12’ler diye anılmaya başlandı. Bu 12’ler raporu Türk-İş’e bağlı bazı sendikaların DİSK’e geçişinin önü açılmış oldu. Genel-İş Sendikası’ndan başlamak üzere Türk-İş’in önemli sendikaları DİSK’e katılmaya başladı.

İkinci etkisini CHP’de gösterdi. Kanun görüşülürken CHP, lehte oy vermişti. Kanunun teklifini hazırlayanlar arasında Abdullah Baştürk de vardı. İşçilerin direnmesi karşısında, daha önce Adalet Partisi’nin kuyruğuna takılan CHP tutum değiştirerek kanun aleyhine döndü. Daha sonra Ecevit’in CHP’yi sola açma süreci başladı. 1974 seçimlerinde Ecevit siyasi tutuklularının af edileceği vaadi ile soldan ve işçilerden de büyük destek aldı.

Solda büyük tartışmalar yaşandı. O güne kadar işçi sınıfı bir kavram olarak vardı. Türkiye azgelişmiş bir ülke kabul ediliyor, işçi sınıfının cılız olduğu, köylü ve gençlik kesimlerinin temel güçler olduğuna dair görüşler vardı. Bütün teoriler, stratejiler bunun üzerine inşa edildi. MDD tezi bunun üzerine inşa edildi. 15-16 Haziran ile bu teoriler darmadağın oldu. İşçi sınıfı kendi varlığını mücadele kapasitesini gösterdi. Ama solda, stratejilerinde bir değişiklik olmadı.

15-16 Haziran bir mücadele ile zor durumda olan insanların örgütlenerek mücadele ederek neler kazandığını gösterdi. DİSK 600 bin üyeye çıktı. Murgul’dan Ceylanpınar’a kadar, gerek tarım alanında gerek sanayii alanında büyük bir mücadele alanı açtı. 1 Mayıslar bu dönemde kutlandı. Tariş, Çiğli direnişleri, işçi sınıfının zaferiyle sonuçlanan DGM Direnişi ve MESS direnişleri bu dönemde yaşandı. İşçi sınıfının en ileri unsurları DİSK’te örgütlendi. DİSK’te örgütlenerek Türkiye’nin siyasal kaderini de değiştirdi.

Politika: 15-16 Haziran’ın yaşandığı günlerde gençlik hareketinin rolü nedir? Onların özel bir katkısı oldu mu? Gençliği nasıl etkiledi?

Halit ERDEM: Gençliğin en hareketli olduğu dönem. Ama o dönem çeşitli ayrışmaların olduğu bir dönem. Gerek TİP içinde gerekse de gençlik hareketi içinde. FKF’nin Dev-Genç’e dönüşmesi. TİP içindeki MDD’cilerin ayrılıkları falan. Tam bu sırada işçi sınıfından gelen bu muazzam patlama ve gelişme bütün çevrelerde bir şaşkınlık yarattı. Orda devrimci gençler kendi dinamizmlerinin getirdiği etkiyle ve teoride devrimin işçi sıfınının öncülüğünde gerçekleşeceğine dair kavrayışları sayesinde bu eylemlerin içinde yer almaya çalıştılar. Ankara’dan İstanbul’a ekip geliyor, olayları takip etmek için. İstanbul’da Dev-Genç üzerinden gençliğin eylemlere kanalize edilmesi sağlanıyor.

Mesela Harun Karadeniz’in bizzat örgütlediği Kartal İşçi Birliği’nin etkileri var. Kartal İşçi Birliği, gençlik ile işçi sınıfının buluştuğu bir yerdi. Karadeniz, bilindiği gibi, işçi sınıfına önem veren bir gençlik önderi idi. İşçi sınıfını fiili olarak dışlayan, herhangi bir temas kurmayan diğer gençlik örgütlerinden farklı olarak sınıf içinde örgütlenme yürütüyor. O anlamda KİB, en önemli kişileri, TEKEL’de çalışan, sonradan Soğanlı Belediyesi Başkanlığı yapacak olan Bahtiyar Kuru, Mehmet Mıhlacı gibi isimler –Mehmet Mıhlacı daha sonra DİSK’e geçip Gıda-İş’in başkanı olmuştur- TEKEL’in 5 bin işçisinin yürüyüşlere katılmasında çok büyük rolü olmuştur.

İşçiler ne yapacaklarına, nereye yürüyeceklerine işyerlerindeki komiteler aracılığıyla karar veriyorlar. Önlerine çıkan barikatların aşılmasında işçilere gençler yardım ediyor. Sloganların atılmasını gençler sağlıyor. Bugün her eylemde slogan atılıyor ama o dönemde böyle bir şey yoktu. İşçiler fabrikalardan çıkmışlar, sessiz yürüyor, bağırıyorlar falan ama öğrenci gençlik kendi gösterilerindeki deneyimlerle “Hükümet İstifa”, “Morisson Süleyman” gibi sloganları atmayı öğretiyorlar işçilere…

Gençlerin bu rolleriyle yetinmeyen bazı yazarlar var. 15-16 Haziran’da sendikaların rolünü yadsıyıp gençlerin rolünü öne çıkaran. Halbuki 15-16 Haziran sendikaların öncülüğünde ekonomik, sendikalist bir harekettir. Ama bu hareket meclisten çıkacak bir kanunun engellemeyi hedef aldığı için de siyasi bir harekettir. Ama hiç bir işçi iktidarı hedef alan bir tutum içinde değildi.

Politika: 15-16 Haziran’da, DİSK’in örgütlenmesinde TKP, komünistlerin rolü nedir? Komünistlerin sınıf çalışması, hataları…

Halit ERDEM: DİSK’in büyümesi, sınıf mücadelesinin gelişmesi, büyük kazanımların elde edilmesi… Bunları kim yaptı, kimler emek verdi? Bu konuda çok fazla konuşulmuyor. En önemlisi, bugüne gelirken de bunun üzerinde durmamız gerekir.

O dönemle ilgili iki gözlemimi söyleyeyim. Önümüzde milyonlarca işçi vardı. Onların içindeki en dürüst, en ileri işçileri örgütleyerek TKP’nin Anadolu yakasındaki fabrikalarındaki hücrelerini kurduk. Her akşam tartışmalar. Ana konularımızdan biri TKP’nin illegal olarak nasıl örgütlenebileceği idi.

Biz komünistlerin fabrikalarda örgütlenmesinin yolunun şöyle olduğunu düşünüyorduk. Komünistler, dışa karşı, polise karşı komünist parti üyesi, TKP üyesi olduğunu saklayacak ama devrimci olduğunu saklamayacak. Devrimci olarak işçilerin de hoşuna giden mücadelelerin en önünde olacak. Kritik bir gün gelene kadar partili kimliğimizi saklayacağız. Bizim o günlerdeki düsturumuz bu idi. Bu şekilde her yerde faaliyetlerimiz sürüyordu. Bir sınıf sezgisiyle mücadele ediyorduk.

DİSK’in genel merkezinde de Mehmet Karaca’nın genel sekreterliğe, Aydın Meriç’in genel sekreter yardımcılığına getirilmesiyle komünistlerin özverili çalışmaları başladı. Türkiye sendikal hareketine bazı kavramları, tartışmaları TKP getirdi. Bugün herkes tarafından dile getirilen sınıf ve kitle sendikacılığı kavramları mesela.

Biz berrak bir politika izleyemedik. Berrak bir politika derken… bir parti ya illegaldir ya da legaldir, yarı legal parti olmaz, olmayacağını gördük. TKP o günlerde, legal bir parti kurma hedefi koysa ve kadrolarını ona göre hazırlasa, bedeller öderdi ama başarıya ulaşabilirdi. Ama parti hem illegal, ama legal eylemler yapıyordu. Sendikal çalışmaları biz kontrol ediyorduk, sendikaların birçoğunda kadrolarımız vardı. Ama sendikaların yönetim kademelerini partiler arasında bir kavga aracı olarak kullanmak yanlıştı. 1980’e gelirken ‘TKP’lilerin sendikası’, ‘TİP’lilerin sendikası’ gibi yıkıcı bir rekabet içine girildi.

İkinci olarak, faşizm konusunda. Bildirilerde herkes faşizm geldi gelecek diye yazıyordu. Ama faşizmin ne olduğunu kimse bilmiyordu. Faşist uygulamalar ayrıdır, işkence, eziyet görmek ayrı bir yönetim biçimi olarak faşizm ayrı bir şeydir. 12 Eylül gelip çöktüğü zaman Maden-İş’e bağlı birçok fabrikada grev vardı. Cam sektöründe, otomotivde birçok grev vardı. Darbe gelip bildiriyi yayınlayınca bu grevler bir günde bitti.

İşçi sınıfı darbeye karşı, iktidara karşı siyasi bilinç kazanmamıştı. Onlar ekonomik bilinçti, ekonomik hakları için polisle karşı karşıya geliyordu, ekonomik olarak ne istediğini sorsan tıkır tıkır anlatıyordu, Adalet Partisi de getirse karşı çıkarım diyordu, ama siyasi bilinç yoktu. Biz siyasal bilinç altında ekonomizmi örgütledik. Yani işçinin daha iyi çalışmasını, daha çok para almasını örgütledik. Komünistlerin görevi bu mudur? O işçinin tarihsel misyonunu göz ardı ettik. DİSK şaşalı muazzam bir örgüttü ama küt diye götürdüler. Nasıl olur da 600 bin kişinin örgütlendiği bir sendika bir günde bitirildi. Burjuvazi ayaklanma olur diye hazırlık yapmıştı evet ama o ayaklanmaya kimse yeltenmedi ve bizim eksik bıraktığımız buydu. İşçi sınıfının siyasal mücadelesi iktidar mücadelesidir, iktidarı alacak siyasi araçlara sahip olması demektir, bunları yapmadık. Ekonomizm, sendikalizm yaptık ve sonuçlarını da gördük.

İşçi sınıfı içinde, gençlik içinde en örgütlü partinin TKP olduğu açığa çıktı. Bu büyük bir özverili çalışmanın ürünüydü. Ama siyasi çizgimizde kayma vardı. Biz yaptıklarımızı siyasi mücadele sanıyorduk oysa ekonomizmdi.

1970’de toplumda şöyle bir tablo vardı: Sağı temsil eden AP, Güven Partisi, yüzde 65’i buluyordu. CHP yüzde 25, TİP ise yüzde 15’i bulmuştu. Aşağı yukarı bu oranlar bugün de geçerlidir. Yani işçiler sağ partilere oy verdiler, komünistlerin siyasal alandaki projelerine fikirlerine itibar etmediler. Ama somut bir mücadele ortaya çıktığında oy verdiği partiye karşı istifa diye sokağa çıktılar.

Politika: 15-16 Haziran’ın bugüne bakiyesini nasıl değerlendirmek gerekir? Bugünkü sendikal mücadele ve komünistlerin rolü üzerine neler söylemek istersiniz?

Halit ERDEM: 15-16 Haziran Türkiye işçi sınıfında çok etkiler bırakmıştır. Yani tarihte olmuş bitmiş bir olay değildir. Öyle kabul edilmemelidir.

Türkiye, 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül’le neo-liberal döneme girdi. 1989’da 10 yıllık bir deneyimden sonra 15-16 Haziran’ın etkilerini bir kez daha görürüz. 89 Bahar Eylemleri. 89 Bahar Eylemleri, Türk İş bünyesindeki 600 bin işçinin kendi sendikalarını dinlemeyerek, işçi inisiyatifi ile komiteler kurarak, çok çeşitli eylem biçimleri ile neo-liberalizme karşı isyanıdır. Ve başarılı olmuş bir isyandır. O gün ana politika “kemerlerin sıkılması, ücretlerin düşürülmesi” idi. Bu ana politikaya karşı Türk-İş’in kendi sınırları içinde sonuç elde edilemezdi. 89 Bahar Eylemleri, 15-16 Haziran’ı yineleyen, yenileyen bir harekettir.

Onun devam olarak ünlü maden işçilerinin yürüyüşü var. Orada da ücretlerin dondurulması isteniyordu. Ama işçi sınıfının Zonguldak Ankara Yürüyüşü ile işçiler kendilerine biçilen dar ücret sınırlarını berhava ettiler. İstediklerini kabul ettirdiler.

Geçmiş dönem iflas etmiş politikalardan bezmiş olan halkın tepkilerini alarak iktidara gelen AKP de neo-liberal politikalara devam etti. Bunun en bariz uygulaması özelleştirmelerdi. Aylarca süren TEKEL direnişi bu özelleştirmeye karşı direnişti. TEKEL özelleştirildi. İşçiler ya taşeronlara kaydırıldı ya da emekli edildi ya da işten atıldı. AKP döneminde neo-liberalizm katmerleştirildi, derinleştirildi. Esnek çalışma, taşeronluk sistemi gibi uygulamalar işçi sınıfının yapısını bozan uygulamalar oldu. Büyük devasa işçi sınıfını bir arada tutan fabrikalar küçük bölümlere ayrılarak katmanlı işverenlik getirildi, sermaye sahibini gizleyen, taşeronluk sistemi. İşçilerin kredi kartları ile borçlandırılması da onları rehin haline getirdi. Böylece işini korumayı esas alan bir sanayi işçisi ortaya çıktı. Diğer tarafta ise güvencesiz bir hizmet sektörü var. Motosiklet kuryelerinin her birini kendi işinin sahibi esnaf gibi göstermeleri yeni bir teknik.

Biz böyle karma karışık bir sistem içinde yaşıyoruz. Bu nedenle de 89 Bahar Eylemleri sürecindeki örgütlülük yok. Böyle bir ortamda şeklen 15-16 Haziran’a benzeyen bir eylem zor görülebilir. Ama işçi sınıfının yaşadığı koşullar hala 15-16 Haziran’daki gibi. İşçilerin hangi sendikaya üye olacağına patron, devlet karar veriyor. Hele hayat pahalılığı, işsizlik, asgari ücretin sefalet ücreti haline gelmesini de sayarsak… Demek ki 15-16 Haziran’ın objektif koşulları sürüyor.

Yeni örgütlenme modelleri bulmalıyız elbette. Yüzlerce fabrikada ücretini alamayan, kıdem tazminatı alamayan işçiler hakları için direnişler yaptılar, bunlar küçümsenecek şeyler değil. Ama hepsi ayrı ayrı yaptıklarında etraflarının polisçe, mahkemece çevreliyor, o süreç sona eriyor. Bunları tek bir organizasyonda hareket ettirmenin yolunu bulmamız lazım. Sendikalar, toplu sözleşme zamanında grev yapıyor, eylemler gerçekleştiriyor ama toplu sözleşme imzalanınca her şey bitiyor. Ondan sonra bir dahaki toplu sözleşmeye kadar geçen dönemde üç maymunu oynuyorlar. Oysa içinde yaşadığın ülkedeki siyasi gelişmelere katılmazsan, o siyasi gelişmeler içinde etkili bir rol oynamazsan, işte seni boğarlar. Ülkenin demokrasi sorunu içinde bir Kürt sorunu var. Büyük sanayi kentleri Kürt işçilerinin yoğunlukta olduğu kentler haline geldi. Bu Kürt işçiler politikaya da yatkın. Bunların örgütlenmesi gerekir. 3. Havaalanındaki Kürt işçilerin direnişi hatırlayalım. Parladı söndü. Devamını getirmek gerekir.

Bizim işçilerimizi politikadan uzaklaştırmak için ellerindeki bütün propaganda aygıtlarını kullanıyorlar. Biz o çemberi kırmak için ne yapıyoruz. Kürt fobisini kırmak bu için ne yapıyoruz. Demokrasi mücadelesi işçi sınıfı için bir lüks değil.

Eskiden işçi mahalleleri vardı, kahveleri vardı. İşçiler kendi işyerlerinde yaşadıklarını, kazandıklarını orada birbirine anlatırlardı. İşçi mahalleleri sınırlı hale geldi. Kadıköy’de Kozyatağı’nda ‘mahalle’ yok. Kimin kimle nerede çalıştığını bile bilmiyor. Ama bu Tuzla’da var. İşçi havzaları hala kurutulamadı. Demek ki gözümüzü dikmemiz gereken yerler oralar. Organize sanayi bölgelerinin etrafı tel örgülerle sarıldı, korucular tutuldu. Ama o işçi oradan çıkıyor, mahalleye gidiyor, gözümüzü dikmemiz gereken yer orası.

Kısacası toparlarsak; 15-16 Haziran deneyiminden büyük dersler çıkarmalı ve günümüze yönelik sonuçlar üretmeliyiz. 1980 öncesi ve sonrası şanlı işçi direnişlerinin önemini güncellemeliyiz. Ve tam da bugün o deneyimlerimiz ışığında çalışmalarımızın odak noktasını işçilerin yaşadıkları mahallelere yöneltmeli, bu mahallelerde Türk, Kürt ve diğer uluslardan işçilerin birlikte örgütlenmesinin yöntemlerini geliştirmeli, örgütlenme modelleri yaratmalı, bu çalışmaları işyerlerine taşımalıyız. En önemlisi, işyerlerinde ve işçi yatağı mahallelerdeki çalışmaları ara vermeden sürekli kılmalıyız. Bence bu görevlerin başarılmasında bugün de komünistlere çok önemli işlev düşüyor.

Söyleşi: Cemil AKSU


Konuyla ilişkili diğer makaleler