İstediğimiz Bir Türkiye’ye Nasıl Ulaşırız?

İstediğimiz Bir Türkiye’ye Nasıl Ulaşırız?

Gazetemizin geçen sayısında “Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz?” başlığını taşıyan bir yazı yayınlamıştık. Çok fazla ayrıntıya girmeden bu konudaki görüşlerimizi işledik. Bu yazıda, bugün bulunduğumuz durumdan, özlediğimiz, hedeflediğimiz bir Türkiye’ye nasıl ulaşabileceğimiz üzerine sesli düşünelim.

Bilindiği üzere ülkede değişim ve dönüşümden söz açılınca gözler hemen parlamento ile sınırlı kalıyor. Biz ise toplumsal ilerlemenin salt parlamento içi dengeler yoluyla değil, aynı zamanda parlamento dışı mücadele ile birlikte ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Hatta, nasıl ki parlamento bileşimini son tahlilde yurttaşların oyları belirliyorsa, ülkedeki değişimlerin de yolunu açacak olanların da yine yurttaşlar olduğundan yola çıkıyoruz.

Bu durumda aklımıza şu soru gelebilir: “Madem ki yurttaşların oylarıyla parlamenter dengelerin değişebileceğini savunuyorsunuz, bu durumda parlamento dışı bir mücadelenin önemine neden vurgu yapıyorsunuz?” Haklı ama eksik bir soru. Veya yanıtı iyi düşünülmeden yönlendirilmiş bir soru da diyebiliriz. Aslında parlamento dışı mücadelenin önemine değinirken tam da bu konunun yanıtını vermiş oluyoruz. Ve diyoruz ki; Madem ki parlamentonun dengelerini dahi yurttaşların oyları belirliyor, o halde o eğilimleri değiştirecek mücadele de parlamento dışında verilmelidir.

 

Ekonomi

Düşününüz ki, öyle bir ortamda yaşıyoruz ki, işsizlik yüzde otuzları geçmiş. Gençler arası işsizlik yüzde ellilerde. Enflasyon ortalama olarak en az yüzde ellilere ulaşmış. Kimi temel tüketim maddelerinde yüzde yüzelli, yüzde ikiyüzlere varan fiyat artışları var. İşçilerin Asgari Ücreti, Açlık Ücreti’ne dönüşmüş. Net Asgari Ücret 2.825,90 TL. Çok tavsiye edilen üç çocuklu, yani 5 kişilik bir ailenin bu ücretle geçinmesi mümkün değil. Kira, yakıt, elektrik, su çıktıktan sonra ailenin elinde kalan miktar en iyi ihtimalle 1.200,00 TL’dir. Yani 5 kişi için günde 40,00 TL. Memurlara yapılan zam yüzde 7,36 oranında. Enflasyonun en az yüzde kırklarda olduğu bir ülkede bu zam ne anlama gelir? SSK ve BAĞ-KUR emeklilerine yüzde 8,36 zam yapılırken, memur ve memur emeklilerine yüzde 4,36 enflasyon zammı yapılmasına karar verilmiş. Yazımızı matematik formülüne dönüştürmek istemiyoruz ama bu rakamlara bakarak durumu anlamaya çalışıyoruz.

Ekonomi ve insanların geçimi, bir toplumun içinde bulunduğu göstergelerin aynasıdır. Bu rakamlardan da nasıl bir sonuç çıktığını da yazmaya gerek yok. Her şey ortada. Onun için ülkenin her köşesinde işçiler ve emekçiler dağınık, irili ufaklı yüzlerce direniş ve hak alma mücadelesi sürdürüyorlar. Kısmen ve küçük kazanımlar elde edilse dahi, bütüne baktığımızda elde edilen sonuçlar tatmin edici değil. Kaldı ki, hak alma mücadelesi verenler çok küçük bir kitleyi ifade ediyor. Çoğunluk halen suskun.

Sendikalar üzerlerine düşen görevleri yerine getirmiyorlar. Basın toplantıları, açıklamalar, Meclis’teki partileri ve Bakanlıkları ziyaret dışında bir etkinlikleri maalesef yok. Bunun böyle olmasında bir yandan uzlaşmacı ve reformist yaklaşımın belirleyiciliği var. Bu uzlaşmacılık hak alma mücadeleleri için direnmenin önündeki en büyük engel. Diğer yandan da ülkede korkunç bir baskı, yasak ve sansür ortamı var. Rejim, toplumun gözünde kendi istediği gibi bir tablo çizecek olanaklara sahip. Tüm gazete, televizyon ve radyo kanalları Saray’dan yönlendiriliyor. Gazete manşetlerinin iktidarın sıkıştığı anlarda tüm gazetelerde bire bir aynı olmasının bir açıklaması olsa gerek.

İşçi ve emekçilerin en küçük hak arama mücadelesi anında orantısız bir polis terörü ile bastırılıyor. Yasaklanıyor, gaz sıkılıyor ve gözaltılar gerçekleşiyor. Yeni moda “ev hapsi” ile de gözaltına alınanlar elektronik kelepçe takılarak toplumdan soyutlanmaya çalışılıyor. Binlerce diri aktivist bu yöntemle mücadeleden uzak tutulmaya çalışılıyor.

Ekonomik sorunların, adını tam koyarsak geçim sorununun son bir yılda çok daha fazla zorlaşmasında COVİD-19 Pandemisi’nin belirleyici rolü var. İşçiler, emekçiler, yoksullar çok zor durumdalar. Milyonlar yoksulluk sınırlarını aşarak açlık sınırına geçti. Günlük yevmiye işlerinde güvencesiz ve kayıtsız çalışanlar aç. İşçi ve emekçilerin bu durumuna “ikinci dalga” olarak adlandırılan dönemde esnaf ve küçük işletme sahipleri de katıldı. Kira başta olmak üzere vergiler dahil tüm giderleri karşılamak durumundalarken hiç bir gelir elde edememe durumunu yaşıyorlar. Bu aylardır böyle sürüyor.

 

Demokrasi

Hukuk tamamen siyasi bir karakter almış vaziyette. Cumhurbaşkanı veya İçişleri Bakanı’nın bir söylemi anında savcılar tarafından suç duyurusu olarak kabul ediliyor ve soruşturmalar açılıyor. Binlerce insan henüz davaları görülmediği halde yıllardır tutuklu. Başta Selahattin Demirtaş olmak üzere HDP yöneticileri, halk tarafından seçilmiş Vekilleri ve Belediye Başkanları resmen esir olarak tutuluyor. Osman Kavala, Ahmet Altan gibi aydınlar, görüşlerine katılırız veya katılmayız, sadece Rejime karşı muhalif görüşler öne sürdükleri için yargılanmadan tutuklu bulunduruluyorlar. Mahkemeler beraat kararı veriyor, Rejim siyasi olarak müdahale ediyor ve tekrar tutuklanıyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin altında imzası bulunan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi doğrultusunda bağlayıcı karar alma yetkisine sahip olan mahkeme, AİHM karar alıyor ve Rejim bu kararları tanımıyor, uygulamıyor.

Bütün bunları uygulayabilmek için Rejim gücünü yine kendi hukuksuzluklarından alıyor. Düşününüz ki 7 Haziran 2015 Seçimleri iptal ediliyor ve yeniden baskı ve terör ortamında 1 Kasım 2015 seçimleri düzenleniyor. Veya, 2019 İstanbul Büyükşehir Belediye seçimleri tekrarlanmak zorunda kalınıyor, sadece Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi tekrarlanıyor. Aynı pusulada oy verilmiş olan ve aynı şekilde tekrarlanması gereken İlçe Belediye Başkanlıkları seçimleri tekrarlanmıyor. Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde fark Mart ayında 13 bin oy iken, Haziran’da tekrarlandığında 806 bin farka çıkıyor ve kimse İlçe Belediyelerinde neden yeniden seçim yapılmadı sorusunu sormuyor. Rejim de bu tepkisizlikten aldığı güçle haksız ve hukuksuz uygulamalarının dozunu her gün artırarak sürdürüyor.

HDP’nin 2019 Yerel Yönetim Seçimleri’nde kazandığı 65 Belediye Başkanlığından 61 tanesine kayyum atandı. Hiç bir Büyükşehir ve İl Belediyesi kalmadı. Ve bu konuda da kimse tepki göstermedi. Kuşkusuz ki tepki gösterilmesinde alınan “önlemlerin”, baskıların büyük rolü var. Ama sadece bu mudur?

Bu ülkede Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile bir dakikada yapılan bir değişiklikle yıllardır üniversite rektörleri Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor. Yine aynı nedenlerle buna itirazın sesi kısık idi. Ne zaman ki Boğaziçi Üniversitesi rektörü atandı, gençliğin ve öğretim görevlilerinin direnişi başladı. Bu direniş aynı anda tüm ülke üniversitelerini sardı. En demokratik basın açıklamaları dahi yasaklandı ve polisin orantısız saldırılarıyla engellenmeye çalışıldı.

Bırakalım tüm bunları. Ülkenin yarısına yakınına tekabül eden Kürt illerinde ordu “terörist avı” bahanesiyle köyleri basıyor, yaylaları, mezraları yasak bölge ilan ediyor, yerleşim birimlerini boşaltıp insanları zorla göçe zorluyor, dağ taş savaş jetleri ile gündüz gözüyle bombalanıyor, insanlar bundan fiziksel ve mental olarak zarar görüyor, çocuklar bu ortamda büyüyor ve ülkenin diğer kısmında bu gelişmeler karşısında kimsenin tepkisi olmuyor. Sansür nedeniyle gelişmeler ülke çapında bilinmiyor olabilir veya duyulsa da ne düzeyde insanlık dışı olduğu konusunda insanlarda bir fikir oluşmuyor da olabilir ama sonuçta ortada bir tepkisizlik mevcut.

Bütün bu sıraladıklarımız ekonomik, akademik ve sosyal sorunların yanısıra tümünün demokrasi sorununda düğümlendiğini ortaya koyuyor. Şimdi “nasıl bir demokrasi?” konusunda bir dizi polemik yapabiliriz. Bizim gibi sosyalist demokrasi savunucusu olanlar olduğu gibi, sıraladığımız bu olgular burjuva demokrasisi sınırlarını da patlattığı için, burjuva demokrasisini savunanları da halk demokrasisini savunanları da kapsamaktadır. Dolayısıyla karşımızda öncelikle en genel tanımıyla bir demokrasi sorunu olduğunu görüyoruz. Önce bu ortak paydada birleşerek var olan tepkisizliği aşmamız gerekiyor.

 

Engel Nedir?

Ülkede bu kadar sorun varken ve toplumun tüm işçi, köylü, emekçi kesimleri, işsizleri ve emeklileri dahil bu kötü gidişten etkilenirken, nasıl oluyor da itiraz yükselmiyor, direniş gelişmiyor? Hatta, daha önceki yazılarımızda çokça değindiğimiz için bu yazıda ele almadığımız, rejimin ülkenin tüm yer üstü ve yer altı zenginliklerini soyan, heba eden, satan pratiği karşısında, kamu malları ve mülklerinin yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekildiği koşullarda, 2013 yılından itibaren artık ayyuka çıkmış yolsuzluk ve soygun pratiklerinin bilindiği koşullarda, nasıl oluyor da bu rejime bu denli tolerans gösteriliyor? Dahası, ülkede bu sorunlar yaşanırken maddi kaynakların içeride ve dışarıda savaş bütçelerine ayrılmasına nasıl göz yumuluyor?

Bu soruların birden fazla yanıtı var. Önemli olduğunu düşündüklerimize değinelim.

Birincisi; Devlet, bu düzenin bu şekilde sürmesini garanti altına almak için kendi burjuva demokrasilerinin dahi son kırıntılarını askıya alarak, baskıcı, yasakçı ve totaliter bir yapıya kavuşmuştur. Bu yönetim biçimi ile de kendine yönelik muhalefeti bastırmaktadır. Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi olarak adlandırdıkları sistemi getirmelerinin nedeni budur. Bize göre bu bir “Tek Adam Yönetimi” değildir. Öyle gösterilmeye çalışılan ama özünde devletin bütününün uygulaması olan bir yönetim biçimidir. “Tek Adam” seslendiği yoksul ve dini hassasiyetleri kontrol altında tutmak için vitrine konmuş bir objedir.

İkincisi; Yönetim biçimi bu iken, içerik olarak ağırlığı milliyetçiliği ve dinsel hassasiyetleri kullanan bir yöntem uygulanmaktadır. Halkların ve hatta işçilerin, emekçilerin, köylülerin, tüm yoksulların ezici bir çoğunluğu milliyetçi ideolojinin etkisi altına alınmıştır. Buna ilaveten toplumun bu kesimlerinin dini hassasiyetleri istismar edilmektedir. Ülke muhtarlar ve imamlar vasıtasıyla, buna ek olarak kontrolleri altındaki öğretmenler ve kolluk kuvvetlerinin mensupları sayesinde en kılcal damarlarına kadar inilerek yönetilmektedir. Muhtarların çoğunluğu, imamların tümü ve öğretmenlerin bir kısmı ajanlaştırılmıştır. Alay konusu edilen, Saray’da defalarca düzenlenen “Muhtarlar Buluşmalarının” nedeni iyi anlaşılmak zorundadır. Aynı şekilde Diyanet İşleri Başkanlığına bir dizi bakanlıktan daha fazla bütçe ayrılmasının nedeni ve bir dizi Anadolu Lisesi ve düz lisenin İmam Hatip Liseleri niteliğine kavuşturulmuş olmasının anlamı belki şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Eğitimi bilinçli olarak ihmal eden, kültür alanında din kültürünün en yoz biçimlerini uygulayan bir rejim ile karşı karşıyayız. Ancak bu şekilde insanların ülkenin bu kadar derin sorunlarına ilgisiz kalmaları ve rejimin hukuksuzluklarını desteklemeleri sağlanabilir.

Üçüncüsü; Bu ülkede, özellikle parlamentoda HDP hariç bir muhalefetten söz etmek mümkün değildir. Ana muhalefet partisi olarak adlandırılan CHP devletin bileşeni bir partidir, burjuvazinin ve tekellerin partisidir. Bugün MHP destekli AKP Rejimi tarafında sürdürülen Cumhuriyet’in kuruluş kodlarını içeren “Tekçi” doktrinin yaratıcısı CHP’dir. Onun için bu CHP Meclis’te HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına olumlu oy verebiliyor, Suriye ve Irak savaş tezkerelerini destekliyor ve ülke nüfusunun üçte birine tekabül eden Kürt yurttaşların inkar edilmesi politikalarını onaylayabiliyor. Dolayısıyla işçi sınıfının, köylülerin, emekçilerin yoksulların karşısında sadece AKP ve MHP değil, CHP dahil bütün burjuva partileri vardır ve bu gerçek maalesef anlaşılamamaktadır. Ve bu CHP, DİSK’ten, KESK’e, TMMOB’dan TTB’ne kadar bir dizi aslında radikal muhalefet yapması beklenen demokratik örgütlerin içine ideolojik ve kadrosal olarak sızmış durumdadır.

Dördüncüsü; Bu ülkede 1920 Anayasası ile tanınan, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılan, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin özneleri olan Kürtler, Aleviler ve Müslümanlar vardır. En başta Kürtler inkar edilmekte, ancak devletin istediği sınırlar içinde davranırlarsa tanınmakta, aksi taktirde “teröristlikle” ve bölücülükle suçlanmaktadırlar. Binlerce köyün yakılıp boşaltılması, o köylerin sakinlerinin “terörist” olmalarından mı yoksa Kürt olmalarından mı kaynaklanmıştır? Aleviler bu topraklarda zorla sünnileştirilmeye çalışılan, bunu kabul etmeyenlerin de ehlileştirilmeye çalışıldığı bir toplumsal kesimdir. İkisine de boyun eğmeyenler ise “teröristtir”. Sünni ve Hanefi mezhebine mensup olmayan Müslümanlar da her zaman içlerinde tehlike potansiyeli barındıran canlı bombadır. Devlet böyle bakıyor. Onun için Diyanet’e Şafi köylerine, Alevi köylerine, Caferi köylerine camiler yaptırıyor. Ermeni ve Rum nüfusunun zorla İslamlaştırıldığı bölge ve illerde aşırı bir milliyetçilik ve İslami dini propaganda söz konusudur. Bu yurttaşlar 500 yıldır ve somut olarak da son 100 yıldır zorla asimile edilen ve ürkütülüp sindirilmiş toplum kesimleridir. Bu pratik de CHP’nin tek parti döneminin mirasıdır. Ermeni, Süryani, Asuri-Nasturi, Keldani, Rum ve bir dizi daha dinsel azınlığa, Lazlar, Gürcüler, Çerkesler, Arnavutlar, Boşnaklar ve diğer ulusal azınlıklara tahammülleri yoktur. Halbuki asıl bölücülüğün devletin “tekçi” doktrininden kaynaklandığı ve tüm milliyetlerden, din ve mezheplerden kitlelerin ulusal ve dinsel özellik ve bilinçlerini koruyup geliştirmeleri yanında sınıfsal anlamda işbirlikçi tekelci burjuvazinin düzenine karşı yönelmeleri, direnmeleri, mücadele etmeleri geliştirilmelidir. Kürt devrimci demokratik özgürlük mücadelesi ile Türkiye işçi sınıfının ve diğer halkların devrimci mücadelesi birlikte yükselmediği sürece bu zaaf rejim tarafından kullanılmaktadır.

Beşincisi; Bugün yaşadığımız toplumsal sorunların temelini oluşturan ülkenin emperyalizme bağımlılığı, kapitalist yolu seçmesi, “tekçi” anlayışın yerleştirilmesi AKP ile başlayan bir süreç değildir. Kürt halkı AKP iktidarı döneminde inkar edilmeye başlanmamıştır. Alevi toplumunun asimile edilmeye çalışılması son yirmi yılın pratiği değildir. Bu süreç Mustafa Kemal’in başlattığı bir süreçtir. Bu gerçek anlaşılmadan sanki AKP iktidarı “Cumhuriyet’in değerlerini yok etmektedir” tarzında yaklaşımlar sorunun kaynağını gizlemeye yöneliktir. Bilince çıkarılması gereken ve hesaplaşılması gereken konu budur. KİT’lerin zamanında CHP tarafından kurulmuş olması, onların bugün satılması buna karşı argümanlar değildir. Öyle olsa CHP her şekilde bu pratiği engellemeliydi. Ülkeyi ayağa kaldırıp AKP’nin başına geçirmesi gerekirdi. Ama onların böyle bir amaçları ve niyetleri hiç bir zaman olmadı. Bu konuları sadece sanki muhalefet ediyormuş gibi propaganda alanında kullandılar. Sonuç ortada. Erdoğan; “Allah bütün dünya ülkelerinin iktidarlarına CHP gibi bir muhalefet bahşetsin” diyebilmektedir.

Altıncısı; İşçi sınıfının politik örgütü yaşadığı 12 Eylül saldırısı ve akabinde karşı karşıya kaldığı tasfiye sürecinden sonra, tekrar toparlanma ve örgütlenme sürecine girdiği halde, henüz tam anlamıyla sınıf mücadelesinde üstlenmesi gereken öncü rolü üstlenememiştir. Bu konuda eksikliklerini giderme gereksinimi birincil önemdedir.

Buradan da anlaşılıyor ki, 12 Eylül faşist rejimi ne kadar zarar verdiyse, işçi sınıfının politik örgütünü tasfiye girişiminde bulunanlar da sınıf mücadelesine en az o kadar zarar vermişlerdir. Bu konunun da bir kenara not edilmesi gerekmektedir. “Dostlar alışverişte görsün” mantığıyla sözde Kürt devrimci demokratik hareketine destek olma, burjuva liberal demokrat söylemler içinde toplumsal olayları yorumlama çabası, zevatı kurtarmaya yetmez. Düşününüz ki bugün 1977-78-79 senelerinde olduğu gibi bir TKP, siyaset pratiğinde, sınıf savaşımında yerini almış olsaydı, devletin uyguladığı baskı ve teröre karşı durum farklı olurdu. Bu boşluğu bugün hangi adı taşırsa taşısın hiç bir “sol” örgütlenme ve parti kapatamamıştır ve ihtiyaç o gücün tekrar oluşturulması yönündedir. Devletin, TKP adını kontrol edebileceği bir kısım unsurların eline teslim etmesi, TKP’nin üstleneceği gerçek işlevi engellemek içindir. TC Devletinin geleneğinde sahte “TKP”’ler kurma özelliği 1920 yılında da vardı, bugün de aynen devam etmektedir.

 

Çözüm

Buraya kadar ele aldığımız tüm sorunların aşılması, ülkenin tüm barış, demokrasi, emek, bağımsızlık ve özgürlük güçlerinin ilk aşamada bir Demokrasi Cephesi çerçevesinde bir araya gelmeleri ve mücadeleyi yükseltmeleri ile mümkün olacaktır. Devletin ve iktidarın nesnel anlamda kendi bindikleri dalı kestikleri gerçeği bu durumun değişmesi için yeterli değildir. Görüldüğü gibi, devlet ve iktidar her tür önlemini alarak ömrünü uzatmaya çalışmaktadır.

Karl Marx ve Friedrich Engels geçtiğimiz günlerde yayımlanmasının 173’ncü yıl dönümünü karşıladığımız Komünist Parti Manifestosu’nda “burjuvazi kendi mezar kazıcılarını yaratıyor” tespitini yapmıştır ve bu özne de proletaryadır. Bu mücadelede proletaryanın öncü (avangard) politik örgütü belirleyici bir rol oynayacaktır. O açıdan “altıncısı” olarak aldığımız notu belirleyici bir faktör olarak görmek durumundayız. Gerek demokrasi mücadelesi açısından, gerekse de işçi sınıfının (proletaryanın) tarihsel misyonu olan Sosyalizm’e ulaşmak için sürdürülecek sınıf mücadelesi açısından Mustafa Suphi ve yoldaşlarının kurduğu Türkiye Komünist Partisi-TKP’nin savaş gücü, niteliği ve niceliği belirleyici önemdedir. Katledilmelerinin 100’cü yıldönümünde Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Kemalist devlet tarafından neden katledildiklerini şimdi daha iyi anlayabiliyor muyuz? Anlıyorsak görüşlerimizi ve pratiğimizi ona göre şekillendirmeliyiz.


Konuyla ilişkili diğer makaleler