İslam’da Ganimet, Şehitlik ve Cennet
“...Kıyıda kendini bir odun yığınında yaktı ve çok renkli kuşlar yükseldi küllerinden, Ruhu Sabah Yıldızı oldu.” (1)
Bedir Savaşı’ndaki az sayıda Medineli Müslüman’ın Mekkeli Kureyşlileri ağır bir yenilgiye uğratması üzerine Muhammed’in, “Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihat için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter.” ayetinin (Hacc Suresi, 39) geldiğini açıklaması ve bunun kendisini daha sonraki savaşlar için de bağladığını düşünememiş olması tabii ki imkânsız. Nitekim kısa bir süre sonra, Bedir Savaşı’ndaki yenilgilerin intikamını almak isteyecek olan Kureyşlilerle Uhud Dağı’nın eteklerinde giriştikleri savaşta işler, Peygamber’in ve arkadaşlarının bekledikleri gibi gitmemişti (ve ağır bir yenilgiye uğradılar).
Bedeli onlarca kayıp ve yaralı olan bu savaşın sorumluluğu, savaşa komuta eden Peygambere yüklendi. Yenilginin sebebi belli olduğu halde, Muhammed’in askerleri muhtemelen, “Bedir Savaşı’nda yanlarında olan Allah’ın, Uhud Savaşı’nda neden Hıristiyanların tarafına geçtiğini” sordular. Allah’ın ayeti bu duruma açıklık getirir: “Bedir’de iki katını düşmanınızın başına getirdiğimiz bir bela Uhud’da kendi başınıza geldiği için mi, ‘Bu nasıl oluyor?’ dediniz. Sen de: ‘Bu yenilgi, yerleştirildiğiniz savunma mevziini bırakmanızdan, peygamberin görüşüne aykırı davranmanızdan, Bedir esirlerini fidye karşılığı salıvermenizden, kendi kusurunuzdan kaynaklanmaktadır. Her şeye hakkıyla güç yetirendir.” (Âl-i İmran-165)
Medine’ye göç etmiş sahabenin şikâyetlerini -görülen o ki- yukarıdaki ayet de yatıştırmamıştır. Verilen kayıpların çokluğu, Muhammed’in etrafındaki az sayıda sahabenin güvenini azaltmış ve -bir anlamda- yeni peygamberin karizması zarar görmüştür. Ancak Allah bir kez daha duruma el koyar ve Bakara Suresi’nin 154. ayeti iner: “Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Onlar diridir ama siz anlamazsınız.” (2)
Uhud Savaşı’nın ağır kayıplarının, Mekke’den Medine’ye Peygamberle birlikte göç edenler arasında derin bir travma yaratmamış olması düşünülemez. Savaşta ölenlerin yakınları da hiç olmazsa bir türlü dağıtılmayan savaş ganimetinden pay almak istiyordu.
Ölenlerin yakınları ve silah arkadaşları, Enfâl Suresi 1. ayetinin, “Ey Muhammed! Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: Ganimetler, Allah’a ve Resûlüne aittir. O halde, eğer mü’minler iseniz, Allah’a karşı gelmekten sakının (Peygamberle), aranızı düzeltin, Allah ve Resûlüne itaat edin.” açık hükmüne rağmen, Bedir Savaşı’nda elde edilen malların sadece, “Allah’ın ve Muhammed’in hakkı olduğu hükmü”ne itirazlarının ardı arkası kesilmedi.
“Bedr’in Aslanları”nın(3) Mehmet Akif’in yücelttiği kadar İslam’a ve onun peygamberine bağlı olmadığını görebiliyoruz. Enfâl Suresi 1’de, savaşta elde edilen ganimetlerin tamamının, “Allah’ın ve O’nun peygamberinin” olduğu açıklanırken, Peygamber’in silah arkadaşlarının bu bölüşümü adil bulmamaları üzerine, ard arda inen ayetler; ama özellikle, “Eğer Allah’a ve iki ordunun karşılaştığı gün, Furkan günü kulumuza indirdiğimiz şeye inandıysanız, ganimet olarak bir şey aldığınız zaman artık onun beşte birinin muhakkak ki Allah’ın ve Resûl’ün ve yakınlarının ve yetimlerin ve miskinlerin ve yolculukta olanların olduğunu biliniz. Ve Allah, her şeye kadirdir.” Hükmündeki Enfâl Suresi 41. ayet, ganimetin daha adil paylaşılacağı konusunda açıklama getirerek, “şehitlik” vaatlerini ganimet paylaşımındaki yeni düzenlemeyle Peygamber’in otoritesini yeniden güçlendirdiğini anlaşılıyor.
El Ezher çıkışlı bir teolog olduğu halde, ömrünü neredeyse Kur’an’daki ‘şahit’ kelimesinin anlam genişlemesi yoluyla ‘şehit’liğe dönüştürüldüğünü anlatmaya çalışmak ve bu yanlışlığa son vermek için harcayan ünlü müfessir Mustafa İslamoğlu, “Vahyin inşa ettiği bir tasavvurda, ‘şehit olmak’ ile ölmek arasında zorunlu bir bağlantı yoktur. Böyle bir bağlantı, vahyin inişinden en az yüz yıl sonra ortaya çıkan rivayet kültürünün inşa ettiği akıl için geçerlidir. Vahye göre, ‘şehit olmak’la “yaşamak” arasında zorunlu bir bağlantı vardır. Kim hangi yolda yaşarsa o yolda ölür. Allah yolunda yaşayanlar, Allah yolunda ölürler. İsterse ölüm onları sıcak yataklarında gelip bulsun. Kur’an’da geçen bir ismi de ‘şehit’ olan Allah şahittir ki, Muhammed Aleyhisselam ‘şehit’tir. Ona şehit diyen bizzat Allah’tır.” der.
Der ama Kur’an’da tek kelimesi yer almayan bir “şehitlik” kavramı da ne yazık ki üretme şevki azalmadan devam eder. Suyuti’den Gazali’ye, Gazali’den Tirmizi’ye ve Tirmizi’den Buhari’ye, konstrükte edile edile gelir; âdeta tamamının kaynağı güvenli olmayan hadislere dayanarak, İslamoğlu’nun dediği gibi “rivayeti” referans alan bir “şehitlik” paradigması oluşturulmuştur.
Hadis bilginlerinin İslam eskatolojisindeki “şehitlik” kavramı kadar üzerinde ittifak etmelerinin zor olduğu bir başka konu da -hiç tartışmasız- şehitliğin bir ödülü olarak gösterilen “Cennet”’ kavramıdır. Şekli şemaili, ağaç gölgelerinin uzunluğu, şarap akan nehirleri ve hurileri ve gılmanları ile Kur’an’da yok denecek kadar az tanımlanmış olan şehitlerin son durakları olan “Cennet” ve onun güzellikleri, mübalağa ve cinsel fantezi örnekleriyle âdeta açık artırmaya çıkarılmıştır.
Es-Saffat, “Huriler gün yüzü görmemiş yumurta gibi bembeyazdır.” diye tanımlamaktadır. El-Gazali ve Eşari gibi teologlar, cennetteki cinsel hazlar ve cenneti “alım veya satımın olmadığı... ama isteyen erkeğin, istediği kadınla hemen ilişkiye girebileceği” huri pazarı olarak tanımlayan hadislerden bahseder.
El-Suyutî, daima bakire olan bu kızların, istek uyandıran cinsel organları olacak, demektedir. Sahihi Buhari’de ve Sahihi Muslim’de de “hurilerin son derece güzel, vücutlarının letafetinden kemik iliklerinin bile rahatça görülebilecek denli narin” olduğundan bahsedilmekte ve “inananların onları ziyaret edecekleri” aktarılmaktadır.
Hiçbirine Kur’an ayetlerinde rastlamazsınız... Bir kelimesinin bile değişmediği sıklıkla tekrarlanan Kur’an ayetleri dururken, “şehitlik” gibi hayati bir kavramın sadece kaynağı şüpheli hadislere dayandırılması ve “hadis” adı altında İslami eğitimde elden ele dolaştırılan bilgi kirliliğinin sebebi de bir eğitim kurumundan çok, Amerikancı-statükocu bir İslam yaratmayı amaç edinen “El-Ezher” üniversitesidir. İslam’ın ortaya çıkmasıyla beraber, “şehitlik” kavramı da İslami kültüre “balıklama dalar”.
Gerek Âl-i İmran gerekse Bakara suresinde çok az ama diğer surelerde hiç yer almayan “şehitlik” kavramı, İslam’ın devletleştiği ya da devletin İslamlaştığı bütün siyasal yapılanmalarda, servet sahiplerinin ya da onların çıkarları için oluşturulan orduların içinde yoksul insanların kendilerine ait olmayan bir savaşa kolayca göndermelerinin kârlı bir enstrümanı olmuştur.
Şehitlik, Osmanlı’nın kuruluşundan günümüze uzanan siyasal süreçte az ya da çok ama kesintisiz biçimde feodal sultanların, kapitalist silah baronlarının, ikbal peşinde koşan muhteris generallerin kirli çıkarlarını saklayarak emekçileri savaşa gönderdikleri bir tuzaktır.
İstanbul’un Düşmesi ve Şehitlik Kurguları
Şehitliğin, Arap ordularından Osmanlı devlet aygıtına bir yönetim hilesi olarak bulaşması; İstanbul’un fethinde, -İstanbul halkının Fatih ve onun ordusuna gösterdiği kahramanca direnişin Osmanlı ordusunda yarattığı bozgun önlemek için düşünülen çarelerden biri olarak- surların dibinde sahabeden “şehit” Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin mezarının olduğu, Fatih’in hocası tarafından kulaklara üflenmesiyle olmuştu.
Fatih’in şeyhi ve hocası Molla Gürâni, Eyüp Sultan Hazretleri’nin mezar yerini de rüyasında görmüştür ama kazılan her yerden nedense Hıristiyan mezarlar çıkmaktadır! Sonunda bir Hıristiyan azize ait olduğu söylenen bir mezar taşı bulunur (Bizans azizlerinin mezarlarının bulunduğu “Kozmodion” adı verilen bölgede) ve buranın geceleri parlayan bir nur yaydığı söylenip Eyüp Sultan’ın mezarı olduğu iddia edilir. Üsküdar’dan İstanbul’a geçtiğine dair hiçbir belge, hiçbir fetihname, gazaname ve doğrulayıcı başka bir kaynak olmadan, Eyüp Hazretleri için ölümünden yedi yüz sene sonra bir mezar yapılır. (4)
Çandarlı fitnesinden mi yoksa uzayan savaş nedeniyle Fatih-Molla Gürâni ikilisinin asker üzerindeki otoritesinin yavaş yavaş kaybolmaya başlamasından mı bilinmez... Yağmaya ve ganimete susamış asker arasında bu efsanenin fazla ciddiye alınmadığını, Padişah’ın son bir çare olarak 28 Mayıs günü yani İstanbul düşmeden bir gün evvel, asker önünde Allah ve onun gönderdiği 24 bin peygamber adına yemin ederek yağmayı serbest bırakmasından anlayabiliyoruz.
Padişah, yasaya göre kendisine ait olması gereken “ganimet” hakkından fedakârlık etmiştir; tıpkı, Peygamber’in Uhud Savaşı’ndaki fedakârlığı gibi. Yeter ki şehir düşsün; ancak, Fatih’in bir küçük şartı da yok değildir: “Şehrin binaları kendisinin olacaktır.”
Şehri almak için İstanbul’un surlarının önünde -savaşın ilk günlerinde- “boş mu dolu mu” olduğu hâlâ tartışılan hendeklerin içini doldurmuş olan parçalanmış Azap cesetlerinin nasıl ve nerede defnedildiği, tarihçileri ve ihtimal Bizans’ın yeni imparatoru (!) Fatih’i pek ilgilendirmemiştir. Ancak şehrin –Ayasofya dahil- neredeyse bütün mallarının Fatih Vakfiyesi’ne kaydedildiğini tarihçiler detaylarıyla anlatır.
Fetih’ten II. Mahmut dönemine geçen bu uzun süreçte, askerin motivasyonunun –dini müzik, “şehitlik”, ganimet ve evliya menkıbeleri üzerine inşa edilse bile- Roma İmparatorluğu’ndan aynen alınan Tımarlı sistemin paralı askerliğinin ve ganimet paylaşımının somut ve dünyevi bir çıkar ilişkisi üzerinde yürüdüğünü biliyoruz.
1453-1915 arasında ağalığın, devletin ve jandarmanın zulmüne karşı ölenler için yazılmış onlarca destan, öykü, ağıt varken, sonradan askeri darbelerin müzikal altyapısını oluşturan “Genç Osman” destanı dışında pek dişe dokunur bir şehit destanına rastlanmaz. Ölenlerin para ve yağmadan paylarına düşebilecek ganimetler uğruna öldükleri algısı ortak bir kabuldür ve çok özel bir durum olmazsa onları kimse kolay kolay “şehit” ilan edip, kollarını açıp kendilerini bekleyen “hurilerin” yanına göndermez.
İmparatorluğun ilerleyen yıllarında yapılan reformlarda, ihtimaldir ki delik deşik Osmanlı hazinesinden bir de “ganimet” dağıtmamak için zorba ordunun adını kutsamak üzere, ll. Mahmut, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı lağvedip yerine ‘Asakir-i Mansure-i Muhammediye’ye “Peygamber Ocağı” (5) adını yakıştırarak, “şehitlik”i savaş ve yağma üzerine oturtulmuş bir devletin mühimmatlarından biri yapmıştır. Böylece, ölenler kendi hesabına bir riske giriyorlar ve kendilerine, Osmanlı devleti tarafından ölerek cennete gitme ve hayatının geri kalanını “huriler”in arasında geçirme fırsatı verildiği için bir de ganimetten pay almaya ihtiyaçları kalmıyor.
“Birinci Dünya Paylaşım Savaşı”na kadar bıyıklarını emir aldıkları Batılı imparatorlarının bıyıklarına benzeterek durumu idare eden Osmanlı sultanları ve paşaları, 1. Dünya Savaşı’nda baltayı taşa vurdu... İki emperyalist ülkenin dünyayı paylaşmak için boğazlaşmasında, ölenleri şehitleştirerek yapılan kırımı örtme fırsatı Mehmet Akif’in olmuştur. Savaştan iki bin kilometre uzakta hayali bir savaş kurgusu yaratan Akif, Çanakkale Şehitleri adlı destansı şiirinde, “Bir hilal uğruna ne güneşler batıyor” mısraını ayrı tutarsak, Türk edebiyatında hiçbir zaman olmadığı kadar derinlemesine bir ölüm ve şehitlik kutsaması yapar. (6)
Mehmet Akif de kendisini, başkalarının evlatlarını şehitliğe özendirme misyonundan koruyamamıştır. (Akif’in çocuklarının da savaştan-şehitlikten uzak bir hayat yaşadıklarını biliyoruz.) Akif, feodal Osmanlı hanedanlığından bıkmadan kendisinin bir “cumhuriyet” olduğunu iddia eden Kemalist rejime dönüşümünün nasıl yumuşak ve sorunsuz olduğunun bir başka açıdan da tipik bir örneğidir. Osmanlının “Çanakkale Destanı”nı yazan Akif, Cumhuriyet’in İstiklal Marşı’nı da aynı gerici ruh hali içinde kaleme almıştır.
Cumhuriyet ve Bir NATO Projesi Olarak Şehitlik
Ulus devletler bütün görkemli, kutsal ve parlak sembollerine karşın, halklar ve diller arasına konan şiddet dolu yapay sınırlarla ve halklara bedeli onlarca yıl ödetilen “borçlarla” kurulmuştur. Kuruluş anında harcanan paralara, yapılan kitlesel katliamlar ve etnik temizliklere bakarak, ulusal devletin en azından iddia edildiği gibi toplumun bütün sınıfları için rasyonel ve meşru bir zemin yarattığını söyleyen Jürgen Alsaesser’den daha çok Karl W. Deutsch’un, “Ulus atalarına dair ortak bir yanılgıyla komşularına dair ortak bir düşmanlığın birleştirdiği insanlar topluluğudur...” sözüne itibar etmek daha doğru olur.
Burjuvazinin bir ulus inşa etme çabaları, yapay farklılıklar ve kültürel mesafeler var etme zanaatıdır. Böylesine zorlama bir mühendisliğin sadece gerçekçi ve rasyonel metinler üzerine kurulmasının zorluğunu teslim etmek gerekir. Yalanlar bir bir ortaya çıktıkça çok gülünç durumlara düşülse de bir dizi hayali senaryo, abartma, çarpıtma, yalanla ve tarih dersleriyle yıllarca zihinlere nakşedilmesi gerekir. Cumhuriyet’in ilk dönemleri eğitimde ve kültürde her ne kadar ırkçı ve kafatasçı bir yol izlenmişse de, Türk eğitim sisteminde, II. Dünya Savaşı ertesine kadar, “cihatçı-şehitçi” retorikler pek kullanılmaz. Cumhuriyet’in ikonografisine girmeyi başaran sanat eserleri, tematik olarak genelde -konuları belki de Sovyet devriminin etkisiyle- “kuruluş yıllarının köylü kahramanları” olmuştur. İlk dönem resim sanatında, ülke için ölenler değil inşa için çalışanlar kutsanmıştır. İhap Hulusi (Görey), Hikmet Onat, İbrahim Çallı, Nazmi Ziya Güral, Namık İsmail, Şeref Akdik, Zeki Kocamemi, Ali Avni Çelebi, Malik Aksel gibi sanatçıların eserlerindeki bir iki iddiasız militarist etkiyi saymazsak ölümü kutsayan, şehitliği yücelten ve çığlık çığlığa yükselen ırkçı etkiler bulmak zordur. Tersine, bu tablolar savaşta çekilen sıkıntıları, savaşın trajik yüzünü anlatan insani endişeleri taşırlar ve bu yanlarıyla olumludurlar. Ancak edebiyat ve sinema alanında aynı şeyi söylemek zordur. Bu devlet için “şehit” olma opyumunun çubuğu, Ömer Seyfettin’den Turgut Özakman’a kuşaktan kuşağa aktarılıp ulusçu extase’nin zirvesine ulaştırılmıştır. Eserler “Çılgın Türklere” ait kontrgerilla yalanıyla doludur; sosyalizme yakın olarak bilinen, sinema ve tiyatro eğitimini Moskova’da almış Muhsin Ertuğrul bile ilk filmlerinin tamamında “şehitlik” metaforunu bol bol kullanmıştır.
Cumhuriyet’in Çanakkale şehitliklerini keşfi 1950’li yıllara, yani “Soğuk Savaş”ın başlangıç dönemine rastlar. 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmes’ine kadar İngiliz ve müttefiklerinin Türklere yasakladığı şehitlikler; ancak 1936’dan sonra Türklerin ziyaretine açılmıştır. 1950’de iktidara gelen DP, yeni NATO projesi çerçevesinde, şehitliklerin bulunduğu bölgelerdeki tel örgüleri kaldırıp anıtlar dikmiştir. İslam, şehitlik ve kutsal devlet, siyasetin retoriğine böylece perçinlenmiştir.
1912 “Balkan Bozgunu”ndan sonra, İttihat ve Terakki Partisi bir süre Fetih sırasında surlara bayrak diken bir babayiğit tiplemesini kullandıysa da surlara ilk bayrak diken bu yiğidin adının Ulubatlı Hasan değil, “Karıştıran Süleyman” (7) adlı bir bey olduğu artık tarihçilerin çoğu tarafından kabul edilen bir konudur. “Ulubatlı Hasan” şehit metaforu ancak –ve esaslı bir paradigma olarak- Türkiye’nin NATO’ya girmesinden sonra şekillenmiş ve hayat bulmuştur; yani, 1950’li yıllarda... Her ne kadar 1920-1950 arasında her türlü muhalefet, “Atalarımızın kanı ile sulanmış bu topraklar” edebiyatı ile susturulmak istenmişse de ayrıca öne çıkarılan, süblime edilen bir şehit figürüne -muhtemelen kendilerini gölgeleyebilir endişesiyle- Cumhuriyet’in elitleri izin vermemişlerdir.
Eğitim Kurumları ve Android Şehitler
Her yıl bir dizi uyduruk ve ilkel mizansen ile fetih kutlamaları yapan Fetih Derneği de NATO projesinin bir parçasıdır. Türkiye’nin NATO’ya kabulü de yoksul köylü taburlarının Kore’de iç savaşta ölen “şehitlerimiz”in çokluğuna bakılarak gerçekleşmedi mi? TC’nin binlerce işe yaramaz, ipsiz-sapsız bakanı, milletvekili işte hep bu görev için vardır. Milyonluk bir ordunun yoksul köylü ve emekçi kökenli evlatlarını, ABD ve diğer emperyalist güçlerin çıkarları için eğitmek, uyutmak ve bunun “Milli Bir Dava” olduğuna halkı ikna etmek varlık nedenleridir. Yaptıkları en iyi iş, “şehit tabutu” başında nutuk atmaktır. Asli görevleri budur, yaptıkları diğer işlerse sadece asıl görevlerini örtmek içindir.
O nedenle, “şehitlik” bir kutsal görev olarak şişirilip şişirilip okul kitaplarında ders olarak okutulur. En insani beyinler devletin ve savaş tacirlerinin yağma planları için yıkanır, sorgulamadan ölüme hazır “androidler” yetiştirilir. Burjuvazinin, devleti için hiç sorgulamadan görev yapacak ve gereğinde ölecek ve “tabutu al sancağa sarılacak” robot yetiştirme süreci çocuklukta başlar. “Çocuklukta oynanan oyunlardan, alınan oyuncaklardan, ilk ve orta öğretimde “asgari model olan bedensel uygulamalara, marşlara ve hatta ‘beden eğitimi’ derslerine kadar beden belleğinin oluşumuna dair nice örnek verilebilir. Bütün bu örnekler gösterir ki, kışkırtıcı bir biçimde toplumsal bedenlere işlenen ortak bir hafıza, arzuyu da aşkı da temsili beden üzerinden tanımlar. Bu doğrultuda en önemli ulusal fedakârlık ise “vatan için” şehit olmaktır. (8)
Militarizmin, şehitliğin eğitim kurumlarında nasıl işlendiğini mercek altına alabileceğimiz alanlar ne yazık ki sadece resmi kurumlar ve askerlik eğitimi gibi kamusal alanlarla sınırlıdır. Bunun dışında, paramiliter eğitim kamplarında, gizli-açık tarikat ve cemaat yurtlarında ve Ortadoğu ülkelerinin CIA patentli istihbarat örgütlerinin “android” yetiştiren gizli imalathanelerinde hangi yöntemlerle insanları ölüme götürecek psikolojik teknikler uyguladıklarını tam olarak bilebilmemiz imkânsızdır. İster hadislerle ister askeri eğitimlerle olsun, “cennete” şehit göndermeye çalışanların tek ortak yanı vardır: Başkasının çocuklarını ölüme göndermek!
Cumhuriyet Tarihi’nin siyasal tarih açısından en kirli kararlarından bir başkası da Kore Savaşı’dır. Yeni iktidara gelmiş DP’nin NATO’ya girmek için Kore’ye asker gönderme kararı, Birleşmiş Milletler kararı ile perdelenmiş ve ABD’nin Uzakdoğu çıkarları için yaklaşık yedi yüz “şehit” verilmiştir. Türk basınında, Noel’de Kore’deki Türk askerlerini ziyaret eden Marilyn Monroe’nun fotoğrafları yayımlanırken, cephedeki askerlerimiz baskın üzerine baskın yiyor, ağır kayıplar veriyordu. NATO’ya girmek uğruna, yedi yüz ölüme ilaveten -resmi rakamlara göre- 2500 de yaralı... Türkiye’nin bu kadar kaybı neden ve kim için verdiği bir türlü halka anlatılmadan magazin haberleriyle geçiştirilmiş, cephenin bu başarısız komutanı Namık Argüç, İstanbul’da 1. Ordu komutanı yapılarak ödüllendirilmiştir.
Aynı tarihlerde ülkedeki namuslu insanlar, savaş karşıtları barış için harekete geçmişlerdi. Türkiye Komünist Partisi bu savaşa açıkça karşı çıktı, Türkiyeli emekçilerin emperyalist ülkelerin çıkarlarını savunmak üzere binlerce kilometre uzaklıkta hiç tanımadıkları, tarafı olmadıkları bir ülkede kanlarının dökülmesini mahkûm etti. Partiye yakın aydınların kurduğu Barışseverler Cemiyeti, sadece açıklamalarla değil, başını Behice Boran’ın çektiği bir grup aydın, 25 Temmuz tarihinde İstanbul’da savaş karşıtı bildiriler dağıttı. Cemiyet’in önde gelen yöneticileri Amerikancı DP hükümetinin emriyle, güvenlik güçleri tarafından tutuklanır.
Kıbrıs savaşı da yakın dönemin bir başka komuta beceriksizliği örneği ile yakın tarihin sayfalarına girecektir. Bir savaş kapıya dayanınca, ülkeyi savunmak üzere ülke bütçesinden ayrılan milyarlarca doların, savaş gerçekten kapıya dayandığında hiçbir işe yaramadığının en güzel örneğidir. Türk jetleri, kendi deniz kuvvetlerine ait üç savaş gemisinden birisini batırıp, diğerlerini de orta derece hasarlı bombalayarak 57 askerimizin “şehit” olmasına yol açtı. Genelkurmay, bu beceriksizliğini üç yıl boyunca “devlet sırrı” sayarak halktan gizledi. “Türkiye Türklerindir” gazetesi, bu haberi, “Kahpe Rumlar gemilerimizi vurdu” şeklinde büyük bir yalan manşetle verdi. Ordusuz bir ülkeye yapılan çok başarılı (!) askeri harekâtın komutanlık hatasının “şehitleri”, milliyetçi histeri içinde unutturuldu gitti...
Başından beri şehitliğin, emperyal çıkarlar için gerekli yüksek motivasyon ya da zorda kalmış bir ordunun askerine moral vermek üzere kullandığı bir metafor olması kadar; savaşta ortaya çıkan öfkenin savaştan çıkarı olan hâkim sınıflara yönelmesinin engellenmesi, savaşın, savaşan insanlarda yarattığı tahribatı kutsal bir misyonla sislendirmek ve karmaşık araçlarla göz boyamak üzere kullanılması bir sır değildir. Şehitlik, Osmanlı-Cumhuriyet devlet geleneği içinde kesintisiz ama gittikçe karmaşıklaşan, sivil ve askeri alanda çok yaygın ve örtülü bir mekanizma ile yürütülmektedir.
Silah üreten kapitalistlerin, silah ticareti yapan baronların, silah komisyoncusu siyasi parti liderleri ve ikbal peşinde koşan yüksek rütbeli muhteris komutanların, kârlı savaş çıkarları için kendilerini kısa yoldan “hurilerin kucağına” atabileceğine inanan müminlere ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç, tarikat okullarında yıllardır “cihatçı” kılığındaki CIA ajanlarınca karşılanmaktadır.
Afganistan’dan Irak’a uzanan sonsuz bir coğrafyada, yüzlerce İslamcı tarikatın cihatçı örgüt üyesi genç, “haçlılara karşı savaşıyorum” zannıyla bizzat haçlıların, yani emperyalist ülkelerin maşası haline getirilmiştir. Kocaman İslam coğrafyasında, ABD emperyalizmine karşı açıkça cephe alan veya savaşan “Allah rızası için” bir tane İslami örgütün bulunmaması tesadüf değildir; sebepleri daha derinlemesine sorgulanmalıdır.
İslam, özellikle siyasal İslam, bütünüyle ABD ve AB emperyalizminin kontrolünde yıllardır yeni bir enerji coğrafyası oluşturulmak üzere kullanılmaktadır. Bu coğrafyadaki bütün ilerici demokrat güçlerin ortak bir platformu, bilgi paylaşımı, dayanışma ve kardeşliği, İslam ülkeleri üzerinde oynanan bu “cihatçışeriatçı” oyunu bozmanın belki de cılız ama etkili bir başlangıcı olabilir.
_________________________________
1) Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Thomas A. Joice’dan Aktaran Joseph Campbell
2) “Bu ayet, Uhud günü o okçular ganimet elde etme arzusu ile mevzilerini terk edip de “Biz Allah Resulü’nün, “Kim bir şey alırsa o, onundur.” demesinden ve Bedir gününde yaptığı gibi, burada da ganimetleri taksim etmemesinden korkuyoruz.” dedikleri ve bunun üzerine Hz. Peygamber’in (sav), “Siz, bizim hainlik edip size ganimetten pay vermeyeceğimizi mi zannettiniz!” demesi üzerine nazil olmuştur.
3) M. Akif, Çanakkale Şehitleri şiirinde, Çanakkale’de ölenleri Bedir Savaşı’nda Muhammed’in yanında savaşan Müslümanlara benzetir. Bedr’in Aslanları ancak bu kadar şanlı idi. / Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın. / Gömelim seni tarihe desem sığmazsın.
4) “İstanbul kuşatması sırasında dört düşman gemisi Haliç’e gelerek yardım getirdi. İstanbul’da Rum halkı surlara çıkarak Türklere karşı gösteriler yaptı. Bizim asker arasında ümitsizlik doğdu; hatta bir kaynağımıza göre bazı askeri gruplar, bu işin sonu yok, diye kuşatmayı bırakıp gitmeye başladılar. Çok nazik bir durum vardı. O zaman Akşemseddin, Fatih’in şeyhi olup Hacıbayram tarikatındandır. Eyüp el-Ensari’nin mezarını bulmak için kolları sıvar. Akşemseddin, onun mezarını bulacağım, diyor. Moralin düştüğü bir anda -askere moral amacıyla- peygamber sahabesinden olan Eyüp’ün mezarını bulmak için padişahtan müsaade istiyor. Bugünkü Eyüp mevkiinde kazı yapıyorlar (orada zaten eskiden Bizans manastırları vardı) ve toprak altında yazılı bir mermer parçası buluyorlar. İşte mezar burası, diye orduya ilan ediyorlar. Askere savaş için yeni şevk, heyecan geliyor.” (Prof. Dr. Halil İnalcık, Tarihçilerin Kutbu s. 431)
5) Özgeci intihar - Şehitlik, Ayşe HÜR, Radikal.html
6) Özgeci intihar - Şehitlik, Ayşe HÜR, Radikal.html
7) Tevârih-i Âl-i Osman: “Evvelâ hisar-ı âli-mikdâra çıkan merhûm ve mağfûr babam Süleyman Bey idi. Sancağı eline alıp evc-i âsumâna (göklere) çıkarmış, onu gözleyen sâir beyler dahi ikdâm ve ihtimâm eyleyip surlara çıkdılar.” Aktaran: Feridun Emecen
8) Öl Dediler Öldüm, Haz. Serdar M. Değirmencioğlu, Bekir Düzcan, İletişim Yayınları, 2014
Yararlanılan Kaynaklar :
- Öl dediler Öldüm, Derleyen: Serdar M. Değirmencioğlu
- İhyau Ulumid Din, İmam Gazali, Bedir Yayınları
- Martyrdom In Islam, David Cook, Cambrıdge University Press, 2007
- Martyrium Zwischen Gewalt und Freiheit, Hüseyin İ. Çelik (Viyana -Üniversitesi Yayınları)
- Yahudi Halkı Nasıl İcad Edildi, Şloma Sand, Doğan Kitap, 2014
- Dinlerin Çarpışması, Jean Paul Roux, Kabalcı Yayıncılık, 2014
- Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Joseph Cambpell, Kabalcı Yayıncılık, 2014