Kara Güz ve Mart’ın Postalları 6 Mayıs - Deniz’lerin Katlinin Yıldönümü

Kara Güz ve Mart’ın Postalları 6 Mayıs - Deniz’lerin Katlinin Yıldönümü

Kimi zaman tarihe mektuplar yazarız...

Denizin kımıltısız çarşaf görünümü, ormanın ses vermeyen dinginliği umutları kapkara yalnızlığa hapseder. Bir ses ararız sonra, bir iz. “Neydi o günler” övünmesiyle ardımıza baktığımızda, geçmişle geleceğin arasındaki kopukluğu,  kısır boğuşmaların üretken olmayan çabalarında fark ederiz. Yaşamın bitimsiz, yükselerek kendini yeniden ürettiği devamlılığı, geçmişle geleceğin kopmaz bir sarmalla vazgeçilmez iki ucu olduğu yeniden kavrandığımızda, kanadı yaralı bir kuş olunsa da, uçmanın inancıyla can buluruz…

Gölgeli bulanık bakışlar, kavga geçmişini yok sayan noktadan, hormonlu imkanlarıyla kulaklara fısıldarken, köksüz kuru bir dal olduklarının farkındamıydılar…

Dal yalnız başına , kupkuru. Sert bir rüzgar önünde çaresiz… Tohum toprakta.. ‘Bir şafak vakti karanlığın kenarından, ağır ellerini toprağa bastırıp doğrulmaya hazır…’

Tarihe mektup yazmalı bazen… Hatırlamalı… ‘En bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettirmek’ için…

***

Sabahın dönüştürücü ışığını fark ettiğinde takıldı güneşin peşine.
Sonra hep ardından koştu.
Kara Tepe’nin sık ormanı ve dik yamaçlarını aşmaya çalışırken, kızıl rengiyle yeni biçimine dönüşmeye yüz tutan güneşe uzandı.
Önce sesi kısıldı, çığlık çığlığa söylenen ezgilere ayak uyduramadı, coşkuyla dans eden sıralardan koptu, öfkeli sesi yankılanmadı, ayaklarının feri düştü, mecali kalmadı…
Güneş bir süre Kara Tepe’nin doruğunda bekledi...
Kızıllaştı, mora döndü sonra…
Delikli ışıklar bırakarak karanlığa yenildi...

***

Marazanın Hamam; Kara Tepe’nin vadilerinde biriken suların, Hotul’dan Hizar’a doğru akan yamaçta oluşturduğu daracık derede küçücük bir şelaledir. Baharda eriyen karların suyu ile çoğalan bu minik şelalenin sesi, cılız pırnal çalılarının dalları üzerine konan kuşları bile ürkütmüyordu. Yazın ortalarına doğru azalan su, hızı yavaşlayarak kaynak sularının beslediği kadarıyla can bulur, Hızar’a ulaşarak serinlemek isteyen çocukların oluşturdukları Lom’u besler, Hızar çeşmesinin sularıyla biraz daha büyüyerek, Cambaz Amet’in bahçesinin altında Sidim Olukları ile yolu kesilir. Sonra daracık bir kanalla sola kıvrılır, Bostan Parçalığını geçer, kavisli kırların arasında yeşil kümeler oluşturarak, Erik Kulağı sırtlarına kadar ulaşırdı… Bu daracık yılan kıvrımlı kurşuni kanal, uzun yolculuğunda can verdiği meyve, sebze bahçelerine bazen paylaşımı kaynaklı küskünlükleri bıraksa da; yeni dostlukların, sık meyve tarlaları içinde gözden uzak aşkların tanığı da olmuştur.
Kanal boyunca çoğalan yeşilliğe hayvan güdücüleri sürülerini salar, akşamın mora dönüştüğü vakitte karınlarını sıkıca doyurmuş hayvanlarını bir geçit merasimi edasıyla ağır, memnun köye doğru yönlendirirlerdi.

Güdücü çocuklar yalnız kalmaktan korkuyordu. Hayvanlarını toplu halde tutuyor, birbirlerinden ayrılmamaya çaba gösteriyorlardı. Çurçur çeşmesinin yolundaki kuşburnu dikenleri, sık otlar ve iri ağaçlar arasında saklı yamaçtaki suyuna ulaşmak kimi zaman bu korku nedeniyle mümkün olmuyordu. Her ne kadar ürkütücü Hendek ve Tavşan Tepe bayırları kısa aralıklarla açık tarla alanlarına açılsa da, kafalarına yerleştirilen düşman, kaya ve ağaç diplerinde pusudaydı.
Nezir’de korkuyordu kırın ortasında yalnız kalmaktan. Hendeklik düzünün, ovaya bakan uçurumundan ardıçlık sırtlarına doğru her bakışında, korku ve huzursuzluk içinde büyüklerin anlattıklarını düşünüyordu. Orman ve kuytu köşeler karanlığın sınırıydı. Orada düşman gözlerin parıltılarını hissediyor, korkunun merakla çatışmasında kendine yol bulamıyordu… Bir masal gibiydi söylenenler… “Denizde Gezmiş bir zamanlar” diyordu annesi. Şimdi dağlarda dolaşıyormuş. İnsan ölçüleriyle tanımlanmayacak kadar iri, gözleri alev, saçı sakalı yüzünü kapatmış kapkara biri. Küçük bir cephanelik taşıyormuş üzerinde. Ay ışığında bir gölge gibi hızlıymış…

Nezir hayvanların ardından çalılığa her dalışında, korkunun göğsünü mengene gibi sıkan önlenemez baskısıyla soluk soluğa kendini zor atıyordu kanal boyuna. Bir adım ötede Hendek bayırının ağaçlık yamacı peri masallarının insanı kırk parçaya ayıran ülkesiydi sanki… Yaşamın hızla biçim değiştirdiğinin farkında olmadan; bu korkuyla günlerce kanal boyundan uzaklaşmadan hayvan sürülerinin kazıdığı çıplak toprakta dolandı durdu.
 

***

Mayıs yağmurları başladı. Sicim gibi ince ince, günlerce durmadı. Böyle durumlarda çamur nedeniyle sığırlar tarlalara salınmaz, orman içinde açık alanlara yönlendirilirdi. Güdücü çocuklar sabah erkenden küçük Kale altında buluşur, orada arkadaş gurupları oluşturarak kendilerine yön verirlerdi. Neşeli çığlıkları yepyeni doğan güneşe söylenen şarkı gibiydi… Nezir, Necip Çeşme’den geçip, koca Kale altına gider, kale altındaki alanda gününü geçirirdi. Orman ve kaya kovukları ilk zamanlar içindeki korkuyu büyütmüş, sonraları zorunlu güzergahı kanıksamışlardı.
 

Koca Kale, Necip Çeşme’den bakınca çam ve meşe ormanı içinden fışkıran iri bir kayadır. Uzansan değecekmişsin gibi gözükse de , önüne varmak zorlu bir çabayı gerektirir. Sık ağaç ve kaya aralarından geçerek kalenin önüne varıldığında üç beş metre yükseklikteki kovuklara tırmanmak gerekir. Kale mağaraları olarak bilinen bu esrarengiz kovuklar, on yıllardır mistik söylencelerin kaynağı olmuş; sonuçta yaz kış davarını önünden geçiren Kefadin Ağa’nın “gözlerimle gördüm” demesi üzerine bir ayı ailesinin kış uykusu için evi olduğu düşüncesinde birleşilmişti. Bu çevrede yaşayan herkes Koca Kale kovuklarında ayıların yaşadığına inanır, kalenin yanına yaklaşmaktan korkardı… Nezir;
“Bu mağaralarda insan da yaşar” diye düşündü. Sessiz, temkinli bir uzaklıkla kale kovuklarına farklı gözle bakmaya başladı.
 

***

İlkokul birinci sınıfı Eğitmen’de okumuştu Nezir. Kısa bir kursla, ilkokul birinci sınıfı okutmakla sınırlı, öğretmen okulunu bitirmemiş öğretmenlerdi eğitmenler. Yeterli öğretmen sayısına ulaşıncaya kadar eğitmenler varlığını sürdürdü… Talih eğitmen ilkokul mezunu olmasına rağmen bilgili, disiplinli, çevresinde sözü dinlenen biriydi. Ülkemizde yaşananları daha farklı anlatıyordu. Konuşması çekincesizdi.
“Öfkeleri onları kıra çekiyor” diyordu.
“Korkmayın o dağda gezenlerden çocuklar, sizin düşmanınız değil onlar. Hem bizim dağlarda niye gezsinler ki?”
İyice meraklanırdı Nezir. Eğitmeni dinlemenin fırsatını kolluyor, kahvede birini arıyormuş gibi yapıp, eğitmen oradaysa kapıya en yakın pat’a çöküp anlatılanlara kulak kabartıyordu.
“İşçiler yeni bir doğuşa koşuyor. Ada’dan İstanbul’a kadar sokaklara dökülüyor. Ülkenin bütün sağduyulu insanları, emekçileri onları destekliyor. Sendikal haklarımız elimizden alınmasın diyorlar. İstekleri basit… Devlet kan döküyor, yine de önüne geçemiyor işçi selinin… Gençler, Amerikan gemilerini taşlıyor boğazda. Kadınlarımıza sarkıntılık eden Coni’lerin üniformalarını çıkartıp etek, şalvar giydiriyorlar kıçlarına. Bakıyorlar her geçen gün bu sel büyüyor, askeri getiriyorlar başa. En küçük karşı duruşu kanla, işkenceyle bastırmaya başlıyorlar. Gençlerin bir kısmı silaha sarılıyor, dağa çıkıyor.
Azlar… İşleri zorlu… Emek düşmanları yüreklere, küçücük çocukların yüreklerine korku salıyorlar… Düşman belletiyorlar; düşmanlarımıza karşı savaşanları.’Dağdaki korku’ dediğiniz sizin çileniz, horlanmışlığınız, öfkenizdir. Korkmayın onlardan, düşman belletmeyin çocuklarınızı”
Karanlığa çalınan parıltıydı eğitmenin anlattıkları.
Nezir’in kafası karışıktı. On bir yaşının kavrayışıyla arkadaşlarıyla bu konuyu konuşmak istiyor, ilgi olmadığını görünce kendi içine sesleniyordu… Birkaç kez kalenin dibine kadar gitmiş, mağaraya çıkan yerlerde iz aramış, ama bir türlü korkusunu yenip kovuklara çıkamamıştı… Eğitmenin anlattıklarından cesaret alıyordu.
‘Yardım etmeli onlara‘ diyordu. ‘Aç susuz ne yaparlar’.
Bir gün, şehre sık gidip gelen genç bir akrabasından da eğitmenin anlattıklarına benzer şeyler dinlemişti… Kararını vermişti… Korkusunu yenecek, o mağaraya çıkacaktı.
 

Sabah erken bir saatte hayvanları Necip Çeşme’de bırakıp kalenin önüne vardı. Yüreği göğsünü delecek nerdeyse çarpıntıdan.… Önce kale boyunca uzanan ağaca tırmandı, sivri bir kaya çıkıntısına tutunup mağaranın içine kaydı. Mağara; sekiz on adım derinlikte, ilerledikçe daralan, en dipte dar bir geçitle diğer bölüme kavuşuyordu. Tüm ayrıntılarıyla mağarayı inceledi Nezir. Bir takım izler olduğuna, içinde canlıların yaşadığına karar verdi. Bu durumu arkadaşlarına anlatmadı. Varsın herkes ayıların, cinlerin mağarası olduğuna inansın…
 

***

Azığını daha çok koymasını istiyordu annesinden artık.
“Bir tane yetmiyor daha fazla yumurta kaynat, ekmeği de çokça koyun, bazı arkadaşlarım yiyecek getiremiyor da”
Her sabah mağaraya gidiyor, azığının yarısını mağaranın temiz bir köşesine koyuyor; ertesi sabah bıraktığı yiyecekleri göremeyince yenisini bırakıyordu. Bu mağarada yaşadıklarından kuşkusu yoktu artık. Kendilerini göstermiyorlardı ama olsun.
Uzun süre mağaraya yiyecek taşıdı Nezir. Önceki yiyecekleri yerinde görmeyince seviniyor, yerine yenisini bırakıyordu.
Bir gün, kahvedeki radyodan naklen yayın yapıldığını duydu. Merakla kahveye koşturdu. Askerler ‘anarşistlerin’ etrafını sarmış teslim olmaları isteniyor, bir rehine olayından söz ediliyor… Bütün dikkatler radyoya yönelmiş. Daha çok yaşlıların ısrarlı ilgisi dikkatini çekiyor Nezir’in… Masanın üzerine bir gazete bırakılmış, eski tarihli… Deniz Gezmiş’i ilk bu gazetede görüyor. Yakalandığını, idamla yargılandığını öğreniyor. Köyde anlatılanlar gibi kara, çirkin biri de değil. Aksine yakışıklı, sırım gibi biri… Birden mağaraya bıraktığı yiyecekler geliyor aklına. Hapiste olduğuna göre boşuna mı götürmüştü o yiyecekleri. Üzüldü… ‘olsun, başkaları da vardır belki’ diye düşündü sonra. Soran bakışlarla bakıyordu etrafına. Eğitmenle göz göze geldiler bir ara. Suskundu eğitmen, radyoda anlatılanlardan çok, insanları inceliyor, yüzlerinden düşüncelerini kestirmek istiyor sanki.
Radyo ‘anarşistlerin’ yakalandığını duyurdu. Kahvedekiler tepki vermiyordu, eğitmen kıpırtısız oturuyordu… Annesinin meraklanacağını düşündü nezir. Kahveden çıktı…

 Eve geldiğinde;
“İnsanlar sadece izlemekle yetiniyor” dedi annesine.
“Neyi izliyorlar” dedi annesi.
“İnsanlar izlememeli, katılmalı” dedi sonra.
Ardından annesinin şaşkın bakışları iç odanın kapısını kapayıncaya kadar sürdü. Bir minderin üzerine uzandı. Gözleri kapandı kapanacak,
“İnsanlar katılmalı” dedi…

***
 

Güneş delikli ışıklar bırakarak kayboldu karanlığın içinde.
Güdücü çocuklar uzun işçi havzalarının kalabalığında yollar buldular,..büyüdüler… Güneşin bilincine vardılar. Önlerine çıkan sarp kayaların, dikenli geçitlerin zorlamasında zaman siliniyor, bilginin yankısı seslerine yön veriyordu.
Öte yandan, kürsülerinin ardından siyah apoletli cübbeleriyle, yaşamı esir almak için bilgiye saldırmanın yollarını arıyordu Kara Güz.
Kilitli kapıların esrarı çoktan bozulmuştu. Artık iri açık gözlerle heyecanlı sorular soruluyor, horlanan acı çeken yürekler yaşamı saran aşk şarkıları söylüyordu.
Sesler kabuğunu yırtamıyordu bir türlü.
Damlaların betona çarpışı gibi dağılıyordu çığlıklar.
Farklı yönlere bakan ayçiçekleri gibi çok, rüzgarda devinmeyen buğday tarlaları gibiydiler.
Herkesin kendi güneşi vardı.
"Herkes" kendi güneşini beklerken saldırdı Kara Güz..
Ama güneş tekti.
Elini uzattı kimi, gücü yetmedi, dizinin bağı çözüldü.
Güneş isli buğular bırakarak düştü tepenin ardına.
Güneşe tutunamadılar, karanlıkta kaldılar.
Gecede bir şeylere tutunma ihtiyacıyla, dağılmış ince parıltıları aradılar…
 

Açıklama:

Kata Tepe: Marmara bölgesinin Kütahya sınırında 1200 m yüksekliğinde Uludağın güney doğusunun en son uzantısı.
Hotul, Hizar, Bostan Parçalığı, Erik Kulağı, Hendek, Tavşan Tepe: Yöredeki yerlerin özgün adları.
Lom: Akan derenin önüne çim, toprak ve kaya ile örülen duvarla biriken gölet. Yüzmek ve serinlemek için kullanılır.
Pat: Tahtadan yapılan, üzerine kilim veya minder serilerek oturulan yer. O dönemlerde kahve ve köy odalarında yaygın olarak kullanılırdı. 


Konuyla ilişkili diğer makaleler