K.Tayfun BENOL’un Yaşam Yoldaşı Gülderen ERTAŞ BENOL ile Söyleşi
Bu Acı, Hiç Anı Olmadı Ki…
-Acı bir anı anımsamak zordur ancak okuyucularımızın bilgilenmesi açısından Tayfun’u kaybetmemize götüren Ankara Garı önündeki süreci nasıl yaşadınız?
Bu acı, hiç anı olmadı ki, anımsamak zor olsun.
Tayfun; benim iş, çocuklar, kilo v.s çeşitli nedenlerle pek çoğuna katılamadığım, İstanbul’da gerçekleşen eylemlerin mümkün olduğunca hepsine katılırdı.
Beni, 100kg’nin üzerinde olduğum için katılamadığım Gezi Parkı eylemlerine, “bu tarihi olayı kesinlikle görmen gerek” diyerek sürüye sürüye götürmüştü. Haziran seçimlerinde AKP’nin kaybetmesinden sonra, RTE birkaç gün televizyona çıkmayınca, RTE’nin Berkin Elvan’ın annesini yuhalatmasından sonra (daha bir yoğunlukla düşünmeye başladığı) cezalandırma yöntemlerinden en sonuncusu “bu adamı kaybedecek olduğu seçimlere sokacaksın. 0h… rahat ettik” olmuştu.
Haziranda ortaya çıkan, değişim ihtimali bizi çok heyecanlandırmıştı. O yaz gerçekleşen bütün eylemlere Tayfun katılmış ancak, ben kilo engelinden kurtulmuş olmama rağmen işlerin yoğunluğu nedeniyle, 10 Ekim’den önceki Çarşamba günü yapılan başka bir mitinge katılamayınca, hafta sonuna rast geldiği için Ankara’ya gitmeye karar verdim. Tayfun’un Ankara konusundaki niyetini bilmiyordum ancak, Ankara’ya kesin gideceğimi söyleyince çok sevindi. Ben Ankara’ya gitmesem de Tayfun giderdi diye düşünüyorum.
Cuma gece yarısı yola çıktık. Oğlumuz Özgür bizi uğurlamaya Kartal’a geldi. Ayrılırken bize uzun uzun sarıldığı için “ne o kadar sarılıyorsun, ölmeye mi gidiyoruz?” demişim…Ancak ertesi akşam Tayfun’un ölüm haberini kesin aldığımda gözümden geçen, bir akşam önce aynı saatlerde Tayfun’la uzun uzun sarılmış olmamızdı. Vedalaşmışız sanki…
Ankara’ya ilk eyleme gidişimiz değildi. Yolda arabaların önü kesilip, güvenlik önlemi almaktan çok mitinge katılanları taciz etmek amacıyla yapılan arama ya da kimlik kontrollerinden hiçbiri yapılmamıştı. Önce gerçekleşmiş Suruç katliamı da akıllarımızda olduğu için; otobüsten indikten sonra Gar’a doğru yola çıktığımızda bir tane bile polis görmemiş olmak hemen aklıma Suruç’u getirdi. Bunu söylemek için sağ tarafımda yürüyen Tayfun’a döndüm ancak; “şu Kürt Milliyetçiliğinden de bıktım” dedim. O da “ben de” dedi. Otobüste yakınımızda oturan bir Kürt kadın yolcunun milliyetçiliği beni rahatsız etmişti. Cevap, Tayfunun da rahatsız olduğunu gösteriyordu. Sonradan, biz bir kişinin Kürt Milliyetçiliğinden rahatsız olmuşsak, Kürtlerin Türk Milliyetçiliğinden rahatsız olmaları konusunu anlamamız gerekir diye düşündüm. Fakat bu konudaki düşüncelerimi Tayfunla paylaşma olanağım olamadı ne yazık ki.
Ben polis görmeyince, patlama olabileceği yönünde aklıma gelen fikri, Tayfun’a söylemek için dönüp de, ilgisiz Milliyetçilikten bahsettiğim için kendime kızıyordum ancak, onun bu konuda patlamadan önce uyarı almış olduğunu arkadaşımız Mümtaz’dan öğrendim. Mümtaz “evet Polis yoktu ve fakat bir tane bile, sivil polis de yoktu. Biz çok işkillendik ve kalabalık arasından çıktık. Aklıma Tayfun geldi, aradım. Açıklama yaptım. Orayı terk et dedim. O da ‘arkadaşların yanında olmayı tercih ederim dedi’ bana”, diye aktarmıştır.
Patlama olabileceği fikri aklıma geldiği halde bunu Tayfun’a nasıl söylemediysem, Tayfun da bu konuda kendisine açıklanan fikri bana söylememiştir. Ancak ben bu fikri kendi kendime hemen çürütmüştüm, zira Suruç’un en azından devlet gözetimi ya da koruması altında kotarıldığını düşündüğüm için, yeni patlama iktidara oy kaybettirir, bu yüzden buna izin vermezler demiştim. Tayfun bu konuda ne düşündü bilemiyorum. Ancak bomba patlama ihtimali ne kadar yüksek olursa olsun, on binlerce kişiden iki canlı bomba ile 103 kişi öldürebildikleri gerçeği de göz önüne alındığında, gerçekleşme ihtimali yüksek bile olsa, böyle bir olasılık nedeniyle o kalabalığı dağıtmak imkansız olacaktı. Herkesin içinde bulunduğu risk aynıydı. Ben nasıl kabullendiysem o da kabullenmiştir diye düşünüyorum.
Eskiden, Tayfun ile sokakta yürürken hep el ele olurduk. Boşanmamızdan sonra, beni boşadığı için, Tayfun’la eylemler dışında el ele tutuşmaz, güya ona ceza verirdim. O gün Tayfun ilk defa eylemde elimi bıraktı ve İnşaat işçileriyle yürüyeceğini söyledi. Beni İnşaat işçileriyle birlikte yapmayı planladığı yürüyüşe neden katmadı? ya da neden benimle el ele diğer tarafta yürümedi bilemiyorum? Sonradan okuduğum bir rapordaki; karı koca doktor olarak SES ile eyleme katılan kocanın anlattığı “karıma bu gün en az elli metre arayla yürüyelim dedim. Karım neden diye sorunca; patlama olursa ikimiz birden ölmeyelim dedim” cümleleri, bana acaba dedirtiyor. Ne olur ne olmaz ikimiz birden ölmeyelim demiş olabilir. Biz oraya Barış istediğimizi, kalabalık bir şekilde haykırmak için gitmiştik. Kendisini, içinden geçeni söylemek konusunda özgür hissedenlere verilen cezayı gördük. Görmeye de devam ediyoruz.
İlk bomba patladığında ben Gar’ın önündeki alt geçidi sekiz on adım geçmiştim. Yüksek ses ve çok yoğun duman gelince, aşağıda yaralı falan olmadığı için yanımdaki arkadaşıma “ses bombası her halde” dedim. Yolun karşı yönüne doğru yürüdük, bu arada ikinci bomba patladı. Arkadan kaçışan insanlar nedeniyle arkadaşım yere düştü onu kaldırdım. Elinden düşen flama yerine başka bir flama bulduk. Yürüyüşe devam etmeye çalıştık. Peşinden polisler geçidin yanından, bombanın patladığı yere doğdu kalkanlarla, koşarak geçmeye başladılar. İnsanlar onları sözlü protesto ederken biz ortalığı yatıştırmaya çalışıyorduk ki, Barış Mitingi devam edebilsin. Olay yerine giden Polisler olay yerini biber gazı bulutuyla kapladılar… bunu gördük.
Tayfun’un nerede yürüyüşe katıldığını bilmediğim ve hiçbir zaman Tayfun’un benden önce ölebileceği aklımın köşesinden geçmediği için, aramalarıma cevap vermeyen Tayfun’un yaralılara yardım etmek için telefonuna bakmadığını düşündüm. Ben Tayfun’un alanda nerede olduğunu bilmiyordum fakat o benim nerede olduğumu biliyordu. Olay yerinde o kadar yaralı varken, onlara yardım etmeyi bırakıp beni aramaması çok doğaldı. Üstelik telefonu meşgul de çalmıştı demek ki hayattaydı. Olayın üzerinden yaklaşık iki saat geçip de Tayfun beni aramayınca endişelendim. Hastaneleri aramaya gittim. Ana baba günüydü. Bir listede üç isimli bir yaralı adı görünce, başım döndü düşeceğim sandım. Listelere bakarken yanıma birisini alma gereği duydum. Hastanelerde bulamayınca, gaz sıkan polislerle kavga ettiği için göz altına alınmıştır diye adliyeye gidip nöbetçi savcı ile görüştüm. Gözaltı yapılıp yapılmadığını öğrenmeye çalıştım. Çalan telefonundan yola çıkılarak yerinin tespit edilmesini talep eden dilekçe verdim. İstanbul’dan oğlumuz Deniz ile İstanbul’dan gelen Avukat Davut Erkan ile terörle mücadele dahil, göz altına almış olabilecek bütün kolluk birimlerini gezdik. Bulunması için başvurular yaptık. Bulamayınca, Ankara da oturan arkadaşımıza gittik Deniz’le. Tayfun’un arkadaşları Mümtaz, Kemal, Ayla ve İstanbul’dan gelenler Tayfun’u aramaya devam ediyorlardı. Bir türlü haber çıkmayınca artık “Deniz kalk gidelim oğlum, babanı bulmak için senin DNA’na gerek duyulabilir” dedim. Çıkmaya hazırlanıyorduk Tayfun’un haberi geldi. O anda, bir akşam önce Özgür’le sarılmamıza boynunu büküp imrenerek baktığı için, onunla da sıkı sıkı, uzun uzun sarılmamız gözümün önüne geldi. İyi ki çocuklar eyleme gelmemişler diye düşündüm. Henüz inanılmaz bir sürecin içine yeni girmiştim.
-Gazi Hastanesinde Tayfun’la Morg’da yeniden karşılaşmak sende nasıl bir tepki yarattı?
Gün boyunca en kötü ihtimali nasıl aklıma getirmeme için uğraşmışsam da (görüştüğüm nöbetçi savcının aklına gelen kötü ihtimal nedeniyle bana acıyarak ve biraz şaşkın bakışını garipsemiştim) şimdi artık gerçek ortadaydı. Bu kez de sanırım, Tayfun’u ölmüş olarak görmeyi reddettim önce. Ne durumda ben bilemem, bu yüzden bakamam dedim. Zavallı oğulcuğum Deniz tek başına morga girmeye kalkmış. Farkında bile değilim. Deniz’in Morga tek başına gitmemesi gerektiğini (birisi1977 yılında Ankara’da kahvehanede patlayan bomba nedeniyle ağır yaralanmış, ölümden dönmüş olan) iki öğretmen okulundan arkadaşım da Deniz’le morga girmişler. Ben çocuğumun yalnız olduğunu düşünememişim… Tayfun benden önce ölmüştü… Şaşkındım…
Deniz çıktıktan sonra içeri girebileceğim konusunda beni ikna etti. Biz Davut’la birlikte içeri girdik. Tayfun’un başını açtılar. Kan içindeydi. Hemen okşamak istedim. Buz gibi, sem sertti. Ağzımdan iki kelime çıktı. Oğlum, oğlum…
Evet, ben onu mahkeme önünde boşamadan yaklaşık 3 yıl önce, 2006’yı 2007’ye bağlayan yılbaşından bir hafta falan sonra boşamıştım. Bütün yalvarmalarıma, ağlamalarıma, tehditlerime rağmen beni 15 dakika dinlemeyi kabul etmediği için. O da bu boşama kararımdan sonra bana,15 dakika ne konuşacaktın diye bir kez bile sormamıştı. Şimdi ne konuşacaktım aklımda değil fakat, muhtemel ki Tayfun’un para harcamasına ilişkin bir konudur. O da bu konuda kesin haklı çıkacağımı bildiği için dinlemeyi reddetmiştir diye düşünüyorum. Dünyadaki dost olunabilecek en iyi insanı tanımış olduğum için, ondan hiç vazgeçmedim o da benden hiç vazgeçmedi. Biz hep birbirimizi düşündük, kolladık, sevdik…
- 10 Ekim Davası sürecini ve sonuçlarını sadece bir hukukçu olarak değil aynı zamanda bir muhatap olarak nasıl değerlendiriyorsun?
İşlenişinde devletin parmağının bulunduğu her suçta olduğu gibi, bu suçta da, alt yapıyı hazırlayan müşterek failler değil, taşeronların bir kısmı ceza aldı. Zaten, başka türlüsü çok köklü bir iktidar değişikliğinden sonra mümkün olabilirdi. Verilen karardan türlü bir karar beklemiyordum. Gerçi Mahkeme benim hiç ummadığım şekilde, İç İşleri Bakanlığı Mülkiye Müfettişlerinin verdiği (9 klasörlük dosyadan mahkemeye ulaşmış bir klasör dosya içinde belirlenebilmiş olanlardan) haklarında ceza soruşturması yapılması gerekir diye belirterek delil sunduğu kişiler için suç duyurusunda bulunmuştur. Ancak; bu memurların soruşturulmasına izin verilmemiştir. İzin verilse, koruma sözü verilmiş olan taşeronlar konuşabileceği gibi, bu durum sonradan taşeron sıkıntısı yaşanmasına sebep olabilir. Ayrıca, 10 Ekim’in hemen sonrasında, eylemi koruma altında kotaranlardan etkili ve yetkili olanların kaçıp gitmesine izin verilecek şekilde davranılmış, kaçmamış olanların bir kısmı öldürülerek kendini patlattı denilmiş, konuşacak kadar bilgisi olmadan eyleme katılmış olanlara da ceza verilerek dava kapatılmıştır. İşlene suç ‘İnsanlığa karşı suç’ tanımına tam olarak uyduğu halde suç böyle tanımlanmayarak zaman aşımına uğramasının önü açılmıştır.
Şahıs olarak davayı takip etmek zorunda kalmak çok kötü ve çok zor bir süreçti. Evet Türkiye çok zor süreçlerden geçiyor ancak, Duruşma Salonunu dolu tutma sorumluluğunun; yaralılar, ölü yakınları ve yaralı yakınlarına bırakılması en azından miting düzenleyicileri açısından çok büyük sorumsuzluk göstergesi olmuştur. O ortamı yaşamış insanlar olarak duruşmalar boyunca günlerce kişisel travma hikayeleri dinlemek çok ağırdı. Hikayeleri dinlerken kaç kişi ambulansla hastaneye kaldırıldığını gördük. Ben kaç kez baş dönmeleri yaşadım ve benim bel fıtığım, beni bir hafta tahtada yatıracak şekilde azdı. Oysa her miting düzenleyici kurum duruşmalarda 100’er kişi bulundursaydı dayanamadığımız zaman kendimizi dışarı atma imkanı bulurduk.
Davayı daha soruşturmada alıp, sonuna kadar büyük bir özveri ve disiplinle götüren avukatlar ekibi bu davanın yüz ağartacak yanıydı. Türkiye’deki bütün İŞİD dosyalarını paylaşarak çalışmış ve Devletin İŞİD’i nasıl takip edip, nasıl her şeyden haberdar olduğunu ve fakat nerelerde nasıl göz yumduğunu ayan beyan ortaya çıkarmış olan bu avukat ekibine şükran duyuyorum. Bu çalışmalar ne işe yaradı dersek şimdilik pek işe yaramış görünmüyor ama gerçek gerçektir ve bilinsin yeter ki, bir gün kendini ortaya çıkaracaktır.
- TAYFUN deyince aklına ilk gelen özellikler hangileridir?
Tayfun’un ölümünden sonra 26/A nın düzenlediği anma gecesinde söylediğim gibi, Tayfun hesapsız bir insandı. İçinden geldiği gibi yaşardı. İçinden de hesap yapmak gelmezdi. İçinden; sevmek, dalga geçmek, eğlenmek, alçakgönüllülük, mutlu etme isteği gibi güzel şeyler, bir de elindeki (ya da eline geçme ihtimali olan)parayı yada kredi kartı limitini sonuna kadar dolduracak şekilde harcamak gibi kötü şeyler geçerdi. Bütün bunları da uygulamalı yaşardı. Elindekini olmayanla eşitlerken nasıl rahatsa, elinde fazla olandan alarak eşitleme yoluna gitmekte de o kadar rahattı. En önemlisi kendisi ile barışıktı diyeceğim de, rahatı için bana söylediği kendisince küçük yalanların varlığı bu konuya şüphe düşürür mü? Bilemiyorum.
Tayfun gitti gideli yaşamak çok çok ağırlaştı benim için. Düşünüyorum; hayatımın Tayfun’dan önceki devresinde nasıl yaşıyordum diye, o zamanlar da koordine olamıyordum ancak, gençtim ve dolayısıyla kuvvetliydim. Bir emekle yapılacak işe üç emek harcayıp bir şekilde hayatı kotarıyordum. Şimdi üç emek yok ki elimde sarf edilecek. Zorlandığım her işte ben yardım demeden yanımdaydı. Ben talep etmeden sunduğu bütün güzel şeyler o gittikten sonra iyice açığa çıktı. Kendime yetmeye çalışıyorum. Henüz başaramadım fakat umutluyum. Tayfun’suzluk çok zor. Kendime acıyorum. Ne yazık ki böyle.